1986-1988 arasında çıkan düşünce dergilerinden biri de Mektep dergisi idi. Yazın âlemine karışmış biri olarak Mektep dergisinde de bazı yazılarım yayımlanmıştı. Yazarları ve yöneticileri arasında Ömer Küçükağa, Salih Küçükağa, Adil Doğru, Beşir Eryarsoy, Ahmet Ağırakça gibi isimlerin olduğu Mektep dergisinin birinci dönemi düşünce, ikinci dönemi aktüel ağırlıklı olarak çıktı.
Dönemin önemli tartışma konularından biri de 163. madde idi. Bu madde “Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmünü getirmişti. Dolayısıyla gazete yazarı başta olmak üzere, akademisyenler, vaiz, müftü ve imam hatipler, siyaset adamları bu Demokles kılıcının altında idiler. Bu maddenin yürürlükte olduğu dönemde yüzlerce insan yargılanmış ve mahkûm edilmişti.
Mektep dergisi de 163. maddeden mahkûm olanların görüşlerini de içeren bir dosya yapmak istiyordu. Erzurum’da bu maddeden yargılanmış kişileri bulup onları konuşturmak görevi de bana verilmişti.
Halis Emek Hoca’yı ilahiyat talebelerinden tanıyordum. Çünkü onun evine akşamları özel ders almaya gidiyorlardı. Birkaç dersine ben de katıldım. Arapça, tefsir, fıkıh gibi dersleri takip ettim. Hoca, ibareleri ezberine almıştı ve biraz sonra şöyle gelecek diyor ve cümlenin gelişinden Arapça ibareyi haber veriyordu.
O zamanlar, talebe arasında devlette görev alıp almamakla ilgili süren bir tartışma vardı. Deniliyordu ki inancımıza aykırı işlerin yapılmasına vasıta olmak sadece amel ile ilgili değil itikadi bir meseledir de. Mesela, bazı yetkililer kız talebelere baş örtülerini açmalarını söylüyor ve bu emirleri uyguluyorlardı. Bu ve benzeri sebeplerle görev almanın vebali sorgulanıyordu. Bu soruyu Halis Hoca’ya sordum. Hoca şöyle dedi: “Benim İslam’ı tebliğ etmek, dini doğru öğretmek, hakkı söylemek gibi bir mükellefiyetim var. Devlet bana bu iş için ücret de veriyor. Yok, eğer dini öğretmem karşılığında devlet benden para istese idi buna bile razı olurdum.”
Biz cevabımızı almıştık.
Arkadaşlarıyla birlikte tutuklanmıştı
Bu sohbetlerde Halis Emek Hocanın 163. maddeden mahkum olduğu bilgisine de ulaşmıştım ve derginin bu konudaki sorularına cevap almak için kendisini buldum. Ve bu sohbetle onu daha yakından tanıdım.
Erzurumlu Hacı Halis Emek, 1916 doğumlu idi ve yörenin tanınmış âlimlerinden Babadereli Hacı Ahmet Efendi'den Arapça öğrenmiş ve hıfzını tamamlamıştı. I957 yılına kadar çeşitli köylerde fahri imamlık ve müderrislik yapan Halis Hoca, 1957'de Çat ilçesine müftü olur. 27 Mayıs inkılabında 8 ay tutuklu olarak kalır. Vazifeden alınır. 1966'da tekrar müftülüğe döner ve 1980 yılında emekli olur.
Esas konumuz 163. madde olduğu için Halis Hoca bana şu bilgileri verdi.
60 inkılabında Halis Hoca ile beraber Osman Demirci, Osman Bektaş, Sıddık Beled, Çetoğlu Neşet Efendi, Haydar Yavılıoğlu vb. arkadaşları da tutuklanmıştı.12 Eylül harekâtı olunca, yine taciz ederler, 163. maddeyi bahane ederek, iki oğlu ile birlikte tutuklanır. Sebep: Halktan ve talebelerden gelen soruları cevaplandırması, dinini öğrenmek isteyenlere, dinini öğretmek. 15 gün tutuklu kalır. Çeşitli maddi ve manevi işkencelerden sonra serbest bırakılır ve oğulları ondan bir ay sonra çıkar. Askeri savcılıktan takipsizlik kararı almasına rağmen, yurt dışına bırakılmaz.
Bu serencamı özetledikten sonra, son vak’aya geldik. Olayı şöyle anlattı:
“Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in başörtüsü hakkında Adana'da yaptığı konuşmanın ertesi günü Cuma idi. Ben de Cuma namazını eda etmek için Ahmet Şam Mescidi’ne gitmiştim. Bu mescit Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi’nin karşısında yer alıyordu. Mescidin imamı yoktu. Namaz vaktinden önce gittiğim için, cemaatten beni tanıyan birkaç kişi vaz ü nasihat etmemi istedi. Ben de o günlerde revaç bulan ve hâlâ halledilmeyen başörtüsüne değinmiştim. Çünkü ondan bir gün önce YÖK tarafından başörtüsü kullanan kızların okullara alınması yasaklanmıştı. Başörtüsü, Allah'ın Müslümanlara bir emridir, dedim. Kanunlarla mü'minlerin inançlarını karşı karşıya getirmemek lâzımdır. Başını örtmeyenlere nasıl karışılmıyorsa, başını Allah'ın emri olduğu için örtenlere de karışılmaması gerekir, dedim.
Bir de Cumhurbaşkanının Adana konuşmasındaki bir hadiseye değindim. Bu konuşmada, komünistlerle Müslümanlar aynı kefeye kondu. Bu olamaz. Birisi Allah'ı inkar ediyor, adam öldürüyor, soygun yapıyor, her türlü mel'aneti işliyor. Diğeri tesbih çekiyor, Allah'a ibadet ediyor. Bunlar mukayese bile edilemez, kaldı ki aynı kefeye konsun, dedim. Yalan mı, yanlış mı, kanunlara aykırı mı bu sözlerim?
Hem İslâm âlemi bir lider arıyor. Bütün İslâm ülkeleri de bu liderliği bizde görüyor. Bu hadiseler bizi İslâm âleminin gözünde küçük düşürmüştür. Cumhurreisi böyle söylememeli idi, dedim.
Hulâsa olarak söylediğim, Allah'ın emri başörtüsünü savunmak, Müslümanlarla komünistlerin arasını tefrik etmek idi. Bunlar kanunlara aykırı değildi. Fakat, Eğitim Fakültesi'nde İngilizce öğretim görevlisi olan Fahrettin Aydın, bu sözlerimi yanlış istikametlere çekip benim, Cumhurbaşkanına hakaret ettiğim, şeriat yönetimi istediğim hususunda emniyete ihbar etmiş. Bundan dolayı 163. maddeden yargılanıyorum.”
Sınırları belli olmayan bir madde
Bizde, yöneticiden halkın en küçük ferdine kadar herkes "Müslümanım" diyor. Diyor ama İslâm'ın anlatılmasına sıra geldi mi hemen 163. maddeyi karşımıza çıkarıyorlar. Aşikâre "Müslümanım" demek bile suç sayılıyor. Bence 163. madde, İslâm'ın ağzına vurulmuş bir kilittir. Sınırları belli olmayan bu madde, Müslümanların vicdanına tahakküm etmektedir. Bir insanın hem "Müslümanım" demesi, hem de İslâm'dan bahsedememesi büyük bir tenakuzdur. Olur mu bu? Bu maddenin istenildiği gibi yorumlanıp, işletilmesi Müslümanları taciz etmektedir.”
Bu metin dediğim gibi, konuşma şeklinde Mektep dergisinde Haziran 1987’de yayımlandı.
Halis Hoca, ilave ederek “Ben mahkemede de aynı sözleri söyledim,” dedi. “Ben müftüyüm. Allah’ın dinini doğru öğretmekle mükellefim” diyerek kendini savunmuştu.
Daha sonraları Halis Emek hoca ile zaman zaman karşılaşmalarımız, selamlaşmalarımız oldu. Biz mezun olduktan sonra o da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
*
Erzurum’da hafıza kayıtlarıma giren ikinci âlim kişi Yunus Kaya idi.
Yunus Kaya Hoca ile de o günlerde tanıştım. Lala Paşa Camii’nde ifa edilen bir ikindi namazı sonrası, o zamanlar caminin hemen yanında olan Müftülük’ün önünde Erzurum’a özgü küçük hasır sandalyelerde oturduk. Başka kimler vardı tam hatırlamıyorum.
Yunus Kaya Hoca Ezher mezunu olduğu için İlahiyat Fakültesi’nde de derslere girmişti. Yanlış hatırlamıyorsam tasavvuf derslerine giriyordu. Sanırım yanımızdaki arkadaşlar arasında ilahiyatta talebe olanlar da vardı. Hoca konuştu biz dinledik. Turgut Özal o yıl (1985) Cezayir'i ziyaret etmiş ve 1950'li yıllarda BM oylamalarında Türkiye'nin takındığı tutum için Cezayir'den özür dilemişti. Bu aktüel olay o sohbette konuşulmuş olmalı ki Yunus Kaya mevzuyu kendisine ait bir Cezayir hatırasına getirdi.
Bir Cezayir hatırası
50’li yıllarda Mısır’da Ezher talebesi olan Yunus Kaya’nın anlattığına göre olay şöyle cereyan etmişti:
Cezayir bağımsızlık mücadelesi vermiş ve sonunda hak ettiği bağımsızlığı uluslararası platformda tescillemek için BM’ye başvurmuştur. Ancak Türkiye, bu bağımsızlık oylamasında çekimser oy kullanır. Bu olay bütün İslam dünyasında hayal kırıklığına sebep olur. TC’nin bu hareketini beğenmeyen Ezherli Türk talebeler, Mısır’daki Cezayir Elçiliğine giderek kendi adlarına onları tebrik etmek isterler ve bu hususu aralarında kararlaştırırlar. Yunus Kaya dedi ki: “Ben de o zaman arkadaşlara bunun çok anlamlı ve değerli bir iş olmadığını söyledim. Devlet yetkilileri Cezayir’in bağımsızlığını tanımamış, bizim tanımamızın ne mânâsı var? Böyle dedim ve arkadaşlara dahil olmadım, tebriğe gitmedim.”
Fakat o gece bir hadise olur. Yunus Kaya bir rüya görür. Rüyasında haber almıştır ki Mısır’ın en büyük camilerinin birine Hz. Peygamber (sas) gelmiştir ve insanlar fevç fevç içeri girmekte, onunla görüşmektedir. Yunus Kaya da görmek için camiye gider. Tam kapıdan içeri girecekken bir görevli belirir ve “Sen buraya giremezsin, sana yasak” der. Efendim nasıl olur, bırakın beni, bakın arkadaşlarımı aldınız ben de onlarla girmek istiyorum, dese de onu camiye almazlar. Sen onların gittiği yere gitmedin ki” der görevli.
“Terlemişim ve korku, heyecan içinde uyandım” dedi Yunus Kaya. “Hatamı anladım. Uyandığımda sabah ezanları okunuyordu. Hemen kalktım, namazı kıldım, evdeki arkadaşlara haydi gidiyoruz, dedim. Yahu ne oldu, nereye gidiyoruz, dediler. Cezayir Büyükelçiliğine gidiyoruz dedim ve erkenden elçiliğe gidip Cezayirli talebelerin ve yetkililerin gelmesini bekledim ve hemen tebrik ettim, dedi. Sonra da rüyasını anlatmış arkadaşlarına.
Yunus Kaya hoca ile yolumuz bir daha kesişmedi. Ya da ben böyle hatırlıyorum. Sonra öğrendim ki 27 Şubat 2015’te vefat etti.
Ancak ilk görüşmemizde bu vak’ayı bize emanet etti hissi var bende.
Rahmet vesilesi olsun diye biz de naklettik.
Erzurum’a ait hafıza kayıtlarıma giren merhum Ruhi Özcan ve İhsan Süreyya Sırma ile ilgili anılarımı daha önce Dünyabizim için yazmıştım.
Söz buraya gelmişken rahmet-i rahmana kavuşanlara hediyemizi gönderelim. Kayıtları çözümlemeye devam edeceğiz inşallah. Zihnim beni kimlere ve nerelere götürecek, doğrusu ben de sizin gibi merak ediyorum.