Tasavvufun teşekkül sürecinde kurucu isimlerden biri olan ve er-Riâye isimli eseriyle tanınan Muhâsibî çok sayıda risale kaleme almıştır. Risalelerinin bir kısmını talebesi Cüneyd-i Bağdâdî’nin sorduğu sorulara verdiği cevaplar teşkil eder. Eserleri bu açıdan da ayrı bir öneme sahiptir.
Muhâsibî’nin kısa risâlelerinden biri olan Risâletü’l-müsterşidîn merhum Abdulfettah Ebû Gudde tarafından -şerh boyutunda dipnot ilaveleriyle- tahkik edilerek neşredilmiş. Bu neşrin Faruk Beşer’in Türkçeye tercüme etmesiyle bu eser ortaya çıkmış.
Eser Muhâsibî’nin tasavvufî nasihatlerinden müteşekkil. Bu açıdan nasihatname ya da vasiyetname türünde bir kitap olarak değerlendirilebilir. Kendi nefsini didik didik edercesine sorguladığı için “Muhâsibî” diye anılan müellifin bu özelliğini buradaki öğütlerinde görmek de mümkün. Sözgelimi “kalbine doğan her havâtırda kendini muhasebe et” der müellif.
Eserde dikkat çeken hususlardan biri ‘akl’ın kullanımıdır. Müellifin el-Akl başlıklı eserinde aklı ahlak ve imanla neredeyse eşanlamlı kullandığını biliyoruz. Bu eserde de bunun tutarlı şekilde devam ettirildiğini ve akla vurgu yapıldığını görebiliyoruz. “Hilm sahibi kimselerin ahlakıyla aklını emniyete al” der müellif, “hiç kimse akıl gibi bir ziynetle süslenmemiştir… Allah ancak akılla bilinebilir” diye de ekler.
Vurgulanan bir diğer husus ‘fuzulî işlerden uzak durmak’tır: “Kalbe gelen her belanın kesinlikle fuzulî işlerin sonucu olduğunu gördüm” der Muhâsibî. Ardından her uzvun fuzulîliklerinden bahsedererek bunları terk etmek için yapılması gerekenleri sayar. Örneğin “selameti bulmak için uzun uzun susmak gerekir.” Dille fuzulîlikten kaçınılması gerektiği gibi kulakla da gereksiz şeyleri dinlemeyerek fuzulîlikten kaçınılmalıdır. Zira dilden sonra en tehlikeli organ kulaktır; “kalbe giden en hızlı elçi, fitneye en çabuk düşen organdır” kulak.
İki hikmeti alıntılayarak bitirelim:
“Yazıcı hafaza meleklerine ikramda bulun.”
“Dininle dünyayı yeme.”