Gazze tutsaktı, Halep’i yerle bir etmişlerdi. Şam’da ağıtlar kesilmiyordu uzun zamandır. Bağdat niçin perişandı? Hangi sebeple yüzü gülmüyordu Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin. Doğu Türkistan’ın gözyaşları ne zaman bitecekti? Arakan’da zulüm, Yemen’de her gün yeni bir acı... Mekke hüzünlüydü, Medine huzursuz...
Ve Kudüs!
Ken’an diyarı… Peygamberler şehri… İslam’ın ilk kıblesi… Mukaddes belde…
Ah ki ne ahtı… Ve hatta eyvahtı!
Tarihin en kadim şehirlerinden biriydi Kudüs... Yok edildi, işgaller gördü defalarca, saldırılara uğradı, el değiştirdi. Her daim ayakta kaldı, önemini korudu yine de.
Hz. Peygamber, Yüce Allah (cc) tarafından ‘bir takım âyetler gösterilmek için’ çağrıldığında ona emanet edilen mübarek mekân… Pek çok İslâmî eseri bünyesinde barındıran kutsal şehir… Zulüm altındaki topraklar…
Karadan ve denizden ve hatta havadan kuşatılmış, bütün can damarları kesilmiş bir toprak parçasında yaşamak ne kadar mümkünse işte o kadar hayattaydı Kudüs... Gök kubbenin altındaki en mübarek beldelerden biri olan Kudüs bu hâllere hiç düşmemeliydi, düşürülmemeliydi.
"Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Götür Müslüman'a selam diyordu.
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslam diyordu."
(Âkif İNAN)
Taş işçiliğinin o müstesna eseri; gümüş, yakut ve incilerle bezeli, misk ve amber kokan, kapılarına kilit vurulmaya çalışılan Mescid-i Aksa gözlerimizin içine bakıyordu âdeta ve ağlıyordu sessiz sessiz...
Mescid-i Aksa’nın altı oyuluyordu değişik bahanelerle. Kudüs gün geçtikçe İslam’ın olmaktan çıkıyordu. İşgal altındaki İslam topraklarında haksızlıklar görmezlikten geliniyor, yükselen sesler duyulmuyor. Alan daraldıkça daralıyor, zulüm daha da artıyor. Ezanlar susturuluyor, namazlar yasaklanıyor acımasızca. Mescid-i Aksa’ya girmek gün geçtikçe zorlaşıyor.
Siyonist ve işgalci rejim önce sinsice işgal ediyor sonra sahipleniyor evleri, tarlaları... Füzeler, bombalar binaları yıkıyor, ocakları söndürüyor. Oysa çok eski devirlerle korkmuşlar ve Kudüs’e gitmekte tereddüt etmişlerdi. Hatta Hz. Musa’ya “Git, sen ve Rabbin savaşın…” demişlerdi. Ama şimdi Müslümanların birbiriyle uğraşmasını ve vurdumduymazlığını fırsata çeviriyorlar. Saldırıyorlar her bir taraftan.
Ticaret kervanları geçmiyordu artık yollardan. Hanlar, kervansaraylar yıkılmıştı. Dağılmıştı bütün çarşılar ve pazarlar… Meydanlar, caddeler, sokaklar tanınmaz hâldeydi. Bereketli topraklarda ürün yetişmez olmuştu. Bir zamanlar üzerinde koşup oynadığı topraklara adım dahi atamıyordu çocuklar. Anaların gözyaşları dinmiyordu, babalar hüzünlüydü. Yabancısı olmuşlardı kendi vatanlarının. Oysa buradan doğardı bir zamanlar bütün ümitler, sonra yayılırdı bütün dünyaya. Bu umutları solduranlar kimdi?
Esir olmak mı? Asla! Ve dahi imkânsız… Zira dünya var olduğu müddetçe özgürlük türküleri söylenmeye devam edilecekti bu kutsal beldede. Her şeye rağmen Mescid-i Aksa’yı yalnız bırakmıyordu bir avuç şehadet sevdalısı. Bırakamazdı onu imanlı vicdanlar. En uzak cami anlamına gelse de o, İslam’ın kalplere tesir eden en yakın ibadet yerlerinden biriydi. İsra ve Miraç mekânıydı. Emanetti müminlere bu topraklar.
“Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
Allah onları ancak,
gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.”
(İbrâhîm Sûresi, 42)
Kulaklar sağır, gözler kör olsa da bunları gören, duyan mutlaka vardı. Derme çatma evlerde derme çatma hayatlar yaşanıyordu buralarda. Bir masanın etrafında toplanan garip ve yoksul insanlar Mescid-i Aksa’yı konuşuyorlardı her vakit. Geçmiş güzel günler muhayyilelerinde hep capcanlıydı. Hayat hasbelkader burada bir araya getirmişti onları madem, ayakta kalmayı başarabilmeliydiler. Komutanı Muhammed (sav) olan Müslümanlara bu yakışırdı.
"Bütün uyuyanları uyandırmak için
bir tek uyanık yeter."
(Malcolm X)
Kudüs’ü yeniden özgür kılana kadar yüzü gülmeyecek, kilitleri kırıp kapıları açacak bir Selahaddin Eyyubî daha hiç uzakta değil aslında. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat, İstanbul başta olmak üzere İslâm beldelerinin, Müslüman coğrafyaların bir araya gelme vakti yakındır.