Bir cihan devleti olan Osmanlı, vaktiyle üç kıtaya gerçek anlamda adalet ve huzur götürmüş müstesna bir devletti. Altı yüzyıla, üç kıtaya ve etnik kökeni farklı onlarca millete başarıyla hükmeden, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesini kendisine şiar edinen bir imparatorluğun adıdır Osmanlı. Bu büyük devlet altı asırlık süreçte 36 padişah tarafından idare edilmiştir. Osman Gazi’yle başlayan ve onun adıyla anılan bu devletin başına geçen padişahlar “i’lâ-yı kelimetullah” uğruna nice kıtalar aşmışlar, İslâm’ın yücelmesi için cansiperane çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1389’dan 1402 senesine kadar, 13 yıl padişahlık yapan, tarihçiler arasında “Yıldırım Bayezid” olarak da bilinen I. Bayezid’dir.
1360 senesinde doğan I. Bayezid, savaş meydanında şehit düşen tek Osmanlı padişahı olan I. Murad’ın (Hüdâvendigâr) Gülçiçek Hatun’dan olma oğludur. Lakabı “Yıldırım”dır. Çok hızlı ata binmesinden ve çevikliğinden dolayı bu lakap kendisine verilmiştir. Babasının trajik ölümüyle Osmanlı’nın dördüncü padişahı olarak saltanat koltuğuna oturmuştur.
I. Bayezid, Kütahya’da geçen şehzadelik yıllarında çok iyi âlimlerden dinî dersler, komutanlardan da askerlik, sevk ve idare dersleri alarak mükemmel yetiş(tiril)miştir.
Osmanlı’nın dördüncü padişahı olan I. Bayezid, 1381’de henüz 21 yaşındayken Germiyanoğulları Beyi Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’la evlenmiş, bu evlilik karşılığında Germiyanoğulları’nın topraklarının önemli bir kısmı Osmanlı’ya gelin çeyizi olarak verilmiştir. Böylece Germiyanoğulları’nın toprakları Osmanlı’ya dâhil edilmiştir.
I. Bayezid’in Osmanlı tahtına çıkması, babası I. Murad’ın, çoğu Sırplardan oluşan Haçlılara karşı I. Kosova Savaşı’nı kazanmasından sonra savaş meydanını dolaşırken “Milos Obilic” adlı yaralı bir Sırp tarafından şehit edilmesi nedeniyledir. Osmanlı’nın zaferiyle neticelenen bu savaşta I. Bayezid’in yararlılıkları ve kahramanlığı dillere destandır. Murad Hüdâvendigâr, zafer sonrası böyle elim bir şekilde ölünce I. Bayezid tahta çıkmıştır.
Yıldırım Bayezid, hedefleri ve hayalleri yüksek olan bir padişahtı.
Yıldırım Bayezid, hedefleri ve hayalleri yüksek olan bir padişahtı. İlk hedefi, fethedileceğini Peygamber Efendimizin müjdelediği, fethedecek askerleri ve komutanlarını övdüğü İstanbul’u Osmanlı haritasına katmaktı. Dindar bir padişah olan Bayezid bu müjdeye mazhar olmak istiyordu. Bu zafer onun rüyalarını süslüyordu. Bu düşüncelerle 1391’de İstanbul’u muhasara etti ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra şehirde bir Türk Mahallesi kurulması, bir cami yapılması ve yıllık verginin artırılması şartıyla anlaşma sağladı. İlk denemede fethi gerçekleştiremese de Osmanlı adına mühim kazanımlar elde etmişti.
Yıldırım Bayezid’in İstanbul hayalleri hiçbir zaman bitmedi; her zaman iri ve diri durdu. Bu yüzden 1395’te İstanbul’u ikinci defa kuşattı. Bunun önüne geçmek isteyen Haçlılar, Osmanlılara ait Niğbolu Kalesini kuşatarak İstanbul muhasarasını kaldırmak, Osmanlı’yı buna mecbur etmek istediler. Fakat Sultan Bayezid, Haçlıları Niğbolu Kalesi önünde ağır bir bozguna uğrattı. Bu zafer I. Bayezid’in adını tarihe altın harflerle yazdıran zaferlerden biridir. Bu zaferden sonra Haçlıların gözü I. Bayezid’den iyice korkmuştur.
İstanbul (Konstantinopolis), Yıldırım Bayezid’in adeta Kızılelma’sıydı. İstanbul’u fethetme hayalini ve sevdasını zihninden hiç çıkarmayan Bayezid, 1397’de İstanbul’u üçüncü kez kuşatmış, Bizans’ın denizle bağlantısını kesmek için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirmiştir.
Büyük devlet adamı I. Bayezid’in tarih sahnesinden çekilmesine sebep olan, yine Türk kökenli bir devlet adamı olan Timur’dur. Malumdur ki Timur, kendisini İlhanlı Devletinin varisi sayarak Anadolu üzerinde hak iddia ediyordu. Anadolu Selçuklularının yıkılmasıyla Anadolu ve Orta Asya’daki Türk beylikleri Osmanlı ile Timur İmparatorluğu arasında mücadele unsuru haline gelmiştir. Bu gibi sebeplerle Timur’un Sivas’ı işgal etmesinden sonra Timur’la Yıldırım Bayezid arasındaki ipler iyice kopmuştur. Böylece iki büyük sultan arasında savaş şartları olgunlaşmıştır. Ardından Ankara yakınlarındaki Çubuk Ovası’nda muharebe başlamıştır. Kara Tatarlar ve bir kısım beylikler savaşın kızıştığı bir zamanda karşı tarafa geçince I. Bayezid, Timur’a karşı Ankara Savaşı’nı kaybetmiştir. Timur’a esir olan I. Bayezid, ömrünün son dönemlerini büyük bir üzüntüyle geçirmiş; adeta kahrolmuştur.
“Sultan-ı İklim--i Rûm” olarak da anılan I. Bayezid’in kısa sayılabilecek ömrü savaş ve mücadelelerle geçmiştir. I. Bayezid, 8 Mart 1403’te Akşehir’de Timur’a esirken ölmüştür. Ölüm sebebiyle ilgili olarak birçok rivayet mevcuttur. Şüphesiz ki en iyisini Allah bilir.
Yıldırım Bayezid takva ehli bir padişahtı. O, asıl adı Muhammed bin Ali olan Emir Buharî’nin (Emir Sultan) de kayınpederidir. Seyyid olan Emir Sultan 1391’de Bursa’ya göç etmiş, Yıldırım Bayezid’in kızı Fatma Hundi Hatun’la evlenmiştir. Tefsîr, hadîs, kelâm âlimi ve mutasavvıf olan Emir Buharî, Bayezid’in damadı olduğu için “Emir Sultan” diye anılmıştır. Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçememiştir. Hatta kayınpederini savaştan vazgeçirmek için cepheye kadar gitmiştir.
Güçlü, cesur ve kahraman bir yapıya sahip olan I. Bayezid, Timur’a karşı yapmış olduğu “Ankara Savaşı” dışında girdiği bütün savaşları kazanmıştır. I. Bayezid’in en büyük başarılarından biri de Türk birliğini sağlamasıdır. O, Bursa’da zâviye, medrese, imaret, han, köprü, dârüşşifa yaptırmış, muhteşem bir mabet olan Ulu Cami’yi de yine o inşa ettirmiştir.
Bursa’nın Eyüp Sultan’ı: Ulu Cami…
Osmanlı deyince Bursa, Bursa deyince de Osmanlı gelir akıllara. Çünkü Osmanlı’nın ilk büyük başkentidir Bursa. Devlet-i ebed müddet burada gelişmiş, serpilmiş ve üç kıtada at oynatan bir dünya devleti olmuştur. Onun içindir ki Bursa, Osmanlı’nın ilk kutlu basamağıdır.
Bursa, içinde barındırmış olduğu tarihî yadigârlarla adeta tarihin meşceridir. Tanpınar’ın deyimiyle “Bir zafer müjdesi burda her isim.” Bursa’yı “Bursa’da Zaman” şairi Tanpınar kadar güzel ve derinden kim anlatabilir ki:
“Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.”
Bursa deyip de geçmemek lazım. Hayatın tam merkezinde durur o. Tüm zamanların en güzel ve en yeşil şehridir Bursa. O ki nice asırlardan beridir gönül diliyle söyleşir mihmanlarıyla. “Fetih günlerinin saf neşesini” solursunuz tarihiyle barışık yaşayan ve buram buram mâzi kokan bu güzide topraklarda. Devlet-i ebed müddetin banileri son uykularını uyur Gümüşlü Kümbet’te. Bu yüzden şairin deyimiyle “Gümüşlü bir fecrin zafer aynası”dır.
Kadim şehir Bursa, Ulu Cami’yle özdeşleşmiştir.
Osmanlı Bursa’yla nasıl özdeşleşmişse; öyle de Bursa da Ulu Cami’yle öyle özdeşleşmiştir. Tabir caizse etle tırnak gibi olmuştur ikisi de. Zira Bursa’nın kalbi günde beş vakit Ulu Cami’de atar. Bursa’nın manevî vitrinidir Ulu Cami. I. Bayezid tarafından inşa ettirilen bu kutlu mabet, şüphesiz ki Türkiye’nin kadim mimarî şaheserlerindendir.
Ulu Cami’nin enteresan bir yapılış hikâyesi vardır. Rivayete göre Yıldırım Bayezid, Niğbolu Savaşı’ndan evvel Allah’a dua etmiş, bu savaşta muzaffer olursa yirmi cami yaptıracağı vaadinde bulunmuştur. Bu savaşı kazanan Yıldırım Bayezid Han, zaferin şükrünü eda etmek için yirmi cami yaptırmak istemiştir. Padişah, bu halis niyetini damadı Emir Sultan’a açmıştır. Emir Sultan ise “Hünkârım yirmi cami yerine, müminlerin toplanmasına vesile olacak, cuma namazlarının kılınacağı yirmi kubbeli bir cami yaptırsanız…” deyince, padişah bu teklifi uygun görerek yirmi kubbeli Ulu Cami’yi yaptırmaya karar vermiştir.
Bursa’ya manevî bir atmosfer ve derinlik kazandıran söz konusu mabet, 1396-1399 yılları arasında Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Ali Neccâr ya da Hacı Ivaz Paşa tarafından inşa edildiği düşünülmektedir.
Bursa’nın simgelerinden biri olan Ulu Cami, şehrin manevî dinamiklerinin de başında gelmektedir. İlk planlandığında cami, medrese, hamam, bedesten, dükkânlar ve meşrutalardan teşekkül eden bir külliye halinde tasarlanmış, daha sonraki devirlerde etrafına şadırvanlar, muvakkithane, muallimhâne, müezzin ve muvakkit odaları gibi yapılar ilâve edilmiştir. Bursa’ya gelip de Ulu Cami’yi gezip görmeden giden bir insan düşünülemez.
Bursa’nın gözde dinî mekânlarının başında gelen Ulu Camii, kapalı namaz kılma alanı bakımından Türkiye’nin en büyük camiidir. Harikûlâde bir mimariyle inşa edilen bu cami, dikdörtgen bir planda yaklaşık beş bin metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur. Sekizgen kasnaklara oturan toplam yirmi kubbe, mihrap duvarına dik olarak beş sıra halinde yer almaktadır. Caminin ana duvar kalınlıkları iki metreyi geçmektedir.
Ulu Cami’nin iki minaresi vardır. Minarelerin ikisi de beden duvarına oturtulmamış, yerden başlatılarak inşa edilmiştir. Batı tarafındaki minare Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Bu minarenin sekizgen biçimli kürsüsü mermerden, gövdesi ise tuğladandır. Doğu tarafına düşen minare ise sonraki yıllarda Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmıştır.
Suskunluğu sabırla yoğrulan şehrin emsalsiz meyvesi Ulu Cami’ye dair…
Ulu Cami’den semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa… Bu nefes hayat vermektedir şehre. Bursa’nın Ayasofya’sı olan bu mabedin çinilerinde Bayezid’in gür sesi yankılanmaktadır. Ulu Cami’den ovaya yayılan ezanlar Bursa’ya zamanın altın mührünü vurur. Maziden arda kalan bir hüzün siner içinize. Yürek telleriniz oynar yerinden. Camiin minberinde kâinatın silueti yansır boylu boyunca. Sarmaşık motiflerle sülüs yazılar birbirini tamamlar gibidir. Su sesleri Kur’an seslerine karışarak gönül bahçelerinin ateşini alır. Altı asırlık cami minberindeki sırlar iştiyakla kâşiflerini beklemektedir. Türk tarihinin en büyük camii olma onurunu üzerinde taşıyan mabet, imanlı alınlardan öperek hayat bulmaktadır. Mimar Ali Neccar bu eserle maziyle bugün arasına bir gönül köprüsü kurmuş gibidir. Bu köprü Sırat’tan evvel geçilecek, alabildiğine geniş, müstahkem bir satıhtır.
Ey gönüllerin emsalsiz sevgilisi, yemyeşil libaslara bürünmüş Bursa! Sabırla yoğrulmuştur suskunluğun… Söylenmemiş nice sözlerin vardır lâl dudaklarında. Sen İslam’ın alametlerinden biri olan nurlu minarelerin, ufka şahadet parmakları gibi uzandığı kutlu şehirsin. Ezanların kulaklarımızdaki pası siler günde beş vakit… Gönüllerin Medine’sisin sen.
Ulu Camilerin en ulusu sendedir. O pak Ulu Cami’nin kapısında manevî bir serinlik değer tenimize, ruhumuzu yumuşatır güneyden esen kıble rüzgârı. Cami içindeki uhrevî endişeler, cami dışındaki dünyevî telaşlara karışır. Büyük şehrin yalnızlığında, bu mabede daha yakın hissedersiniz kendinizi. Ulu Cami emzirir açlıktan kırılan manevî yanınızı…
Ey Ulu Cami, Anadolu mabetlerinin en soylusu!
Ey Ulu Cami, Anadolu mabetlerinin en soylusu! Kur’an sesleri sinmiştir duvarlarına. Senin heybetinden küçüldükçe küçülür, adeta nokta kadar olurum. Zira Bursa’nın Ayasofya’sısın sen… Yirmi kubbenle yirmi camiye bedelsin. Emir Sultan Hazretlerinin sesi hâlâ yankılanır duvarlarında. Üftade Hazretlerinin ezanları asılı kalmıştır hava zerrelerinde.
Ey camilerin ulusu, uluların camii!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer… Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen. Bu masmavi denizden bir katre alanlar, ermiştir kurtuluşa. Dünyayla aramıza kalın bir duvar örersin sen. Günahlarımızla yüzleştirir, tövbe kapısına çağırırsın bizi. Sende duvarlar duvar, taşlar taş olmaktan çıkar, bir nur halesine dönüşür adeta. Caminin ortasındaki o mermer havuz ‘Havz-ı Kevser’in minyatürü misali serinletir kavrulan hissiyatımızı…
Ey Ulu mabet!... İnce minarelerinin gölgesi billurdandır. İçimde pörsüyen imanımı tazelersin günde beş vakit okunan gül yüzlü ezanlarınla. Sis çökmüş ufuklara doğarsın bir güneş misali… Hatıralarımı yıkarım o gül nefesinde. Hüzzam besteler yankılanır derunumun kuytularında. Buhurizade Mustafa Itri’nin nağmeleri, sular içimdeki kızgın çölleri… Dudaklardan dökülür Hafız-ı Şirazî’nin yakıcı mısraları, bir kıvılcıma teslim olur gönül çıralarım… “Meclis-i bezm-i ıyş râ gâliye-i murâd nist/Ey dem-i subh-i hoş nefes nafe-i zülf-i yâr kû”… Nice bahçeler yanar tomurcuk güllerin hasretinden. Yüreğim yağmalanır bu hicran gurbetlerinde. Uçurumun eşiğinde zanlarımla cebelleşirken sen tutarsın nasırlı ellerimden…