Türkiye’de, haccın nasıl yapılacağını öğretmeyi amaçlayan yapımları dışarda bırakırsak, Yücel Çakmaklı’nın yönetmenliğini yaptığı ve metinlerini Tarık Buğra’nın kaleme aldığı 1969 yılında çekilen Kâbe Yolarında belgeselinden sonra haccı tematik olarak işleyen uzun metrajlı bir belgesel Pazartesi akşamı 21.30 Diyanet TV ekranlarında olacak. “Yüzler ve Adımlar” ismiyle seyirciyle buluşacak olan belgesel, 1 yıllık bir çabanın ürünü. Belgesel için 5 kıtaya dağılan 15 ülkeden 23 farklı hacı adayıyla “renkleri, tenleri, dilleri farklı; yönleri aynı” teması etrafında söyleşiler yapılmış. Hac tecrübesiyle birlikte büyük değişimler yaşayan isimlerden örnekler seçilmiş. Belgeselin, metinleri ve müziklerinden de, titiz ve samimi bir çabanın ürünü olduğunu anlamak mümkün.

Yayınlanmadan önce okurlarımızı belgeselin yapım aşamasından, içeriğinden ve diğer hususiyetlerinden haberdar etmek amacıyla, Yüzler ve Adımlar’ın hem yönetmeni hem de metin yazarı olan Salih Özderya’nın kapısını çaldık. Kendisine sorular yönelttik.

                                                               ***

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

1977 yılında Trabzon’un o yıllarda küçük bir ilçesi olan Araklı’da doğdum. İlk orta liseyi bu ilçede okuduktan sonra Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema bölümünden mezun oldum. Üniversite yıllarında başladığımız televizyon programcılığı ve yönetmenlik mesleğini daha sonra İstanbul’da sürdürdüm. Özel kanallar ve ajanslar bünyesinde mesleğime devam ettim. Örneğin bu yıllarda TV5 ve TV Net televizyonlarının kuruluş süreçlerinde yer alarak katkı sağladım. 2004 yılından TRT Diyanet’te göreve başladığım 2012 yılına kadar İstanbul’da sektörün içerisinde bulundum. Yine TRT Diyanet olarak yayın hayatına başlayan ama bugün Diyanet TV adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir kurum olarak yayınlarını sürdüren Diyanet TV’nin de kuruluş aşamasında yer alarak kanalın gelişiminde ve program üretim süreçlerinde hem yönetici hem de yapımcı ve yönetmen olarak katkımız oldu. Altı yılı aşkın bir süredir Ankara’da yaşıyorum ve Diyanet TV bünyesinde çalışıyorum. Çok kısa olarak özetlemiş olayım.

Bir hac belgeseli yapma fikri nasıl gelişti?

İki kez hac yaptım. İkisinde de görevli olarak orada bulundum. Bu iki haccın bana öğrettiği şeyler oldu kuşkusuz. Hiç bir şey göründüğü gibi değil. Her eylemin arkasında onu besleyen sebepler, etkenler var. Allah’ın insanlar için koyduğu kurallar var. Aslında bütün kurallar insan için. İnsanların daha iyi bir hayat sürmesi daha iyi yaşaması daha iyi iletişim kurması veya barış içinde yaşamaları için. Allah’ın, insanoğlundan yeryüzünde istediği yegâne şey bu. Birbirimizle doğru ve sağlıklı iletişim kurmamızı istiyor, karşımızdaki insanın iyiliğini, onun hakkını hukukunu gözetmemizi istiyor. Bunları daha iyi bir insan olmamız için ve bir üst seviyede daha iyi bir toplum oluşturabilmemiz için istiyor. İşte kulluk bu, yani bunların gereğini yerine getirebildiğimiz ölçüde iyi bir kul olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Çevremize sunduğumuz pozitif katkı ölçüsünde iyi bir insan olarak var olabiliyoruz.

İbadetlerin de bütün bu sosyal ve kişisel faaliyetlerimizi destekleyen manen olgunluğa erişten yönleri var. Hatta doğrudan katkısı var diyebiliriz. Namaz oruç bunlar vücudumuzun sıhhati için yaptığımız ibadetler ama aynı zamanda bizi toplumsal olarak da besleyen tarafları var. Çünkü iyi bir kalbe çevremizin ve içinde yaşadığımız toplumun da ihtiyacı var. Hac gereği gibi yapılırsa hem kişiyi hem de toplumu yükselten fonksiyonlara sahip bir ibadet. Namaz gibi oruç gibi zekât gibi ama bütün bu çabaları çepeçevre saran bir gücü var. Allah’ın Müslümanları hacca çağırmasındaki amacın bu olduğunu düşünüyorum. Yani onların kendilerini içinde yaşadıkları toplumun bir parçası olarak görmelerini sağlamak, daha iyi düşünen daha emin adımlar atan insanlar haline getirmek, birlikte kararlar alıp tolumun ve daha yukarıda bütün bir ümmetin birlikteliğine, birlikte yaşama kültürüne katkı sunmak gibi amaçlar etrafında birleşebileceğimizi bize göstermek istiyor. Bir araya gelemiyor olsak bile bu birlikte yaşama kültürüne sözlerimizle, duruşumuzla, fikrimizle ve sanatımızla yapacağımız katkıyı ben önemsiyorum. İşte biz “Yüzler ve Adımlar”ı Haccın bu tecrübelerini topluma ve hatta belki sesimizi duyurabilirsek, bütün bir İslam topluluğuna aktarmak istiyoruz. Bu yaptığımız çok küçük bir çaba ama atılan her adımı önemli buluyorum.

Yüzler ve Adımlar belgeselinden söz eder misiniz bize?  Özellikle çekim ve yapım süreçlerinden?

Çok kısıtlı bir ekiple oraya gittik. İlk yola çıktığımızda üç kişiydik ama proje bitimine kadar büyük bir ekibe dönüştük. Başlangıçta dünyanın dört bir yanından 10 hacı adayı tespit edip temsil ettikleri kültürleri, konuştukları dilleri ve ten renkleriyle farklılıkları vurgulayabileceğimiz fakat tek bir inanç etrafında toplanabilmiş olmalarıyla da birlikteliği öne çıkarabileceğimiz bir format üzerinden gitmeyi düşünüyordum. Fakat oraya gittiğimizde bizi karşılayan koşullar gereği bu pek mümkün olmadı. İçerik olarak belirlediğimiz amacı ortaya koymak zor değildi ama sabit 10 kişiyi organize ederek ortak hareket etme imkânı bulamadık. Bunun gerçekten imkânsız olduğunu orada öğrendim ve bir format değişikliğine giderek ortak sorular etrafında farklı zamanlarda sayısız kişiyi aynı programda bir araya getirebilmenin daha olanaklı olduğunu düşündük. Böylece istediğimiz sayıda insanla da konuşabilecektik. Keza öyle de yaptık.

Bu da kolay olmadı. İnsanları ikna etmekte zorlanıyorsunuz. Sonuç olarak herkes ibadetine odaklanmış ve içlerindeki en büyük arzu orada bulundukları süre içinde Kâbe’ye daha yakın olmak ve orada daha çok zaman geçirmek. Dolayısıyla insanları röportaj yamaya ikna etmekte zorlandık diyebilirim. Bu biraz da seçici davranmamızdan kaynaklanmış olabilir. Çünkü konuştuğumuz kişilerin gerçekten her yönüyle ülkelerini temsil edebilecek nitelikte kişiler olması gerekiyordu. Toplamda 23 farklı kişi ile röportaj yaptık. Proje içerisinde Kıbrıs ve Türkiye ile birlikte 16 ülkeden insanlar bulunuyor. Her birine ortak sorular yönelttik ve önce haccın kendilerine yaşatmış olduğu duyguyu almaya çalıştık, sonra da adım adım bu ibadetin kendilerinde oluşturduğu değişimi ve gelişimi anlamaya çalıştık.

Konuyu haccın ana mesajı da olan tevhit bilincine taşıdık ve haccın birliğimize ve kardeşliğimize yaptığı katkıyı kendi dilleri ve kendi bakış açılarıyla yansıtmaya çalıştık. Böylece ortaya hem duygu yoğunluğu yüksek hem de haccın gerçek mesajını kavramamızı sağlayacak bir iş çıktı. Aynı zamanda bunu bir metinle destekledik ve haccın ritüellerini ve aşamalarını da format içerisinde ikinci bir alt metin mesajı olarak izleyiciye aktarmaya çalıştık.

Suudi Arabistan, özellikle Hac zamanı bölgenin içinde bulunduğu şartlar gereği çekim yapmak için oldukça zorlayıcı imkânlara sahip. Oradaki süreçten de söz eder misiniz biraz?

Zor oldu tabii. Sabrımızın tükenme noktasına geldiği, nefisimizle veya kendimizle büyük savaşlar verdiğimiz zamanlar oldu. Bir ara şunu bile düşündüm. Allah, bizden galiba böyle bir zamanda belgesel çekmeyi değil röportaj tekliflerimizi geri çeviren hacılar gibi ibadetimize ve hacca odaklanmamızı istiyor. Yani başımıza gelmedik iş kalmadı. İlk hafta havaalanında cihazlarımızın bir kısmına el koydular. Tam bir hafta bunları alıp işimizi yapmak için Mekke’den Cidde’ye her gün gidip gelmek zorunda kaldık. Bürokratik imkânları sonuna kadar zorladık ve nihayet bir bayram havası ve neşesiyle ekipmanımıza kavuştuk ama bir hafta önemli bir kayıp oldu bizim için. Telafi etmek için daha çok çalışmak zorundaydık. Kısıtlı bölgelerde izinler alabildik. Mekke ve Medine sokaklarından çok rahat çalıştık, örneğin Arafat, Mina, Cemerat gibi bölgelerde izinlerimiz vardı ama Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi ve çevresinde izin almamızın imkânı yoktu. Buralarda imkânları zorladık. Elimizde 4K çekim yapabilen telefonlar vardı. Doğrusu bunları çok iyi kullandığımızı düşünüyorum ki zaten başka bir seçeneğimiz de yoktu.

Kalabalık ve Mekke’nin akıl almaz boyutlara ulaşan trafiği bizim şehirde atım atmamızı nerdeyse imkânsız hale getiriyordu. 50 dereceye varan sıcakta birçok noktaya yürüyerek gitmek zorunda kaldık. Bir yere kadar araçla gidebiliyorsunuz belki ama sonra yürümek zorundasınız. Kameranın ısınması gündüz çekim yapmanın en büyük zorluklarından biriydi. Sokakta yaptığımız çekimlerde yarım saatte bir kamerayı bir market veya restorandan rica ederek buzdolabına koyup soğutmak zorunda kalıyorduk.

Tabii her şeye rağmen Başkanlığımızın sağladığı imkanlar, ulaşım, rehberlik, konaklama ve lojistik destek anlamında işimizi kolaylaştıran faktörler oldu. Orada çok güçlü bir Diyanet hac organizasyonu ve yönetimi var. Bu yönetimin sağladığı tesis ve insan gücünden büyük oranda istifade ettik. Röportaj çekimleri için yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kiralamış olduğu bir oteli kullandık. Bir odayı stüdyoya dönüştürdük.

Yani eğer bu şartlarda çekim yapmak istiyorsanız oradaki durumu çok iyi hesap ederek hareket etmelisiniz. Bu önemli bir tecrübe oldu bizim için. Birçok şeyi yaşayarak öğrendik. Belki bir hac belgeseli daha yaparsak bu daha hazırlıklı ve planlı olur diye düşünüyorum.

Yüzler ve Adımlar belgeselini nasıl bir yere konumlandırıyorsunuz? Bu yapım Türkiye’de belgeselciliğin gelişimine nasıl bir katkı sağlayacak?

Aslında bu önemli bir soru. Her şeyin bir olgunlaşma süreci var. Az önce insanın tekâmülünden söz ettik ve dedik ki hac bu sürece olumlu anlamda katkı sunan bir ibadet. Belgesel ve sinemada da aynı şey söz konusu.  Samimiyetle yapılan her iş atılan her adım gerek sinema gerek belgesel olsun besleyici ve ileriye taşıyıcı bir özelliğe sahip. Bunu her alanda konuşabiliriz ama bizim çalışma alanımız medya olduğu için belgesel veya sinema diyoruz ya da televizyon programlarını da bu kategoride değerlendirilebilir. Fakat kalıcı olması arşiv değeri olması bakımından sinemayı ve belgeselciliği daha özel olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Bu alanda çalışmak özel bir sorumluluk gerektiriyor. Çünkü söyleyeceğiniz bir söz anlatmaya çalıştığınız duygu, vermek istediğiniz fikir milyonlarca kişiye ulaşıyor. Sözünüzün tesiri oranında katlanarak dalga dalga yayılıyor. Yani hiç yabana atılır bir iş değil. Özellikle ben işin hikâye kısmıyla ilgilenen, hikâyeci, senarist arkadaşlara ve bizlere yönetmenlere ve genellersek yapımcılara ve medya yöneticilerine çok büyük sorumluluklar düşüyor. Önce çıkış noktamızı ve sözümüzün dayanağını doğru bir şekilde ortaya koymalıyız. Nereden nasıl beslendiğimiz çok önemli. Sözümüzün kaynağı ne? Nereye dayanıyor? Kimi nasıl ilgilendiriyor veya ilgilendirmeli? Ne söylüyoruz ve bunu nasıl söylemeliyiz? Bunların hepsi bilgiyi doğru ve bir ölçüye dayalı olarak aktarmayla ilgili. Hangi referansa göre konuşuyoruz? Referansımız, kaynağımız doğru mu?

Tekrar başa dönelim. Belgeselcilerin veya sinemacıların önce samimi olması gerekiyor. Ticari kaygı elbette olmalı yoksa kimse hazır bir kaynak kullanma lüksüne sahip değil. Bir şey üretiyorsak onun mutlaka bir geri dönüşü olmalı. Fakat ticari kaygı yaptığımız işlere tamamen hakim durumda olmamalı. Öncelik olmamalı. Sanatın, sanat eserinin böyle bir esrarı var. Sırf maddi bir kazanç elde etmek için sanat eseri üretemezsiniz. Çıkmaz zaten. Sanatçının para ile arasına bir miktar mesafe koyması gerekir.

Yaptığımız işler, sadece dini bilgiyi referans almadan önce insanı odağına almalı. Salt dini bilgiyi referans aldığını söyleyen hiç bir çalışma insanın kalbine dokunamaz. Kalbe dokunmanın yolu insani referanslardan geçer. Odağında insan olmayan hiçbir eser kalıcı olamaz. Kışkırtıcı, incitici, ayrıştırıcı üsluplarla hazırlanmış yapımların ne sanat ne de sanatçıya bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Sanat eseri birleştirici olmalı, ortak duyguları harekete geçirmeli, erdemli bir dile sahip olmalı. Böyle olduğunda tam da İslam’ın insanlığa sunmuş olduğu gerçek mesajı içinde barındırmış olacaktır. Siz insani olarak bir adım attığınızda onun İslami olmasının önünde bir engel bulamazsınız. İllaki zorlama, dine ait bir referans atfetmeniz gerekmiyor dilinize. Bu kendiliğinden ortaya çıkan gayet doğal bir sonuç olmalı.

Bu anlamda Türkiye’ye dönecek olursak belgeselcilikte elle tutulur örneklerimiz ne yazık ki yok. Yani fazla değil. Kişisel bazı iyi niyetli çabaların ötesine geçememiş bir durumumuz var. Çünkü insan yetiştirmiyoruz. Önemsemiyoruz. Bilgiye ve tecrübeye değer vermiyoruz. Bilen, düşünen, çabalayan insanlarımızın elinden tutmuyoruz. Kolektif bir düşünce içine girmiyoruz, giremiyoruz yani bu konuda galiba genlerimiz müsait değil. Birçok sebep sunulabilir. Kolaycılığa kaçıyoruz, mesela işin derinliğine inmekten imtina ediyoruz, korkuyoruz veya inemiyoruz. Tüketim kültürü hakim. Bir an önce bir şeyler yapalım, biz de buradayız diyelim diye çabalıyoruz. Toplum olarak böyleyiz. Aceleye getirilmiş hiçbir eserin kalıcı olma şansı yoktur ne yazık ki.

Daha önce Türkiye’de bir hac belgeseli yapıldı mı?

Hacla ilgili mutlaka çalışmalar olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da geçmiş yıllarda gerçekleştirdiği yapımlar var fakat daha çok bir hac rehberi niteliğinde. Didaktik ve hacca gidecek insanların işlerini kolaylaştırmaya dönük çalışmalar. Yani tam bir belgesel niteliği taşımıyor. Çok ilginçtir, Türkiye’de milli sinemanın ilk adımının bir hac belgeseli veya filmi olduğunu biliyor muydunuz?

İlk defa duyduğumuz bir bilgi bu…

Evet, yönetmeni de rahmetli büyük usta Yücel Çakmaklı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yürekli yönetmenlerinden. Senaryosunu da Tarık Buğra yazıyor. İsmi, Kâbe Yolarında. 1969 yapımı, yani tam 50 yıl önce çekilmiş. Elif Film’i kuruyorlar o sıra ve ne yapalım, ilk olarak ne çekelim diye düşünürken bir hac belgeseli yapmaya karar veriyorlar. Ben bunu tesadüfen Türk Sinema Araştırmaları adlı kuruluşun internet sitesinde gördüm ve öğrendim. Heyecanla bir arama yaptım ama geriye ne yazık ki kayda değer bir şey kalmamış. Yani film kopyaları muhafaza edilmemiş veya videoya aktarılmamış. Şu anda ortada yok. Ama Yücel Çakmaklı ve daha sonra Mesut Uçakan, Salih Diriklik gibi yönetmenlerin temsil ettiği milli sinemanın ilk filmi olarak tarihteki yerini almış oluyor.

Şimdi biraz iddialı olacak ama biz elli yıl sonra belki ilk defa Türkiye’de tematik bir hac belgeseli yapmış olduk. İnşallah Yücel Çakmaklı gibi yönetmenlerin izinden gitmek bize de nasip olur. Onların izinden gitmeyi gidebilmeyi onur sayarım.

Belgeseli ithaf ettiğiniz kişiler dikkat çekiyor. Özellikle İmam Abdullah Harun. Bu üç kişinin ortak yanlarında söz eder misiniz?

Malik El Shabazz Malcolm X, Muhammed Ali Clay ve İmam Abdullah Harun… Bu üç adamın da ortak özellikleri hayatlarının dönüm noktalarında haccın önemli bir yer tutması, hac yapmaları… Kendi kişisel aktarımlarından anlıyoruz ki, hac bu üç insanın hayatında önemli dönüşümleri de beraberinde getirmiş. Diğer ortak yanları da dünya üzerindeki ideolojik ırk ayrımına ses çıkarmış olmaları, karşı durmuş olmaları. Malcolm X ve Muhammed Ali’yi çoğumuz biliyoruz ama Abdullah Harun öne çıkmış bir figür değil. Harun, Afrika Müslümanlarının Mandela’sıdır. Yani Hıristiyan topluluk için Mandela neyse Müslümanlar için Harun odur. Aynı dönemlerde yaşamadılar belki ama her ikisi de ırkçı Apartheid rejimin kurbanı oldular. Harun’un bu rejimin haksız uygulamalarına karşı verdiği mücadele çok büyük. Güney Afrika Malay Müslümanlarına imam seçilmesiyle birlikte teşkilatlı bir çalışma içine giriyor ve halkın büyük takdirini ve sevgisini kazanıyor. Sonrasında düştüğü Güney Afrika zindanlarından bir daha çıkamıyor ve orada türlü işkencelerle şehit ediliyor. Abdullah Harun bu mücadeleyi yürüttüğü 1950’lerde zaman zaman hacca gidiyor ve orada Güney Afrikalı Müslümanları bu ırkçı rejimin uygulamalarına karşı bilinçlendiriyor. Harun, haccı hem kişisel hem de toplumsal manasıyla iyi kavramış örnek bir Müslüman. Biz, haccın toplumsal ve örgütsel tarafını ihmal ediyoruz. Belgeselin alt metninden bu mesajı çıkarmamız da mümkün. Bu arada programın sonunda Malcolm X’in 1964 yılında Mekke’de bütün Müslümanlara hitaben yazdığı mektubun bir kısmına da yer verdik.

Belgeselin adı neden Yüzler ve Adımlar? Bu ismin bir hikayesi var mı?

“Yüz” ve “adım” haccın görünen tarafını bize anlatan iki kelime. Fakat arka plan olarak baktığımızda haccın manasını kavramamıza yardımcı oluyor. Dünyanın dört bir yanından insan yüzlerini orada görebiliyorsunuz. Bütün ten renkleri, siyah beyaz, şekil şekil her türlü insan Allah’ın yarattığı biçimiyle orada karşınıza çıkıyor. Bu farklılıklarımız tabii ki tesadüf değil. Hepsi bir hikmetle yaratılmış hepsi bir ilahi dokunuşun eseri. Bu çeşitlilik inanılmaz bir şey, bir mucize adeta. Baktığınız zaman bir Çinliyi bir Hintliyi bir Avrupalıyı bir Türkü bir Asyalıyı, Uzakdoğuluyu, Arap’ı, Afrikalıyı birbirinden hemen ayırabiliyorsunuz. Bu çeşitliliğin insana anlattığı çok fazla şey var. Bu işin yüzler boyutu. Adımlara gelince; Hac efor harcayarak yapılan bir ibadet. Sürekli ayaktasınız ve yürümek zorundasınız. Tavafı, say’ı hep adım atarak yürüyerek yapıyoruz. Arafat’tan Müzdelife’ye, Müzdelife’den Cemerat’a, Cemerat’tan Mescid-i Haram’a yürüyerek geliyorsunuz. Sürekli intikal halindesiniz. Bu adımların yegâne amacı da tevhittir. Bizi tevhide, birliğe bir amaca yönelten işte bu arttığımız adımlardır. Adımlardaki hikmette budur.

Projenin müziklerine ayrı bir parantez açmak gerekirse, önemli müzisyenlerle çalıştığınızı görüyoruz.  Müzik tarzını belirlerken nasıl bir yol izlediniz, zira sözkonusu hac olunca bu çok hassas bir konu?

Duygu yoğunluğu yüksek bir iş yapıyorsunuz ve müzik elbette bu işin içinde önemli bir yer tutmalıydı. Baştan beri müzik konusu kafamı epey meşgul eden konulardan biriydi. Mekke’yi, Medine’yi ve haccı bir arada düşündüğünüzde orayı ve o manevi havayı en güzel yansıtan müziklerin Mustafa Akkad’ın Çağrı-The Message filmine ait olduğunu görüyoruz. En azından ben öyle düşünüyorum. Bu filmin müziklerini duyduğumuzda hayalimizde kutsal topraklar, Mekke ve Medine, Peygamber (sas) Kâbe canlanıyor. Bu müziklerde yaylı ve üflemeli çalgıların ağırlıklı olarak kullanıldığını görüyoruz. Yani viyola, obua gibi enstrümanlar o duyguyu bize yaşatıyor. Sevgili Bora Ebeoğlu ile çalışmaya karar verdiğimizde kendisiyle bu konuyu değerlendirdik. Ana merkeze yaylılar ve üflemeliler alınarak, gitar, kanun ve klasik kemençe ile desteklenmiş bir orkestra oluşturuldu. Cengiz Onural ve Bora Ebeoğlu’nun birlikte yaptığı harika bestelerin ardından müzikler ortaya çıktı. Burada viyolada Efdal Altun, obuada Sezai Kocabıyık, kanunda Taner Sayacıoğlu, gitarda Cengiz Onural ve klasik kemençede Emre Erdal’ın da sunduğu katkıyı söylemeden geçmeyelim tabii. Her biri çok önemli müzisyenler. Ve tabii vokalleriyle renk katan değerli Oya Küçümen’i de hatırlamak boynumuzun borcu. Özelikle finalde seslendirdiği bir lebbeyk ilahisi var ki insanın kalbini titretiyor. Özetle doğu ve batının bir sentezini alarak herkesin anlayabileceği bir dilde modern çoksesli orkestra müzikleri hazırladık ve haccın ifade ettiği duyguyu yansıtmaya çalıştık. Ben bu projenin müziklerini ayrı bir yere koyuyorum ve çok değerli buluyorum.

Röportajımızın sonuna geldik, son olarak neler söylemek istersiniz?

Ayrımcı ve ötekini yok sayan söylemlerden uzak duralım. İyi bir insan olarak yaşamanın yollarını arayalım. Bu belgeseli yazarken ve hazırlarken hep bunu düşündüm. En çok neye ihtiyacımız var ve biz bu konuda ne yapabilir ne söyleyebiliriz? Dil ve üslup çok önemli. Bir şeyi nasıl yaptığınızdan ziyade nasıl aktardığınız, nasıl söylediğiniz önemli. Hac konusu başlı başına bana anlatmak istediklerimi net olarak söyleme fırsatı tanıdı. Bu belgeselin insanlığa sunduğu mesajı tek cümle ile özetlemek gerekirse “İnsan üst kimliğinde veya ortak paydasına birleşelim” mesajıdır. İnsanlığın ortak değerleri var ve bu ortak değerlerin farkında olmalıyız.

Dünyabizim’i yakından takip ediyorum ve kültür dünyamıza yaptığı katkıyı önemsiyorum. Ayrıca bu özel röportajı sizinle yapmış olmaktan da onur duydum. Başarılarınızın devam etmesini diliyorum. Çok teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz zaman ayırdığınız için. Hayırlı olsun diyoruz tekrar.

Röportaj: Munise Şimşek