“İslamcılık hareketi tarikatlere hayli mesafeli davranmıştır. Çünkü İslamcılık hareketi büyük ölçüde tasavvuf kültürünü, tarikatları geleneksel din anlayışının da sorumlusu tutar.

Bu noktada İslamcılık, siyasî merkezlerle,  Cumhuriyet ideolojisi dahil  modernist projelerle büyük ölçüde aynı çizgide yer alır. Bu yorum doğruluk ve tutarlılık açısından hayli problemlidir. Çünkü bütün İslâm dünyasında sömürgecilere ve -Milli Mücadele dahil küffara, müstevlilere karşı yürütülen mücadelelerde tarikatların ve Müslüman halkın en önde ve en dayanıklı unsur olduğu yakın tarihin hakikatlerinden biridir. (…) Islahatçı ve İslamcı olarak bilinen birçok ismin hayatının bir döneminde tarikat çevrelerinde yer aldığı, birçoğunun dervişmeşrep olduğu kolay tesbit edilebilecek bir husustur. (…) Fikrî yapı, siyasî tercihler, zihniyet dünyası ve üslup ayrılıklarının ortaya çıkardığı problemler ve farklılıklar mahfuz kalmak şartıyla geniş yorumda tarikat ve cemaat yapılarını hatta Müslüman halkın dinamiklerini bir şekilde İslamcılıkla irtibatlandırmak daha doğru olacaktır.”  (Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, İstanbul, Dergâh Yayınları, s. 21)

İsmail Kara’nın Türkiye’de İslamcılık düşüncesi bağlamında baktığımızda; bu açıklamalar doğrultusunda tasavvufla, tarikatlerle birlikte zikredilebilecek isimlerin şunlar olduğunu görüyoruz:

“Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, (Galatasaray Lisesi mezunu) Âmak-ı Hayal adıyla mistik bir roman yazmıştır. BabanzâdeAhmed Naim (Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi mezunu) Fatih Türbedarı AhmedAmiş Efendi’ye intisaplıdır. Mehmet Ali Aynî- Nakşibendi tarikatine / Es’adErbili Hz.lerine intisaplıdır. İsmail Fenni Ertuğrul- AhmedAmiş Efendi’ye intisaplıdır. İbn-i Arabi ve Vahdet-i vücut üzerine kitaplar yazmıştır.   Bediüzzaman Said Nursi- Nakşi/Kadiridir. Es’adErbilihz.lerineintisaplıdır. Nureddin Topçu- Abdülaziz Bekkine Hz.lerine intisaplıdır. Necip Fazıl Kısakürek- Nakşibendi tarikatine, AbdülhakimArvasihz.lerineintisaplıdır. Âkif gibi, diğer isimlerin de bazıları dervişmeşreptir.”

Durum böyle olmakla birlikte Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin öncüleri arasında âlimlerimiz olmadığı gibi sufilerimiz de yok.

Burada Said Nursi hakkında bir paragraf açmak zarureti var. Çünkü Said Nursi, diğer İslamcılardan farklı olarak günümüzde takipçileri olan bir ilim adamıdır. Hemen belirtelim ki Âkif ve benzeri kişilerle ilgili hususlar  Said Nursi için de geçerlidir. Pozitivist dil, İttihad ve Terakki birlikteliği, Eski Said/Yeni Said çatışması, Kürtlük olgusu vs.. Bize göre Said Nursi’nin etkisinin diğer alimlere göre daha çok olmasının sebebi, ömrünün uzunluğudur. 1960’ta vefat eden Said Nursi, ister istemez aktüel siyasetle birlikte anılacaktı ve öyle oldu. Eserleri el yazısı ile çoğaltılıyor, gizli gizli dağıtılıyordu. Sürgün idi ve bu sürgünlük, gözaltında olmak, insanımızı mazluma yaklaştırmıştır. Takipçilerin de benzer muamelelere uğraması hareketi toplumsallaştırmıştır. Hazret’in manevi nüfuzu, eserlerin ağırlıklı olarak ateizm, komünizm, Rusya ideolojisi materyalizmin tenkidine ayrılması ve bu söylemler üzerinden geliştirilen itikat dili o dönemde ona ve eserlerine kısmi bir ayrıcalık tanımıştır.

Şeyh Said olayında takındığı tavır, 31 Mart Olayındaki tutumu, Yeni Said tanımlaması ile aslında bu müsamahanın sebepleri anlaşılabilir. Devlet ve topluma dair bir tehlike olmadığını yöneticiler de biliyordu ve fakat hiçbir şey kendi başına bırakılmaya gelmezdi, ne olur ne olmaz denilerek onu hep gözetim altında tuttular.

Şunu demek istiyoruz. Said Nursi’nin eserleri ve takipçileri; yukarıda adı geçen düşünce, ilim, edebiyat ve aktivist  olmaklığı bir arada bulunduran, gazete, dergi yayımlayan, kurduğu cemiyet ile toplumda kayda değer bir sonuç alan hareketlerin öncüleri ile bir değildi. Eğer tekkeler ve zaviyeler kapatılmasaydı muhtemelen onu bir tarikat şeyhi olarak görecektik. Çünkü bir şeyhe bağlı idi ve ondan icazet almıştı.

Ancak Türkiye’deki siyasi atmosfer buna izin vermedi. Altmışlı yıllardan sonra CHP’ye karşı mecburen sağ siyaset ile birlikte anılmasını problem olarak görmemeliyiz. Doğrusu kendinden sonra, takipçilerinin bu kadar parçalara ayrılacağı beklenmiyordu. Bu parçalanmışlık, takipçilerinin, toplumun bütününe ulaşan büyük bir İslamî oluşum ortaya koymasına engel oldu. Yukarıda geçtiği gibi yeni altmışlı yılların sonlarına doğru coğrafyamızda yükselen yeni İslami söylemlerin karşısında eserler, gençlere gayet yetersiz geldi. Said Nursi’den ilim tahsil etmiş kişiler de bu yeni söylemlere/sorunlara, yeni bir dil ile cevap vermek yerine Üstad’ın eserleri işaret ve tekrar etmekle yetindiler.

Tam burada edebiyatçılara gün doğdu demek istemiyoruz fakat edebiyatın gücü kendini hissettirdi diyoruz.

Şairlerimizdeki sûfilik veya sûfi dil

Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılmıştır ki şairlerimiz sanatkâr kişilerdir ve fakat onların sanatlarına zemin olarak seçtikleri bir düşünce, bir dava vardır. Şiirlerindeki duygular bu düşünce ve davanın içinden terennüm edilir. Sanatkârlık onları ister istemez deruni düşünce ve ahengin en önemli disiplini tasavvufla buluşturur. Onlara ait şiirlerin illa bir takım rumuzlar, şathiyat cinsinden söyleyişler olması gerekmez. Kullandıkları dil bizzat bu hissin dışavurumudur. Mehmed  Âkif’in Secde, Gölge, Leyla, Hicran gibi şiirlerinde görülen vecd hali zaten tasavvufi ruh halinin dışavurumu gibidir. Âkif bilindiği gibi dervişmeşrep bir şairdir. O tasavvufun miskinlik, pısırıklık, hurafe olarak anlaşılmasına karşıdır. Yoksa Secde’de, Gece’de, Hicran’da olduğu gibi onun asıl şiir mecraı tasavvuftur. Dostlarının nakillerine bakarsanız keramet denilebilecek haller de görürsünüz Âkif’te.  

Tasavvufi duyuş tarzı Necip Fazıl’da biraz daha berraktır. Çile şiiri başta olmak üzere Halim ve diğer şiirlerde görülen bu teslim oluş hali ile Necip Fazıl için tasavvuf/tarikat zaten yegane yoldur.  Necip Fazıl’ın İkinci Dünya Savaşı’nın dair önsezileri yani hiss-i kabl’el vuku ondaki bir çeşit ermişliğe yorumlanmıştır ki buna kimsenin bir itirazı yoktur. Zaten Nakşibendi tarikatine mensup idi. O ve Ben gibi eserlerine baktığımızda onun Abdülhakim  Arvasi Hazretlerinin konuşan yüzü olduğu bile söylenebilir.

Sezai Karakoç’un ermişliği; derin nüfuzunda, sükûnetinde, bulmuş olmanın rahatlığında gizlidir. O,  Yitik Cennet  ile bizim modern Füsûs yazarımızdır. Şiirlerine zaten baştan aşağı eşlik eden yegane duygu, metafizik ürpertidir. Letaiflerin nurlarını ondan başka anlatan bir başka şair görmedik. Dostlarının anlatımlarına bakarsanız onda önsezi kuvvetini de görürsünüz. Tasavvufi dil ve duyuş, modern şiirin imkanları ile Sezai Karakoç’ta buluşur.  Onun Hızırla Kırk Saat, Ayinler, Mevlana, Yunus Emre, Leyla ile Mecnun, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu gibi şiir kitaplarında metafizik ürperti, tasavvufi söyleyiş ve duyuşu ete kemiğe bürünmüş olarak görürüz.

Bu konuda şiir olarak ilişkilendirilebilecek en az metin örneği İsmet Özel’e aittir.O, kendini mistik görmez ve böyle tanımlamaktan hoşlanmaz. Hatta o bir adım daha atar ve kendisinden layıkıyla faydalanabilecek kişinin ancak bir şeyh olduğunu söyler. Eğer bir ilgi, iltisak kurulacaksa İsmet Özel ile tasavvufi duyuş arasında; bu tamamen şiiri vesilesi ile olabilir

Bütün bunlarla ne demek istiyoruz? Şunu: Şairlerimiz, sadece İslamcı düşüncenin öncü kişileri değil, mistik duyarlığın da gür sesleridir. Her şairimiz ilim/düşünce ve mistik duyguyu -dereceleri farklı olsa da- kendilerinde toplamıştır. Yol Durumu adlı hikaye kitabımızda, hikayenin imkanları içinde anlatmaya çalıştığımız gibi; edebiyatçılarımız, hususiyle şairlerimiz ilim ile irfanı meczeden kişilerdir.

Bu bâbda söylenecek en önemli cümleyi sona sakladım: Âlimlerimiz ve sufilerimiz özne olarak İslamcı düşüncenin önünde, içinde, tam ortasındadır ve fakat toplumun önünde değildir. Çünkü o iş başka, bu iş başkadır. Âlimler ilimleriyle, sufiler  zühd, deruni kavrayış ve dünyevi olanın tehlikelerini göstermekle İslam düşüncesini, İslam siyasetini, İslam ekonomisini, İslam kültür ve sanatını tayin ederler, yön verirler, ilham verirler, feyz verirler; onların görevleri de budur.

Âlimlerin ve sufilerin buraya kadar ele aldığımız şekilde siyasal İslamcılığın ve bunun uzantısı diğer bileşenlerinin önünde olmamasının sebebi Ebü’l Vefa Hazretlerinin Fatih Sultan Mehmed’i dergâhına kabul etmemesinde bulabiliriz. Hazret demiştir ki, “Evet, Padişahımızı dergâha kabul etmedim çünkü o dervişlikteki manevi iklimin, ondaki huzur halinin tadını alacak olursa bir daha devlet işlerine gitmez, ümmetin ve Müslümanların dünyevi işleri aksar.”

Aslında bu husus âlimler için de geçerlidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Fatih Sultan Mehmet-Akşemseddin irtibatından da anlıyoruz ki devlet adamları ilimle, âlimlerle, sufilerle yetişme döneminde buluşur, onlardan feyizlenir. Yöneticiler, Huzur Sohbetleri’nde olduğu gibi yönetime geçtikten sonra da manevi olarak gıdalanma devam eder.

Bu hususta bazı sorular var ki sormadan geçmeyelim:

Acaba bu muarızlığın altında düşünce farklılığının temelinde sanat iddiası, şiir alanındaki rekabet de var mıdır, ne kadar vardır, bu sualin cevabı önemlidir.

İkincisi, bu portrelerin etkisi, aktüel oluşu ile ortaöğretimden üniversiteye kadar, ders kitaplarında yer almış olmaları arasında bir ilgi var mıdır;  varsa ne oranda vardır. Öyle ya, ders kitaplarında Hamdi Yazır’ı pek görmeyiz, göremeyiz; fakat Âkif mutlaka vardır, olacaktır. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel hakeza böyledir.

Fikir ortaya atanlar, ona karşı çıkanlar yine şairlerdir, dedik. Çünkü burada bir silsile, bir zincir olma durumu da vardır. Birbirlerini en çok anlayanlar yine onlardır. (Acaba?) Aralarında şiir gibi soylu bir akrabalık var ve bu akrabalık olmazsa, özelliklerini daha belirgin gösteremezler, farklarını fark ettiremezler. Bundan dolayı birbirlerine de muhtaçtırlar. Şiirleri/poetikaları birbirinden farklı olan bu portreler kadar hiçbir ilim adamı, şiir/düşünce ilişkisi bakımından onların birbirlerinde gördükleri imkanları ve sorunları şairler kadar göremez, anlayamaz, anlatamaz. Bundan dolayı adı geçen şairlerin tekliflerine değil; onların birbirlerine göre nispetlerine, farklılıklarına odaklandığımızı söyleyebiliriz.

Bütün bu çelişkilerine, farklılıklarına rağmen onlar bizim önderlerimiz, rehberlerimiz, öncülerimizdir.

Yayınını sürdüren dergilerimizde olduğu gibi yeni çıkacak edebiyat dergilerimizin de kendilerini hep bu izlekte, duyarlıkta konuşlandıracakları umulur.

Sonuç:

Başka milletlerden farklı olarak bizim yazar ve şairlerimiz aynı zamanda duygu, düşünce ve eylem adamlarımızdır, filozoflarımızdır.

Yesevi’den itibaren sayalım. Yunus Emre, Mevlânâ Celaleddin Rûmi, Fuzûli, Süleyman Çelebi, Şeyh Galip. Anadolu’da Pir Sultan Abdal vs. Yesevi’yi, Yunus Emre’yi, Mevlânâ Celaleddin  Rûmi’yi, Fuzûli’yi, Süleyman Çelebi’yi, Şeyh Galip’i neden sayıyoruz? Çünkü Müslümanlığımızı onlara borçluyuz. Onların irşadı ile Müslüman olduk. Milletimizin ve dilimizin mistik/tasavvufi gücü onlardan gelir. Halkımızın zihninde, dilinde ve gönlünde bazılarını ismi yoktur fakat gazel, naat, kaside olarak şiirleri vardır. Milletimiz imanını, dine bağlılığını, Hz. Peygambere olan sevgisini onların diliyle terennüm etmiştir. Anadolu’da türbeleri, yatırları, makamları olan insanlardır onlar. Kim ki dil, iman, söyleyiş, silsile bakımdan onlara yakın olmuş, milletimiz o yakınlıklara da ayrı bir değer vermiştir. Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu, Aziz Mahmud Hüdai, Niyazi Mısri bu babda sayılması gereken kişilerdir. Bu isimler arada boşluk bırakmadan aynı duyguyu, imanı, ahlakı, söyleyişi sürdüren kişiler olmuştur.

Sultanları şairler olan, Divan sahibi şairlerin vaziyet ettiği bir milletiz.

Bu hassasiyeti Tanzimat’ta da görürüz. Namık Kemal bir gazetecidir ama aynı zamanda “İslam terakkiye manidir” diyen Ernest Renan’a karşı “Renan Müdafaanamesi”ni yazmış ve İslam’ın ilmi kaynaklarına vâkıf olarak, referansları sağlam bir ilim adamı kimliğiyle konuşan bir edebiyatçımızdır. Hatta bazı akademisyenlere göre bizim iklimde İslamcılık düşüncesi Namık Kemal ile doğmuştur.  Aynı dönemde Batı; bize üstünlüğünü Hristiyanlık üzerinden hissettirmeye başlamış; bizim kendimize yönelik zayıflığımızı da kullanarak İstanbul ve çevresinde, Anadolu’da Hristiyanlığı yaymak üzere misyonerlik faaliyetlerine başlamıştır ki bu noktada en yüksek itiraz yine bir edebiyatçıdan, Ahmet Midhat Efendi’den yükselmiştir. ‘Müdafaa’ Ahmet Mithat Efendi’nin kaleminden  çıkmış bir reddiyedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metni İstiklal Marşı’dır. Daha devlet kurulmadan, Cumhuriyet ilan edilmeden; onun şiirini, destanını, meydana getiren ruhu kayda geçirmiş bir milletiz. 

Dikkat ederseniz bilgi düzeyinde değil, duygu, bağlılık, zihniyet, ahlak, duyuş düzeyinde bir kuruculuktan bir inşadan söz ediyoruz. Taşınan bu söyleyişin sırrı fark edilecek ve manzum söyleyişin sınırları daha sonra Siyer, Tarih, Lügat gibi diğer ilim dallarına kadar genişleyecektir. Bu mücadele şekli bize okuma yazma, kültürlenme gibi bir birikim kazandırırken; devlet ve toplum indinde gelecek nesilleri yönlendiren bir ufuk da açmıştır.

Nihayetinde edebiyat kendini aştı –ki her zaman aşar- edebi güç, düşünce gücümüz oldu. Kışkırtıcı olsun diye değil; fakat bir tasvir olarak tekrar etmek isterim ki Türkiye’de ilahiyatın açmış olduğu bilgi alanını, ürettiği bilgiyi toplumsallaştıran, siyasallaştıran, kültür haline getiren kişilerimiz ilahiyatçılarımız, akademisyenlerimiz, ilim adamlarımız değildir; edebiyatçılarımızdır hususi olarak şairlerimizdir.