Hâtırât okumak insanı başka bir insanın hayatına ortak eder. Bir diğer deyişle hâtırât yazarı kendi hayatını okura açarak tecrübelerini, hayat boyu yaptığı doğruları ve yanlışları paylaştığı gibi okuru kendi macerasına ortak etmiş de olur. Üstünde hep bir acemilik barındıran insan da başkalarının hayat hikayeleri üzerinden aslında kendi hayatına dair ipuçları yakalamaya çalışır, kimi zaman bilerek kimi zaman da farkında olmadan. İnsan acemidir, karşısına çıkan her yeni olgu ve olay onun için biriciktir ve onu dünyasına nasıl misafir edeceğine her dem yeniden karar vermesi gerekir. “Halk-ı cedîd” diyor sûfîler, bir an diğerinin aynı değil. Bunun için her an yeniden irade beyan edip karar almak gerekiyor. Hâtırâtlar böylesine seyyâl bir dünyada insanoğluna yeni durumlar karşısında ne yapması gerektiğine ya da ne yapabileceğine dair öneriler sunması açısından büyük imkanlar barındırıyor. Son dönemde çıkan hâtırâtlardan merhum Ali Ulvi Kurucu’nun hâtırâtı ise bu türün en önde gelecek örneklerinden birini sunuyor.
M. Ertuğrul Düzdağ’ın uzun yıllar boyu süren emeklerinin bir mahsulü olan Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar’ı önce 3 cilt olarak çıkmış, bir süre sonra da dördüncü cildi çıkmıştı. Dördüncü ciltte Düzdağ’ın kasetlerden deşifre yoluyla inşa ettiği metnin bittiği anlaşılıyordu, o cildin başında daha çok fotoğraflar ve belgelerden oluşacak bir beşinci cildin müjdesini veriyordu Düzdağ. Mevzubahis beşinci cilt geçtiğimiz Aralık ayında çıktı. Fakat okuru bu ciltte çok büyük sürprizler bekliyor. Bu ciltte, bahsi geçen fotoğraflar ve belgeler yok. Demek ki halen bir altıncı cilt ihtimali mevcut. Nitekim Ertuğrul Düzdağ girişte bunun işaretlerini veriyor, inşallah muvaffak olurlar da bu belgeler de okura ibret vesikaları olarak gün yüzüne çıkar. Peki, öyleyse beşinci ciltte neler var?
Kendi eliyle yazdığı hatıralar
Bu ciltte ilk kez okurun karşısına çıkan pek çok metin var. Ali Ulvi Kurucu merhumun dikte usulüyle değil, kendi eliyle yazdığı anlaşılan birtakım hatıralarıyla başlıyor cilt. Bu açıdan bu cilt, dikteyle yazılan ilk dört ciltten farklılaşıyor. Ardından yine diğer ciltlerden farklı olarak, olaylara değil olgulara odaklanan, Kurucu merhumun düşüncelerini ifade ettiği bir bölüm geliyor. Sonrasında cildin kanaatimizce en önemli bölümü olan, şâirin poetikasını kendi kelimeleriyle uzunca ifade ettiği bölüm karşılıyor okuru. Türk şiirinin “ikinci Âkif’i” denebilecek, büyük bir Âkif sevdalısı olan merhumun şiirini nasıl ve ne üzerine kurduğunu bu poetikayla daha iyi anlıyor insan. Burada, onun için şiirin bir vasıta olduğu, davasını şiir diliyle âleme yaymak istediği daha net şekilde görülüyor.
Ciltte yer alan “Şiirlerim: İlk ve Tam Metinleriyle” başlıklı bölümse daha evvel bazı editoryal tasarruflarla yayımlanan şiirlerinin şairin gönlünden geçtiği hâliyle okurla ilk kez buluşmasını sağlıyor. Poetikanın ardından gelen bu bölüm merhum şairin önceki bölümde ne demek istediğini sanki uygulamalı olarak gösteriyor okura. Şairin Âkif’ten sonra şiirdeki belki ikinci üstadı sayılabilecek Muhammed İkbal’e ithaf ettiği şiirindeki şu beyitler (s. 192) şairin şiir serüveninin bir özeti sanki:
Derin şekvânı şayet, duymasaydım, şâir olmazdım,
Yanarken hislerim, kalbimde, coştum, ağladım, yazdım…
Diler rûhum, büyük nâmın anılsın sermediyyette;
İçin, “Tesnîm u Kevser”den, bizim Âkif’le cennette…
Şair bu bölüme, önceki ciltlerde birlikteliklerine sıkça şâhit olduğumuz Osmanlı’nın son şeyhülislamlarından merhum Mustafa Sabri Efendi’nin târihî vesika niteliğindeki iki şiirini de dercetmiş.
Recâi Gönüldenses’in 55 manzumesi
Cilt, bundan sonrasında da sürprizlerle dolu. “Rubâî ve Güftelerim” başlıklı bölüm Recâi Gönüldenses’in 55 manzumesini içeriyor. Evet, “Recâî Gönüldenses.” Bunlar lâdinî manzumeler olduğundan, “fakîri seven ehl-i vera‘ ve takvâ kardeşlerimizi kızdırmamak için” (s. 228) şairin tercih ettiği müstear isim bu. Bu şiirleri niye yazdığını ise cildin sonunda yer alan, fakat aslında cildin en büyük sürprizi olan, şairin mektuplarından öğreniyoruz. Merhum, bu rubâîlerini yayımlanması için gönderdiği dostu Ali Kemal Belviranlı’ya mektubunda şöyle diyor (s. 346):
“Ma‘lûm-ı âlîniz mısrâda hâkim olan aşk, cismin değil, ruhun, sözün değil özün, şehvet ve ihtirâsın değil, iffet ve nezâhetin sembolü olan “aşk”dır. Bu i‘tibârla, eğer rûy-ı kabûl gösterirseniz, bazı güfteler yazılabilir. Zâten bu sene, Ziya ile gidip gelirken radyodaki yılışık güfteleri üzülerek dinledikçe böyle bir arzu gönlümden geçmiş idi.”
Kurucu merhum bu şiirlerinin Türk sanat mûsikisi formlarında bestelenmesi arzu ediyor. Bu sahadaki dünyeviliği kıracak, yeni bir uhrevî nefes üflemek istiyor şâir. Kurucu’nun bestelenmiş ilâhîleri olduğu biliyoruz, fakat sanat mûsikisinde yapmak istediği şey bildiğimiz kadarıyla henüz gerçekleşmiş değil. Bu bölüm işte bu arzuyu gerçekleştirebilecek bestekârlarımız için çok önemli bir güfte mecmûası hüviyetinde. Bu bölümün ardından ise şâirin Kâhire yıllarında şiir meclislerine katıldığı, ilk şiirlerini gösterip rehberliğine başvurduğu, şiirde “hocam” dediği Muallim Mahmud Cevdet (Sezer) Bey’in Doğan Güneş dergisinde yayımlanan bazı şiirleri yer alıyor. (Dergi hakkında bilgi için İLEM’in İslamcı Dergiler Projesi kitaplığına müracaat edilebilir.)
Cildin en ilgi çekici bölümü, yukarıda değindiğimiz gibi, merhumun mektuplaşmalarını ihtiva eden “Mektuplar” başlıklı son bölüm. Burada 1940-1981 yılları arasında, merhumun yazdığı ya da kendisine yazılan 26 mektup ilk kez gün yüzüne çıkıyor. Mustafa Runyun, Hafız Ali Rıza Önses, Ali Kemal Belviranlı gibi Ali Ulvi Kurucu’nun yakın çevresinden dostlarıyla mektuplaşmaları olduğu gibi, Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri Bey, Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi, Hattat Hâmid Aytaç ve Nurettin Topçu gibi dönemin meşhur sîmâlarıyla mektuplaşmaları da mevcut. Bu açıdan bu bölüm yakın Türkiye tarihi açısından önemli veriler ve yorumlar barındırıyor.
“Nûr-ı dîdem sevgili Ali Ulvi Efendi”
Kurucu’nun önceki ciltlerde açıktan ifade etmediği bazı görüşlerini burada mektupların mahremiyeti içerisinde bulmak mümkün. Mektuplarda dikkatimizi çeken en önemli noktalardan biri ileri yaşlarındaki büyük isimlerin yirmili yaşlarındaki bir genç olan Kurucu merhuma hitâben kullandıkları tahsinkâr uslup. Örneğin Mustafa Sabri Efendi 12 Aralık 1946 tarihli, Kâhire’den Medine’deki Ali Ulvi Kurucu’ya gönderdiği mektubuna “Nûr-ı dîdem sevgili Ali Ulvi Efendi” diyerek başlıyor. Bu tarihte şeyhülislam 77 yaşında ve ilim mesleğinin zirvesinde bir âlim iken, merhum şairse sadece 24 yaşında bir genç. Aynı mektupta yer alan şu ifadelerse Kurucu’nun ilmî derinliğini teyid eden önemli bir gösterge (s. 308):
[B]enim kitablarımı okuyanlar arasında senin kadar iştihâ ile okuyan ve maksadımı kavrayan ya az bulunur ya hiç bulunmaz; kader îmân mes’elesi demek olan ef‘âl-i ibâd bashindeki bi’l-umûm ulemâ-i muâsırînin havsalası almayan mezhebimi senin kadar benimseyen ve aklına sindirmiş olan ama bulunacağını zan etmiyorum dersem, mübâlağa olmaz.
Mektuplarda pek çok ibretlik nokta olmakla beraber Nurettin Topçu’nun mektuplarının dikkatimizi en fazla çeken mektuplardan olduğunu söylemeliyiz. Bir mektubunda, kendisinden 13 yaş küçük olan Kurucu’ya “âlem-i İslâm’ın medâr-ftihârı büyük şâir ve mücâhid” (s. 341) diye seslenen Topçu, mektubunu “İstikbâl muhakkak îmânımızındır” diyerek bitiriyor. Topçu’un bir diğer mektubunda yer alan şu cümle de onun davası yolunda, aynı Ali Ulvi Kurucu merhum da olduğu gibi, ne kadar derin bir tahassüse sahip olduğunu ilan ediyor (s. 344):
Îmân ile beraber ümidlerin de artması lâzım olduğunu düşünürken, me’yûs varlığımızın burada me’mûr olduğu hizmeti bir zerre bile îfâ edemeyecek derecede mecâlsiz olduğunu hissede ede günler geçiriyoruz.
Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar’ının bu beşinci cildi, topyekün beş cildin 48 sayfalık geniş diziniyle hitama eriyor. Okuru burada kısaca değindiğimiz ve değinemediğimiz daha pek çok ibretlik nokta için, kendi hayatlarında yol gösterici olabilecek noktaları keşfetmeleri için Hatıralar’ın sadece beşinci cildini değil, tamamını okumalarını acizane tavsiye ediyoruz. Mecburî bir inziva, bir itikâf gibi olan bu karantinalı Ramazan günlerinde özellikle ruhunuza iyi gelecek bir eser bu.
“Tarihe şerefler veren erler”den biri olan Kurucu merhumu andığımız bu yazımızı kendisinin, Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayât’ına yazdığı enfes önsöze başlarken zikrettiği dörtlüğüyle bitirelim:
Tarihe şerefler erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş âlemlere, yerden.
Bin râyihanın feyzi sarar rûhu derinden,
Geçmiş gibi, cennetteki gül bahçelerinden.