Türkiye’de 1960 larda başlayan bir nüfus planlaması meselesi vardı. Bunda öncülüğü ülkenin en büyük şirketleri-vakıfları-zenginleri yapıyordu. O zaman yurt dışından planlama ve kalkınma için davet edilen bir uzmanın, nüfusunuzu kontrol edin artışını önleyin yeter dediği yazılıp söyleniyordu. Sabahaddin Hoca aynı zamanda iktisadi bir konu olan nüfus meselesini çok erken idrak etmiş, kalkınmanın motorunun dinamik nüfus olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Sabahaddin Hoca, 1326 Kuzey Makedonya İştip doğumlu. Kendisi İstanbul’a gelişlerini "Biz göçmen değiliz muhaciriz. Peygamberimizin sünnetine riayetle hicret edip geldik” şeklinde ifade ederlerdi. Bugün az kullanılan "Zaim" soyadının da, Osmanlı Toprak düzeninde önemli yeri olan "Zeamet sahibi" " mânâsına geldiğini de kendisinden öğrenmiştik. Ecdadımız fethedilen geniş toprakları, Tımar - Zeamet - Has diye üçe taksim edip, mülkiyeti Sultanda (hazinede-devletde) olacak şekilde işlenmesini, üretim yapılmasını ve bunun mukabilinde asker hazırlanmasını sağlıyordu. Toprağın şahsi mülkiyete geçip rant mevzuu olmasını boş ve üretim dışı kalmasını doğru bulmuyorlardı. Toprak Hukuku, hukukun mühim bir şubesi idi. Toprak mülkiyetine sahip olup toprağı olmayanların istismarına fırsat ve imkân verilmiyordu diye okuyoruz.
Hoca hayırlı işlerde öncü - rehber olarak bilindiğinden biz de adını rahmetli Özal devrinden beri duyuyorduk. Başta "Türkiye’de Nüfus Meselesi" olmak üzere bazı eserlerini okumuştuk. Kendisiyle vicahen tanışmamız 2005-2006 yıllarında nasip oldu. Sapanca kazası, o yıllarda daha sakin idi. İstanbul’un kalabalığından kurtulmak isteyen birçok hocamız Sapanca’da ev sahibi olmuşlar. Biz de orada Sakarya İl Özel İd. Gen. Sek. iken bir vesile ile tanıştık. Hocanın memuriyete kaymakam olarak başladığını öğrenmiştik. Onun da verdiği yakınlıkla kendisini birkaç arkadaşla ziyaret ettik. Bilgi ve tecrübelerini aktarmaya istekli olduğunu görmek cesaretimizi artırdı.
Sapanca Gölü çevresinde bulunan nezih çay bahçelerinden birine davet ettik. Ortalama 10-15 günde biraraya geliyorduk. Hocanın Sapanca’da olduğu 4-5 ay bizim için büyük bir fırsat olmuştu. Memur sivil 15-20 kişi olarak zevkle iştirak ediyorduk. Hoca bir defasında "Ailecek tanışmayanlar tanışıyor sayılmazlar. Birbirinizi ailecek çoluk çocuk tam tanımanız icabeder" dedikten sonra ailece gelenler de oluyordu.
Sabahaddin Hoca kadın erkek, çocuk, büyük herkesle tanışır, onlarla kısa sohbetler yapar, mühim tavsiyelerde bulunurdu. Ve ailecek tanışma ve dostlukları telkin ederdi. Bizim Rânâ Âliye hanımla da epey etraflı tanışma, sohbetten sonra da “Siz çoktan üniversite mezunu olmuşsunuz” dedi. Çünkü biz liseyi bitirince nişanlanıp az zaman sonra evlenmiştik. Bizim evde epey kitap olduğundan daha nişanlıyken de kitap hediye ettiğimizden ve aile de subay ailesi olduğundan kültürel seviyesini hoca da iyi bulmuştu. Bu da bize hoş hatıra kaldı.
60 lı yıllarda çok farklı bir tarz ve üsluba sahip hocamız, üniversite de oruç tutabilen ender eşhastan imiş. Bir arkadaş bu konuyu merak edip, “hocam sizin farkınız nereden geliyor, nasıl oluyordu" diye sordu. Hoca cevaben: “Ben erken yaşlarda, faydasız ilimden Allah’a sığınırım, hadisi şerifini işittim ve anladım. Buna riayetle daima faydalı (ilmi nafî) talibi oldum. Yaşayışımı da ona uydurmaya çalıştım. Fark varsa oradan geliyordur” demişti.
Bugünlerde (2025 başı) nüfus azalması diye bir meselemiz daha konuşuluyor. Türkiye’de 1960 larda başlayan bir nüfus planlaması meselesi vardı. Bunda öncülüğü ülkenin en büyük şirketleri-vakıfları-zenginleri yapıyordu. O zaman yurt dışından planlama ve kalkınma için davet edilen bir uzmanın, nüfusunuzu kontrol edin artışını önleyin yeter dediği yazılıp söyleniyordu. Sabahaddin Hoca aynı zamanda iktisadi bir konu olan nüfus meselesini çok erken idrak etmiş, kalkınmanın motorunun dinamik nüfus olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Yukarıda bahsi geçen Türkiye’de Nüfus Meselesi adlı kitabı 1973 yılında basılmış ve arayan bulup okuyabiliyor.
Sabahaddin Hocamız 10 Aralık 2007’de 81 yaşında 5 çocuk, 10 torun sahibi olarak vefat etti. Vefatı üzerine hakkında birçok yazı yayınlandı. Bunlardan talebesi-meslekdaşı, kıymetli mütefekkir muharrir M. Özel Hoca’nın, dünya bizim sitesinde Murtaza Özeren ile yaptığı mülakatın birkaç bölümünü naklediyoruz.
“Bir neslin 'BabaHoca'sı idi Sabahattin Zaim”
“-Bildiklerinden taviz vermez, ama kimseyi de kırmazdı. Sanki, “insanlar da fikirler kadar önemlidir, aman birbirinizi gücendirmeyin” der gibiydi. İnsanların akılları kadar; galiba akıllarından da ziyade, kalplerine karşı konuşurdu. Doğrudan kalbe seslendiği için de bir BabaHoca olarak algılanıyordu.
-Sadece akla hitap edenlerle de elbette verimli tartışmalar yaparsınız, çok da yararlanırsınız. Fakat bir de bazı insanlar var ki, onları dinlerken “bu adam bana bir şey yutturmaya çalışmıyor; beni aldatmaya çalışmıyor; elini uzatıyor, hayatı ve ölümü benimle paylaşmak istiyor” dersiniz. İşte Sabahattin Zaim böyle birisiydi. Okuduklarını önce kendi kalbinin süzgecinden geçirip öyle aktarıyordu bize. Mesela hazırladığı “Çalışma Ekonomisi” kitabına bakıyorsunuz, her bölüm bir ayet veya hadis ile açılır ve her konu bunlar ışığında incelenir. Aslında muhteva itibarıyla baktığınızda diğer çalışma ekonomisi kitaplarıyla üç aşağı beş yukarı aynı konuları işliyor ama bu işaret ettiğim fark, kitabı özel kılıyor. Sonra okurken “bu adam bana gerçekleri kavratmak ve doğru bir konum aldırmak istiyor ve bu hususta da Müslüman olmanın ne kadar mühim olduğunu hissettiriyor” diyorsunuz. Bu yönüyle kendi kuşağı içindeki insanların da bence birçoğundan ayrıydı.
-Sabahattin Zaim bütünüyle bir nazariyat adamı değildi. Yani konuşmasında kavramların tahakkümü yoktu. Çünkü kalpte ilmî kavramların hükmü geçmez. O kalbe sesleniyordu. Yazdıklarında da bu özelliği mevcuttur. Yazdıkları, bir nazariyat derlemesinden ziyade terbiye kaynağı olarak düşünülmelidir. Şifahî yani sözlü gelenek, dinleyicinin kalbine seslenmeyi, bu sayede güven tesis etmeyi esas kabul ederek devam eder. Bu gelenek içine Sabahattin Zaim’i yerleştirmek yanlış olmayacaktır. Onda bu bilgeliği, güven veren çehreyi görürdünüz.
-Hoca her İslamî oluşuma müspet bakardı. Hatta o kadar müspet bakardı ki hiç yanlış veya eksik görmezdi, görmek istemezdi. Hep olumlu yönde telkinlerde bulunurdu. Ve geleceği hep aydınlık görürdü. Bu olumlu bakış bazen eleştiriler alıyordu tabii, “bu hoca da her şeye olumlu bakıyor” diye. Ancak bu onun karakterinde olan bir şeydi. İçinden geldiği için böyle yapıyordu. Tenkide değil, safları tahkime önem veriyordu”.
Sabahattin Hocamızın son eseri 2008’de neşredilen “Bir Ömrün Hikâyesi” adlı hatıratıdır. Editörlüğünü talebe ve dostları Prof. Dr. Sedat Murat ve Dr. İsmet Uçman’ın yaptığı esere enfes bir TAKDİM (sunuş) yazısı yazmışlar. Esere sahip olanların tekrar okusa çok zevk alacağı 5 sayfalık bu yazı bir kadirşinaslık örneği.
Hoca hatıratın girişinde “dirlik” sistemi hakkında şu malumatı verir:
“Osmanlı devletinin demokratik yapısını ifade eden iki önemli müessese vardır: Birisi vakıf müessesesi, diğeri de dirlik sistemidir. Vakıf müessesesi toplumun sosyal, iktisadi ve medeniyet yönünü, dirlik sistemi ise devletin idari, askeri ve iktisadi yönünü ifade etmekteydi.
Dirlik sistemini kısaca hatırlatmak bâbında şunlar söylenebilir: Miri araziler, Osmanlı'nın fethederek elde ettiği topraklardı. Bu topraklar fethedilir fethedilmez kayıtları yapılır, rakabesi yani kontrolü ve işletilmesi bir takım insanlara verilirdi. Bu insanlar genellikle başarılı sipahiler olurdu. Dirlikler, büyüklüklerine göre has, tımar ve zeamet olarak üçe ayrılırdı. Has, en büyükleri olup daha çok saray erkânına tahsis edilirdi. Orta büyüklükte olanlarına zeamet, küçüklerine de tımar denilirdi. Kendisine zeamet tahsis edilen kimselere "Zaim" denilirdi. Bilebildiğimiz en eski ceddimiz olan Aslan Zaim. İştip'de zeamet sahibi olmuş bir sipahiydi” S.31
Babası ile alakalı şu bilgileri de verir
“Sıkıntılar hâlâ bitmemişti. Kısa bir zaman sonra I. Cihan Harbi başlamış. Rahmetli babam orduya gönüllü olarak yazılmış. Edirne'ye geldiğinde yaşı tutmadığı için orada bir müddet postahanede çalışmış. Neticede bir gün asker olup Kafka cephesine sevk edilmiş ve istihkâm sınıfında küçük bir zabit olarak fiilen harbe katılmış. Kafkas cephesindeyken çekilen resimler, aldığı ve kullandığı armalar hâlâ durur. Kars'ın yeniden ele geçirilmesinde vazife görenler arasındaymış. İstihkâm bölüğü olarak atla Kars'a girdiklerini, oradaki Rus heykelini dinamitleyip yok ettiklerini anlatırdı.
1952-53 yıllarında Abana kaymakamı iken Kastamonu valisi Niyazi Akı Bey kaymakamlığa ziyarete gelmiş, onu babamla tanıştırmıştım. Babam o günlere ait hatıralarını anlatırken Rus heykelini nasıl yıktıklarını zikretmiş, bunun üzerine Niyazi Bey de, "O yıktığınız heykelin geride kalan kaidesini de ben yıktım" diye anlatmıştı. Babamın anlattığına göre, yıkılan heykel at üstünde bir Rus askerini gösteriyormuş”. S.34-35
Hocanın hatıratında şu hususa şayan-ı dikkat
“Rahmetli annem, Sultan Reşat'ın son Balkan seyahatinde, ilkokul talebeleri olarak Vardar köprüsüne dizildiklerini ve orada Sultan Reşat'ı selâmladıklarını anlatırdı. Dediğine göre, Sultan Reşat trenle geçerken el sallayıp ağlıyor, gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyormuş. Bunu kaybedilen Rumeli'nin ızdırabı ile yaptığını anlamak zor değil...
Evvelce de belirtildiği gibi, o günkü Yugoslavya'nın Makedonya bölgesindeki arazinin çoğu Türklere aitti. Sırplar çobanlık, Bulgarlar ırgatlık yaparlardı. Kilisenin teşviki, değişmeyen milli ve ortodoks politikalarıyla hepsi de sırf Müslüman oldukları için Türkleri topraklarından sürüp çıkarmaya çalışırlardı. Yugoslavya, bu işi suret-i haktan görünerek fazla gürültü çıkarmadan uygulamaya muvaffak olan ülkeydi. Yugoslavya'daki Türkler dinî bakımdan böyle bir baskı altındayken Anadolu'daki Türkler de lâiklik etiketi altında kendi yönetimleri tarafından baskı altında tutuluyor, toplumun İslâmi hüviyeti gittikçe zayıflıyordu. Bu haberler Rumeli'deki Türkler tarafından dikkatle takip ediliyor, durum üzüntü ve endişeye sebep oluyordu.
Nihayet 1934'de babam Reisu'l-Ulema'ya danışmaya, bu sıkıntılı durum hakkındaki görüş ve değerlendirmesini almaya karar verdi. Kendisiyle görüşerek ona şu suali yöneltti:
-Burada İslâmî kimliğimiz ve istikbalimiz tehlikededir. Türkiye'ye gitmek istiyoruz, fakat oradan da dinimiz bakımından iyi haberler gelmiyor. Ne yapalım? Reisu'l-Ulema babama şu cevabı verdi:
- Orası Türkiye'dir, İslâm ülkesidir. Rejimler değişir, bugün böyledir, yarın başka türlü olur. Burada ise çocuklarınızı ileride Türk ve Müslümanla evlendirme imkânınız bile tehlikeye düşebilir. Bu sebeple gitmeniz hayırlıdır.
Bu durum, onlarla hiç ilgilenmeyen, onları adeta yok sayan Anavatan'ın tutumuna karşı, oradaki "evlâd-ı fatihan"ın çaresiz durumunu göstermekteydi”. S.39-40
Son olarak bir iktibas daha yapalım
“Türklerin tarihi incelenirken, mazinin herhangi bir devresinde, ayrı yerlerde ve başka adlarla kurulup yaşatılan çeşitli Türk topluluk ve devletlerinin de mevcut olduğu görülür. Bu nedenle, Türk tarihi denilince, tek bir topluluğun belirli bir coğrafyadaki tarihi değil, Türk adı ile veya hususi adlarla anılan ve ayrı hükümdar ailelerinin idaresinde bulunan; bununla beraber dili, dini, töresi ve ananeleri ile aynı milli kültürün sahibi olan Türk topluluklarının çeşitli bölgelerde ortaya koydukları tarihlerinin bütünü anlaşılmalıdır. Günümüzde bu geniş coğrafyaya dağılmış olan Türk toplulukları arasında gerek dil, gerekse yaşayış, gelenek ve görenek gibi kültürel yönlerden derin ayrılıklar görülmemektedir”.
Balkan Türkleri Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya, Kosova, Bosna, Karadağ, Sancak, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya'ya dağılmış bulunmaktadır.
Türk milletinin ve hassaten Türk gençliğinin ilmî, insanî ve meşru milletlerarası kaideler çerçevesinde bu konularla ilgilenmesi bir zarurettir.
Yapılacak şey, fikrî, ilmî ve kültüreldir. Anadolu dışındaki Türklerin durumlarını sürekli takip etmeli, geçmişte bu ideal uğrunda mücadele edenleri hatırlamalı ve her birini yeni gençliğe tanıtmaya çalışmalıyız. Çalışma şartları bugün için elverişli olmayabilir, fakat konuyu millî şuurumuzda canlı tutabilmeliyiz.
Meselâ İkinci Dünya Harbi'nden sonra, Yugoslavya'daki komünist rejime karşı Türklerin kendi kendini idare etme ve hürriyet mücadelesine girişmiş olduklarını, bu gayeyi gerçekleştirmek için Üsküp'te "Yücel", Prizren'de "Genç Türkler" ve Bosna'da "Genç Müslümanlar" cemiyetlerini kurduklarını, birçok kahramanların bu uğurda hayatlarını feda ettiklerini bugünkü Türk gençliğinin yüzde kaçı bilmektedir? Türk milletlerinin hürriyeti uğrunda şehit olan bütün kahraman mücahitleri ve bu arada Yugoslavya'daki Türklerin hürriyeti ve esaretten kurtulmaları için canlarını veren Yücelciler'i anmamız millî ve insanî bir borçtur. Yücel Teşkilâtı, Türklerin esaretten kurtarılıp şanlı tarihine uygun bir mevkie yüceltilmesi gayesini güttüğü için bu adı almıştır”. S.43-44
Bu naklettiğimiz manidar hatıralar muhterem hocamızın “Bir Ömrün Hikâyesi” ni okuma ve zevkiyâp - hisseyâb olma neticesini hâsıl ederse biz de memnun ve mesrur olacağız.
Editör hocalarımıza medyun-u şükranız. Sabahaddin Hoca’mızla diğer ufûl eden yârânına rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz. Görülüyor ki Sabahaddin Hoca tedrise devam ediyor.