“Ah neyleyim gönül senin elinden” türküsünü rahmetli babam çok severdi. Mırıldanırdı ara ara. “Pınara gel ki görem” türküsünü de severdi. Ben de çok severim bu iki türküyü. “Ah neyleyim gönül senin elinden” derin bir sitemin dile gelişi, dile getirilişi… Nâçar kalmışlığın, sitemin, acının, yaşamak acısının müziğin tınılarına nahifçe işlenmesi, duygunun sese, sesin duyguya karışması… Aslında insanı hislere ses kisvesi giydirilmesi… “Ah neyleyim gönül senin elinden/her zaman ağlarım, gülemem gayrı/ben bıktım usandım elin dilinden/terk ettim sılamı, dönemem gayrı.” Âşık Ferrahi’nin sadrından dökülüyor bu satırlar. Bir bağlamanın tellerinden yükselen bir yangın oluyor, hârında yürek tutuşan bir yangın…
Asıl adı Mehmet Ali olan Âşık Ferrahi Adana/Ceyhan Kıvrıklı köyünde 1934 yılında doğmuş. Aslen Siirtli bir aileye mensup. Önemli folklor, müzik araştırmacısı, Çukurova türkülerinin, bozlaklarının derlenmesinde büyük emekleri olan Dr. Halil Atılgan “9. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi” için hazırladığı “Ceyhanlı Âşık Ferrahi’nin Yeni Derlenen Türküleri” adlı çalışmasında Âşık Ferrahi ile ilgili şunları söyler:
“Âşık Ferrahi’nin babası Mustafa Ergat, Siirt’in Eruh Kazası’nın Kever Köyü’ndendir. 1914-1918 yılları arasında memleketinden göç ederek Adana’nın Ceyhan Kazası’nın Kurtkulağı Köyü’ne yerleştiği bilinmektedir.
Bu köyde hayatını kazanmaya çalışan Mustafa Ergat, çok kısa zamanda kendisini köy ahalisine kabul ettirir ve sevilen biri olur. Hele zamanın şöhretli zenginlerinden hemşehrisi İbrahim Koruklu’yla tanışınca yıldızı iyice parlar. İbrahim Koruklu onu Ceyhan’da mahalle bekçiliği görevine getirtir, ardından da Ceyhan’ın Küçük Mangıt Köyü’nden bir kızla evlendirir.
Hemşehrisi İbrahim Ağa’nın gözüne girmeyi başaran Mustafa Ergat, onun sayesinde Ceyhan’ın sevilen ve sayılan bir siması olur. Fakat, bu arada Küçük Mangıt Köyü’nden evlendiği karısı ölür. Karısını kaybeden Mustafa Ergat yine İbrahim Koruklu tarafından, bu sefer de Ceyhan’ın Kıvrıklı Köyü’nden Osman Metin (Çingil Osman)’in bacısı Emine ile evlendirilir.
Mustafa Ergat’ın bu hanımdan 1934 yılında Mehmet Ali, (Aşık Ferrahi) sonra da Sabiha olmak üzere iki çocuğu dünyaya gelir. Mustafa Ergat’ın hayat çizgisi İbrahim Ağa’nın ellerinde yükselmeye devam etmektedir. Artık Mustafa Ergat Ceyhan’ın tütün kolcusudur. Bu görev ona daha büyük bir çevre ve ün kazandırır.
Ancak, Mustafa Ergat görevinin şuurunda bir tütün kolculuğu sevdasına kalkışınca işler tersine döner ve bir gün, bilerek ya da bilmeyerek, zamanın tanınmış zengini İbrahim Koruklu’nun adamlarını, kaçak tütün satarlarken yakalatır. Böylelikle Ağa’ya ihanet etmek gibi büyük bir çılgınlığa düşen Mustafa Ergat, feci şekilde dövülür. Yediği dayak sonucu aklını oynatır ve bir gün evini barkını terk ederek, çeker gider. Ceyhan’a bir daha da dönmez. Onun için nerede, ne zaman öldüğü dahi bilinmemektedir."
Atılgan Hoca'nın bahsettiği gibi Mehmet Ali’ye talihi, kaderi hep acılı, ıstıraplı, karanlık yüzünü gösterir. Babasının kaybolmasından kısa bir süre sonra annesini de kaybeder. Hem yetim hem öksüzdür. Garibandır kelimenin gerçek anlamıyla. Acıya dokunmuştur… Acı dokumuştur Mehmet Ali’yi tezgâhında… Kız kardeşiyle hayat denen koca ummanın ortasında kalakalan, hayattan paylarına büyük azap düşen Mehmet Ali’yi ve kız kardeşini dayıları yanına alır. Sonrasında dayısı Onu bir başkasına besleme olarak verir. Çobanlık yapar. Kız kardeşi evlenince iyice yalnız kalır. Yalnızlığın koyu gölgesini dolaştırır Mehmet Ali. Biteviye bir yalnızlık… Börtü böcekle, koyunlarla, köyün sığırlarıyla paylaşılan… Yetimleri güldürmeyen bir dünya…
Mehmet Ali bu kadar zorluğun ve çaresizliğin içinde kaybolup gitmez. İçine yönelir, yüreğine… Âleme hırsla nazar ederek ve yaşadığı hayatın zorluklarına öfkeyle bakarak ötekiler gibi olmak, güç kazanmak, gücü ele geçirip insanları ezmek basitliğine düşmez. Kendi kendine okumayı yazmayı öğrenir. Karac’oğlan, Âşkı Kerem, Âşık Garip gibi pirleri okumaya başlar. Sözün denizinde yüzmeye başlar, çöle dönmüş bir hayatı yaşarken.
1954’te askerlik zamanı gelir. Askere gider. Askerde verem olur. İzne gönderilir köyüne. Hastalık geçmez ve bir daha dönemez kışlaya. Hastalık bulaşmasın diye dayısı Onu evine almaz. Mehmet Ali terkeder sılayı. “Ben bıktım usandım elin dilinden/terk ettim sılamı, dönemem gayrı.” demişti ya. Boşuna söylenmiş bir söz değil bunlar.
Ceyhan’a gider. Çiftliklerde çalışsa da artık içinde uyanan şair, ozan Onu başka âlemlere çağırır. Yeni mısralar, yeni türküler… Yol âşk dergahına, âşıklar meclisine… “Neyleyim serveti, neyleyim malı/Şimdi bir serseri Ferrahi’yim ben” sırrına ermek. Yaşamak taklidi yapmaktan hakikate yürümek, söze…
Hayatın içinde yoğrulan ve yüreğini yoğuran Ferrahi’yi hastalıklar, dertler de bırakmaz. Halil Atılgan’a tekrar kulak verelim:
“Bu sırada Adana’nın Kürkçüler Köyü’nde bir düğün gecesi, görüp tanıştığı akrabadan bir kıza gönül verir. Kısa bir süre sonra alıp kaçırır kızı, getirir köyüne, 1959’da onunla evlenir. Sırasıyla biri kız, ikisi erkek üç çocuğu olur. Kızına anasının adını (Emine), ikinci çocuğuna babasının adını (Mustafa), son çocuğuna ise, Konya Aşıklar Bayramı’nda tanıştığı Fevzi Halıcı’nın isteği üzerine, Mevlana’nın Türbesi yakınında mezarı bulunan Konya’lı şair Şem’in adını verir.
1960-1961 yıllan arasında dayısından kalan 35 dönümlük tarlasını satarak Kıvrıklı Köyü’nden Adana’ya göç eder.
Sinanpaşa Mahallesi Kışla Caddesi'nde bir saz evi açar. Burada bir yandan bu işin meraklılarına saz dersi vermeye çalışır, bir yandan da plak satarak geçimini sağlar.
Bu çalışmalar Adana’daki sanat çevresi tarafından ilgiyle takip edilir. Hatta başta Adana Radyosu olmak üzere İzmir ve İstanbul Radyolarında programlar yapar. Yaptığı programlarda okuduğu “Ela gözlü nazlı yari”, “Ah neyleyim gönül senin elinden” ve “Hasta gönlüm divanedir durmuyor” türküleri çok popüler olur.
Ancak Ferrahi’nin mutluluk yıldızı pek fazla ömürlü olmaz. Çünkü askerdeyken yakalandığı verem hastalığı günbegün kendisini iyice hissettirmeye başlar. Her gün biraz daha artan dertlerinin acısıyla yalvarır Allah’a, “Der Ferrahi takat kalmadı bende/Her türlü yareler açıldı tende/Yarab bu derdimin dermanı sende/Bu derdime çare çare Allah’ım”
Bu çaresizlikler içerisinde biricik kızı Emine’ye beş yaşındayken hem okuma-yazmayı, hem de saz çalıp türkü söylemeyi öğretir Ferrahi.
Ama dertler daha gaddar, daha acımasız olmuştur artık. Kötünün kötüsü, beterin beteri; gırtlak veremi. “Der Ferrahi kime diyem halimi/Konuşurken sakat ettin dilimi/Yara açtın göğsüme büktün belimi/Vücudumu delik delik eyledin”
Evet, çalıp söyleyen, konuşan, minarelerden ezan okuyan bir Ferrahi yok artık. Sakat olan bir dilin bedeni var. Sessiz ve işaretlerle konuşan bir beden.
Buna rağmen Ferrahi yine metanetini yitirmez. Zira kendisinin sazı ve Emine’sinin sesi vardır. Var olanları değerlendirir aşığımız. Kendisi çalar, Emine okur türkülerini. Artık Ferrahi bir ama, kızı onun değneği olmuştur.”
Evet, Ferrahi sazını çalar, kızı söyler. Çalar, söylerler baba kız. Âşıklar Şöleni, Âşıklar Bayramı… Baba ve küçük bir kızın bir diyardan bir diyara koşturması… Katıldıkları şölenlerde, bayramlarda, âşıklar arası yarışmalarda birincilikler bile kazanırlar. Türkiye tanır bu baba kızı… İnsanlar Onları, Onlardaki samimiyeti gördükçe daha çok severler. Bütün memlekette tanınır hale gelirler. Diğer taraftan hastalıklar, dertler, sıkıntılar, zorluklar peşini bırakmaz hiçbir zaman Ferrahi’nin. Yıldızı sönüktür Onun bu yalan dünyada. Yıldızları parlak olanların hiçbir şey yapmayanların, yetenek yoksunlarının parladığı bir dünyada hep alacakaranlıktadır Ferrahi. Kederin, hüznün alacakaranlığı… Omzunda hep yaşından büyük yük taşıyan Ferrahi’yi 1969’da ölüm “göğ ekini biçmiş gibi” alır götürür. Çok erken… Ne demişti Koca Yunus: “Bu dünyada bir nesneye/Yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere/Gök ekini biçmiş gibi” Ferrahi’de göğ ekin gibi genciken göçüp gider dünyadan.
Vefası yok dünyanın derler. Bu dünyada vefa görmemiş, feleğin çarkında telaşla dönmüş, hayat değirmeninde un gibi elenmiş biridir Ferrahi… Ferah bulamamış, felahtan nasip alamamış… “Çıkıp yücesine seyran eyledim/Gördüm ak kuğulu göller perişan/Bir firkat geldi de durdum ağladım/Öpüp kokladığım güller perişan.” der Karac’oğlan. Anadolu coğrafyasını deşeleyince nice dertliler çıkıyor karşımıza, nice perişan haller… Gölgesinde serinlediğimiz ağaçlar nice trajedilere şahitlik etmiş, nice göz yaşlarına… “Seher vakti burda kimler ağlamış/Çimenler üstünde göz yaşları var.”
35 yıllık yaşamına asırlık dertleri, çekip gitmeleri, acıyı sığdıran Âşık Ferrahi “Ah neyleyim gönül senin elinden”, “Ela gözlü nazlı yâri”, “Gel Emine’m Emine’m”, “Vücudum şehri”, “Boğazıma taktım ipi”, “Güzel ben senin elinden”, “Cahil gönlümü eylesen”, “Adana’ya geldim gülüm” “Bir yâre gönül verince” gibi türküleri bırakmış bizlere. Bu toprakların türkülerini…
Ruhu şadolsun!