Tunus'u  tanıdıkça, eski yapıların içerisinde aşınmış duvarlarda ortaya çıkan renk katmanları gibi tarihi bir süreci olduğunu fark ettim. Dışarıdan bakıldığında tek bir yapı ama içindeki yaşanmışlıklarıyla bir çok farklı hikaye...

İnsanın bu dünyadaki varlığını tanımlayabilmesinin en anlamlı yolu seyahat etmesi ve gezdiği, gördüğü yerlerle derin bir bağ kurmasıdır bence. İslam coğrafyasının kadim şehirlerini görebilmek en büyük hayallerimden biriydi. Bu hayalimin peşinden koşmaya devam ediyorum. Buna rağmen Tunus, seyahatimden önce gündemimde olmayan bir ülkeydi. Tunus’la ilk  temasım  yıllar önce, lise zamanında ülkedeki  yönetimin Müslümanlara uyguladığı baskıyı öğrenmemle başlamıştı. Bir de 2010 yılındaki Arap Baharı’ nın başladığı ülke olarak  zihnimim bir köşesinde sessizce duruyordu.

Rehberlik mesleğine yeni başlayan biri olarak Tunus’a gitme fikri karşıma çıktığında tabi ki derin bir araştırma sürecine girdim. Karşıma çıkanlar beni hem şaşırttı hem de bu ülke ile aslında ne kadar güçlü bağlarımızın olduğunu fark ettirdi. Tunus'u  tanıdıkça, eski yapıların içerisinde aşınmış duvarlarda ortaya çıkan renk katmanları gibi tarihi bir süreci olduğunu fark ettim. Dışarıdan bakıldığında tek bir yapı ama içindeki yaşanmışlıklarıyla bir çok farklı hikaye...

Bu renk katmanlarının her biri orada yaşayan insanların zevkini, mutluluklarını veya acılarını yansıtıyordu.

Ben de Tunus’taki bu farklı dönemlerin izini sürmeye karar verdim ve en alta yani hikâyenin başladığı yere gittim Kartaca şehrine…

Hikayenin başladığı yer; Kartaca

M.Ö .9 yüzyıl. Efsaneye göre vefat eden Fenike kralının oğlu tahta çıkarak kız kardeşi üzerinde baskı oluşturmaya başlıyor. Fenike’nin güçlü ve cesur prensesi Dido bu baskıdan kurtulmak için onu destekleyen küçük bir toplulukla Akdeniz’in turkuaz sularına açılıp, kendine yeni bir başlangıç yapabileceği bir arayışa çıkıyor. Antik çağın deniz tüccarları olan Fenikeliler yine bu güzel suların kıyısında, doğal limanlarla donatılmış bir bölgeye demir atıyorlar. Bölgenin o dönemki berberi lideri Dido’ya bir öküz postu vererek bu postun kapladığı yer kadar toprak alabileceğini söylüyor. Dido, bütün gece o postu incecik şeritler halinde keserek küçük bir tepeyi kaplayacak kadar genişletiyor ve tebaasıyla beraber buraya yerleşiyor. Yıllar içinde büyüyen bu halk tarihe adını yazdıran Kartaca Krallığına dönüşüyor. Kartaca krallığı, Roma Devleti ile yaptığı ve  120 yıl süren Pön savaşları sonunda yıkılıyor. Hatta bu yenilgi sayesinde Roma bir imparatorluk haline geliyor. Bu hikâyenin trajik tarafı ise krallığın kurulmasını sağlayan prenses Dido’nun ve Roma’ya yenilerek krallığın yıkılmasına sebep olan meşhur komutan Hannibal’ ın  intihar ederek yaşamlarına son vermesi olmuş. Hannibal uyguladığı savaş taktikleri ile tarihteki en güçlü ve dahi komutanlar listesinde yerini almış fakat tutsak olarak yaşadığı Libyssa’ da yaşamına son vermiş. Bugün Libyssa nerede diye baktığımızda karşımıza İzmit şehri çıkacaktır. Evet, antik çağın dahi komutanı Hannibal’ın mezarı Türkiye’ de. Atatürk’ün isteği üzerine araştırılan mezar yeri tam olarak tespit edilemeyince günümüzde Gebze Teknik Üniversitesinin kampüsünde bir tepeye adı verilerek bir anıt mezar yapılmıştır.

Fenikelilerin insanlık tarihine katkılarından da bahsetmek gerek. Bugün kullandığımız alfabenin temelleri Fenikelilerin kullandığı Pönce’ ye dayanmaktadır. Ayrıca cam işleme sanatının da dünyada yayılmasına öncülük etmişlerdir.

Kartaca’da yıkıntılar arasında gezinirken Dido’nun ve Hannibal’ın izlerini görmeye, onların baktıkları yerden şehre bakmaya çalıştım. Benim Kartaca’daki bu Fenike izlerini arayışlarım beyhudeydi çünkü Romalılar burayı ele geçirdikten sonra savaştıkları 120 senenin acısını çıkarmak istercesine her yeri yakıp yıkmışlar. Hatta o kadar nefret beslemişler ki,  Kartaca’nın bereketli topraklarına tuz dökerek körlemişlerdir diye yazar bazı tarihçiler. Yine de yüzyıllar süren Roma hakimiyetinde Kartaca ve çevresi Roma’ya tahıl ambarı olarak çokça fayda sağlamıştır.

Tunus Resimleri (17)

Yaklaşık 600 yıl Kartaca’yı yöneten Roma bu bölgenin konumunu en iyi şekilde kullanarak Akdeniz ticaret yollarında hüküm sürmüş ve bu ticaret yolları sayesinde zenginleşen Roma, şehre ve çevresine de bir çok yapı inşaa etmiş. Bir kısmı günümüze yıkıntılar olarak gelebilse de bazıları hala tüm ihtişamı ile görenleri kendisine hayran bırakmaya devam ediyor. Mehdiye vilayetine bağlı El- Cem şehrinde bulunan Roma dönemi amfitiyatrosu bu yapılardan biri. 35bin kişilik kapasitesi ile dünyadaki 3. büyük amfi tiyatro olan yapının büyük bir kısmı ayakta ve içine girenleri  az sonra bir gladyatör dövüşü izleyecekmiş gibi bir duyguya sevk ediyor. İtalya’ya gidip Kolezyum’u göremedim diye üzülenlere El- Cem’e gelmelerini tavsiye derim :)

Tunus Resimleri (24)

Tunus’ta Roma döneminden kalan mozaikler son Osmanlı yöneticisi olan Hüseynilerin yaşadıkları Bardo Sarayında sergileniyor. Bugün müze olarak kullanılan yapıyı büyük bir hayranlıkla gezdim. Tunus’a tekrar gitmeye sadece bu müze için bile değer diye düşünüyorum. Mozaiklerin bir kısmının üstünde yürüyor olmak beni biraz rahatsız etse de Dünyanın en büyük mozaik müzesi adını sonuna kadar hak eden bir yer olduğunu ifade etmeliyim.

Tunus Resimleri (12)

Pagan Roma döneminden kalan, mitolojik hikayelerin işlendiği devasa zemin mozaiklerinin yanında, Hristiyanlık dönemine ait figürlerin ve konuların betimlendiği mozaikleri de görebiliyoruz müzede. Bu arada Sarayın kendisi de tek başına gezilip görülmeye değer nitelikte bir yapı.

Tunus Resimleri (26)

Tunus’un İslamlaşması

 M.S 7. Yüzyıla geldiğimizde Tunus’ta başka bir dönemin başladığını, yani yeni bir renk katmanının oluştuğunu görüyoruz. İslam orduları Arap Yarımadasından çıkarak denizler geçiyor ve bu güzel beldeye cihat ederek Tunus’u bir İslam beldesine çeviriyorlar. Müslümanların Ifrıkiye adını verdikleri bu bölgede o zamana kadar merkez konumunda olan Kartaca şehrine yerleşmek yerine daha iç kısımlara gidilerek Kayrevan şehri kuruluyor. Bir ordugah olarak kurulan şehir yüzyıllar içerisinde gelişerek İslam’ın 4. Kutsal şehri ünvanını alıyor. Bugün ise UNESCO koruması altında. Bölgeyi fetheden komutan Ukbe b. Nafi cihada devam ederek günümüz Fas ülkesine ulaşıyor ve artık ilerleyecek bir kara olmadığını görünce tarihe kayıt düşülen şu sözleri sarf ediyor; “Yâ Râb! Eğer önüme şu deniz çıkmasaydı senin adını daha ilerilere götürecektim.”

İslam’ın Afrika’ya yayıldığı nokta; Kayrevan

Kayrevan Ulu Camii’nin inşası 7. Asırda Ukbe b. Nafi tarafından başlatılmıştır. Camii İslam mimarisinin ilk örneği olan Mescid-i Nebevi’nin plan tipiyle benzerlik göstermektedir. Enine dikdörtgen planlı bu abidevi yapının en göz alıcı unsuru ise 32 metre boyundaki kare planlı minaresidir. Ayrıca revaklarla çevrelenmiş avlu da ilk olarak bu camide uygulanmış. Afrika kıtasında ezanların göğe yükseldiği ilk yer olan Kayrevan Ulu Camii, kuşların içinde serbestçe dolaşıp cıvıldaştığı,  devşirme sütunları ile kendinden önce yaşananları da bünyesinde barındıran, zeminindeki hasır örtüleri ile geleneksel yaşamın renkleriyle donatılmış, her Müslümanın teneffüs etmesi gereken bir cami olarak belleğimde yerini aldı.

Tunus Resimleri (10)

Bir Sahabe; Ebu Zem’a el Belevi

Kayravan’a giderken yolumuzun üstünde bir sahabeyi ziyaret ediyoruz. Ebu Zem’a el Belevi. Rıdvan biatine katılmış az sayıdaki sahabeden bir tanesi. Bu biate katılıp peygamber efendimizi yalnız bırakmayanlar cennetle müjdelenmiş. Ebu Zem’a el Belevi'nin burada medfun oluşuna gelince; Afrika kıtasına yapılan fetihlere katılarak o dönem bu bölgede hüküm süren Bizanslılarla yapılan savaşta şehit düşmüş, uzun yıllar türbesi yapılmamış ta ki Osmanlı dönemine kadar. 18.asırda yerel yönetici olan Hammude Paşa bu sahabeye muazzam bir türbe ve hemen yanı başında da yine aynı güzellikte bir cami yaptırmış. Böyle türbelerde genellikle hacet penceresi önünden Fatiha okumaya alışkın olan bizler için sahabenin sandukasının yanına gidip oturarak Kur’an-ı Kerim okuyabilmek hepimize büyük bir feyiz verdi. Türbede bir nevi bekçilik yapan yaşlı bir amca çıkışta hem yardım toplayıp hem de bize gülabdanlardan Tunus'un alameti farikası olan Yasemin kolonyası ikram etti. Bu ülkede gerçekten her yer yasemin kokuyor.

Tunus Resimleri (4)

Başkent Tunus

Tunus’ta eski şehrin çarşılarının olduğu bölgeye Medina deniyor. Her şehrin bir medinası var. Tunus’ta özellikle 9. Yüzyılda başlayıp bir asır devam eden Ağlebiler döneminde şehircilik gelişmiş, eski yapılar onarılırken yeni birçok yapı inşaa edilmiş. Başkent Tunus’un da ulu camisi olan Zeytune Camii bu dönemde ihya edilen eserlerden biri. Özellikle medresesinde yetişen öğrenciler sayesinde uzun yıllar Afrika’nın, hatta İslam dünyasının ilim adamı ihtiyacı bu medrese sayesinde karşılanmış. Kadınların da eğitim alabildiği ilk medrese olması hasebiyle de özel bir öneme sahip.

Tunus Resimleri (28)

Sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen ve Mukaddime adlı eseri ile bizlere umran, asabiye gibi kavramları kazandıran İbn Haldun’da bu medresenin öğrencilerindenmiş. İbni Haldun’un çocukluğunun geçtiği sokaklarda yürümek bile Tunus’taki varlığımı anlamlı kılıyor. Bugün Habib Burgiba Bulvarındaki heykelinin tam da şehrin en büyük katedralinin önünde olması Tunus’un tarihindeki süreçleri bize adeta tek bir karede anlatıyor gibi.

Tunus Resimleri (3)

Tunus’taki bir Osmanlı eseri olan Yusuf Dayı Camii  sekizgen planlı minaresi ile çarşıda gezerken ilk göze çarpan yapılardan biri. Dayılık ise Osmanlı’nın bu topraklarda bıraktığı yeniçerilerin içlerinden seçtikleri yöneticilere verdikleri bir isim.

Tunus Resimleri (22)

Bir dönem Tunus bu dayılar tarafından yönetilmiş.

Soussa- Kale gibi bir cami  

Soussa şehrine bir akşam ezanı vaktinde vardık. Şehrin medinasının girişindeki ulu cami 9. yüzyılda Ağlebiler döneminde inşa edilmiş. Caminin dış avlusunun  köşelerindeki kuleleri sebebiyle camiden çok bir kaleye benziyor. Soussa’nın çarşılarında gezerken zeytin ağacından oyulmuş kaplar, seramikten tabaklar ve süs eşyaları, Tunus'a özgü mozaik panolar, geleneksel kıyafetler, modern elbiseler,  el yapımı deriden çarıklar, çantalar, Tunus’ta yetişen lezzetli hurmalar ve saymakla tükenecek gibi görünmeyen birçok eşyayı bu küçük ve labirenti andıran çarşılarında bulmak mümkün. Tabii ki herkes Türkiye'ye bir hatıra getirmek için bu labirentte kaybolmayı göze alıyor :)

Tunus lezzetleri

Bu çarşılardan  ülkenin lezzetli yemeklerinin de tadına bakmadan geçmek olmaz. İnce bulgurdan yapılmış pilavın üstüne et konularak servis edilen Kuskus yemeği ülkenin en geleneksel lezzeti. Kuskus mağrip ülkelerinin tamamında bilinen ve sevilen bir yemek. Hatta Faslı düşünür Muhammed Abid el Cabiri, Mağrip ve Maşrık ayrımını yaparken “ Mağrip kuskusun bittiği yerde biter.” Diyerek gastronomik bir sınır çizmiştir. Genelde ana yemek öncesi ara sıcak olarak sunulan, içinde ton balığı ve yumurta olan Brik çok da tercih ettiğim bir tat olmadı. Bir sokak lezzeti olan ve bizim topraklarımızdaki pişiye çok benzeyen  Bambalouni ise ayaküstü yiyebileceğiniz keyifli bir yiyecek. Çay kültürü ise Türkiye’dekinden çok farklı. Her yerde bol şekerli nane çayı servis ediliyor. Kahve içmek içinse hem çok güzel mekanlar var hem de kahve çeşitleri çok lezzetli. Her şehirde mutlaka kahve molası verecek otantik bir kafe bulmak mümkün. Tunus’un bir Akdeniz ülkesi olduğunu da unutmamak lazım. Seyyar tezgahlarda taze sıkılan portakal suları da içecek olarak iyi bir alternatif.

Münastır; Bir ribate yakından bakmak

Tunus'ta her sahil şehrinde güvenliği sağlamak için yapılmış ribat adı verilen küçük kaleler var. Ribatlerde gönüllü olarak sürekli ikamet eden askerler varmış zamanında, bu askerlere de murabıt deniyormuş. Munastir şehrideki ribati gezebilme imkanımız oldu. Yapı Abbasiler dönemde inşaa edilmiş. Yapının bölümlerini görmek ve bir zamanlar burada hem yaşayıp hem de şehri koruma görevini üstlenen gönüllü askerlerin hangi koşullarda burada bulunduklarını hayal etmek, bize farklı duygular yaşattı. Ribat içinde küçük fakat ilgi çekici objelerin sergilendiği bir müze de var. Bunların arasında Osmanlı döneminden kalan bir evlilik sözleşmesi metni benim en ilginç bulduğum şeydi.

Tunus'un gelişmiş, ve ekonomik olarak güçlü bir devlet olma yolundaki en önemli kırılma noktalarından bir tanesi Endülüslü Müslümanların  ‘Reconquista’dan kaçarak bu ülkeye sığınmış olmalarıdır. Endülüsün fikri zenginliğini buraya taşıyarak tarımda, mimaride, geleneksel sanatlarda ve tekstilde Tunus’u çok kısa bir sürede kendi dönemindeki diğer ülkelerin önüne taşımışlar. Bugün bile Tunus’taki mimari yapıları gezerken gördüğümüz kapı ve pencerelerdeki atnalı kemerler, mimari formlar, çinilerdeki motifler, tavanlardaki alçı bezemeler Endülüs izleri taşımaktadır.

Bu bölgeye özgü ‘Maluf’ adı verilen müzik türü de yine Endülüslü Müslümanların Tunus’a bir hediyesi olmuş. Günümüzde bu geleneksel müziği yaşatmak ve dünyaya tanıtmak için kurdukları bir merkezleri bile var.

Mehdiye ve Fatimiler

 İsmailiye lideri Ubeydullah el Mehdi tarafından kurulan Mehdiye şehri Fatimilerin ilk başkenti olmuş. Bu dönemde Mehdiye şehri imar ve ticaret konusunda oldukça gelişmiş. Bir yarımada görüntüsünde olan şehrin etrafı güçlü surlarla çevrilerek denizden gelecek tehlikelere karşı donatılmış fakat Fatımiler için tehlike içerden gelmiş. Tunus halkının Maliki mezhebinden olması ve komşu ülkelerdeki Hariciler  sebebiyle, Fatımiler bu bölgede rahat bırakılmamışlar. Zaten hedefleri Mısır olan Fatımi yöneticiler, Tunus’taki yaklaşık 70 yıllık iktidarlarından sonra 973 de Mısır’ı ele geçirmişler. Fatımiler bundan sonra Kahire merkezli bir yönetimi tercih etmiş. Dönemin meşhur coğrafyacısı Makdisi ; “Eğer Konstantiniyye’yi merak ediyorsanız Akdeniz’i geçmenize gerek yok Mehdiye’yi görmeniz yeterli” diyerek iki şehir arasındaki benzerliğe atıfta bulunmuş.

Bir veli; Sidi Bou Said

Son gün Ziyaret ettiğim Sidi Bou Said, beyaz badanalı evleri ve mavi boyalı kapılarıyla tam bir Akdeniz tatil beldesi görünümünde karşılıyor bizi. Küçük bir tepe ve onun yamacına kurulan şehir Akdeniz’in muhteşem manzarasını karşı inşa edilmiş geleneksel yapılardan oluşuyor. Burası da Kayrevan gibi UNESCO koruması altında. Sidi kelimesi Tunus’ta çok karşımıza çıkıyor. Toplum içinde saygı duyulan ve itibar gören kişilere verilen bir ünvanmıs. 13. yüzyılda henüz burası boş bir tepe iken Sidi Bou Said (Ebu Sid İbn Halef İbn Yahya El-Baji) burada inzivaya çekiliyormuş. Vefat ettiğinde de bu tepeye defnedilmek istemiş. Vefatından sonra türbesinin etrafında ufak yerleşim yeri oluşmaya başlamış ve bu yerleşim zamanla genişleyerek bugünkü halini almış.

Tunus Resimleri (20)

Tabii ki buranın rağbet gören bir tatil ve turizm lokasyonu haline gelmesi,  Fransız sanatçıların Sidi Bou Said’in güzelliğini ve sakinliğini farketmeleriyle başlamış. Özellikle Fransız ressam ve müzikbilimci Rodolphe D’erlanger bu küçük kasabaya hayran kalıyor ve bir saray inşaa ettiriyor. 1909-1921 yılları arasında yaşadığı saray olan Ennejma Ezzahra , günümüzde Akdeniz ve Arap Müziği Merkezi olarak kullanılıyor. Ayrıca Simone de Beauvoir, André Gide, Henri Matisse, Michael Foucault gibi sanatçılar da bir dönem  Sidi Bou Said’i  mesken edinmişler.   

Ifrıkiyye

Osmanlı bu coğrafyayı 1574’te İspanyolların elinden yıllar süren bir mücadele sonunda almış ve bir renk katmanı daha eklenmiş Tunus’un tarihine. Tunus, 300 yıl boyunca Osmanlı vilayeti olarak varlığına devam etmiştir.  Mehdiye şehrindeki Burcu’l Kebir, Osmanlı'nın bu topraklarda bıraktığı en görkemli yapılardan biridir. Diğer şehirlerdeki ribatlardan çok daha büyük ve konum itibariyle çok stratejik bir noktada olan bu kale, Osmanlı’nın bölgedeki varlığının bir nişanesi olarak ziyaret edenleri vakurla selamlıyor.  Burcu’l Kebir’e çıktığınızda bir ucundan Akdeniz’in sonsuz ufkunu izlerken diğer ucundan küçük bir ada gibi denize doğru uzanan Mehdiye şehrinin etkileyici görüntüsünü izleyebilirsiniz.

Tunus Resimleri (29)

Tunus'ta Osmanlı mirası olarak sadece yapılar çıkmaz karşımıza. Özellikle Osmanlı yönetimi döneminde bu bölgeye getirilen Türk ailelerin torunları hala varlıklarını devam ettirmektedir. Türki soyadlı birçok Tunuslunun, özellikle Hamamet şehrinde yaşadığını duyduk.

 Sömürge dönemi ve Bağımsızlık

1. Dünya Savaşı'ndan sonra dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını paylaşan Avrupalı ülkeler tabii ki Tunus'a da göz dikmişler , birden fazla ülkenin talip olduğu Tunus, nihayetinde Fransızlara kalmıştır. 70 yıl boyunca Fransız yönetiminde kalan ülke, 1956 yılında bağımsızlığını kazanmış, fakat bu sefer de Müslüman halk bu yeni kurulan laik rejimin baskısı altında kimliklerini korumaya çalışmıştır.

2010 yılında üniversite mezunu bir genç olan Muhammed Buazizi' nin ekonomik sıkıntı yüzünden kendisini ateşe vermesiyle başlayan ve Mısır, Suriye , Libya gibi ülkelere sıçrayan  alev, Arap baharı adında büyük bir değişim sürecini başlatmıştır.

Bugün Tunus’ta hala seçilmiş devlet başkanı hapiste olsa da önceki yıllara nazaran ifade özgürlüğü ve Müslümanların hayata katılma noktasında daha rahat bir ortamda bulunduklarını gözlemledik. Türkiye'den Tunus'a ziyaretlerin artmasıyla bölge halkı ile olan bağımızın daha da güçleneceğine inanıyorum.