Ne zamandı hatırlamıyorum; ilk yazılarımı yazdığım yıllar, öyküler kaleme aldığım yıllar. Dergilerin kapılarını çaldığım ve bir bir üstatlarla buluştuğum zamanlar. Yazarlık, her zaman söylediğim gibi benim için gökteki yıldızlar gibiydi. Ulaşılması, nice emek ve çabayla varılması zor bir hayat hedefi. İşte o yıllarda yazının sancılarıyla kıvranırken, yolum Sultanahmet’ten geçiyor. Ve solgun bir tabelanın, kadim taş duvarların üzerinden, sarmaşıkların arasından bana mahcup hâlde baktığını hisseder gibi oluyorum. “Yazarlar Birliği” tabelasını görünce aidiyet duygusuna mı kapılıyorum, yüreğim bir başka çarpıyor. İçeri girmek ve girmemek üzere tereddütlerime yaslanmışken loş, tenha, yer yer rutubet kokan taş tarihi binanın içinde buluyorum kendimi. Kapısı, sonuna kadar açık ama içeride kimseler yok. İçimi bir korku, bu korkuyla birlikte yalnızlık ve utanç kaplıyor. “Ben, neredeyim ve neden kimseler yok burada?” Çıkıp karşıma birisi, “Senin ne işin var?” dese, ne derim! Bu duyguların yokladığı ürkek yüreğimin çırpınışları ile aniden girdiğim taş binanın bohem yalnızlığından hemen çıkmak istiyorum. O ara birisi mi çıkıyor odalardan, konuşuyor muyuz, “Burada hangi programlar var?” diye mi soruyorum… Düş ve rüya arası anılarımın arasına yerleşmiş bu taş binada, o zamanlar neler yaşadığımı hâlâ tam hatırlamıyorum. Ama hatırladığım; Kızlarağası Medresesi’nin bundan yaklaşık yirmi beş yıl önce Yazarlar Birliği Şubesi olması ve benim de orada bir yazar adayı olarak âidiyet duygusuyla tedirgin ve meraklı bir hâlde dolaşmamdı…

Aradan yıllar geçti, köprülerin altından nice sular aktı. Bir hevesten ziyade bir sevda gibi içime çöreklenen yazı yürüyüşüyle dergilerin kapısında buldum kendimi. İyi ki de buldum ve bu günlere geldim hamdolsun. O dergiler ki hepsi bir mektep, hepsi kültür coğrafyamızın en üst kaleleri… Üstatların; kuşatan, saran, her zaman edebiyatın, yazının nasıl ciddi bir uğraş olduğunu; kapısını çalanlara hissettirmekle birlikte, medeniyetin kalesi gibi dik ve mağrur yapılarıyla misafirlerini ağırlaması, bizleri bu günlere getiren ocaklardı… Bizler, bu kültür ocaklarında yetişmenin her zaman faydasını gördük… Bu ocakların başında bulunan nice üstatla tanışmanın, onların yazıyla hemhâl olmalarından ziyade, edebiyatın “edeb”e yüklediği derin misyonu omuzlayan nice hâlleriyle terbiye olduk.

Yıllar önce korkarak kapısını çaldığım, hayalle gerçek arası bohem ve rutubet kokulu havasını ürpertiyle ciğerlerime çekerken, ait olmak istediğim Kızlarağası Medresesi İstanbul Yazarlar Birliği Şubesi’nde artık o eski havasından ziyade çok daha hareketli sanat ortamları yaşanıyor. Yıllardır Kızlarağası Medresesi’nin taş duvarlarında şiirler, öyküler, hatıralar, üstatların heyecanlı seslenişleri yankılanırken gençlerin uğrak yerlerinden bir kutlu mekân hâlini almanın tarifsiz heyecanı, sarıp kuşatmış durumda tarihi yapının her zerresini…

Kızlarağası Medresesi, artık İstanbul’un en hareketli yeri olan Sultanahmet’te edebiyatseverleri ağırlamanın coşkusunu yaşıyor. Üstad Mehmet Doğan’ın eşsiz çabaları nihayet meyvelerini gümrah bir hâlde veriyor. Ve bu Anadolu’nun pek çok ilinde bu heyecan ve coşkuyla devam ediyor. Yönetimler değişiyor, pek çok yazar gelip geçiyor bu kadim tarihi binadan ama kuşkusuz Üstad Mehmet Doğan’ın kültür camiasına, yazarların dünyasına çaldığı bu anlamlı maya, bu anlamlı katkı zamanla daha bir coşkunluk ve heyecanla devam ediyor.  Bereketleniyor, artıyor, çoğalıyor ve kültürel anlamda yazarların dünyasına bir çerağ gibi umut olan, onlara aidiyetlik duygusunu yaşatan çatının; Yazarlar Birliği’nin kurumsal yapısıyla cem olmanın sevinci ve gururu yansıyor her bir çehreye, yüreğe…

Yazmak; sancılıdır, zordur, imkânsıza doğru yolculuğa çıkmak ve sadrınızdan kâğıtlara dökülen her bir satırın hesabını vermektir. Yazarların hatıratlarını, günlüklerini okuduğumuzda bu her dönemde böyle olmuş, yazı yürüyüşü sancılı ve zorlu dönemlerde gerçekleşmiştir.  Ve yazarlığa talip olanlar istidatları doğrultusunda emek ve tarifi imkânsız nice çalışmalar sonu eserler vermeye çalışırlar. Kurumsal olma noktasında, örgütlenmeye, haklarının korunmasına ihtiyaç duyulan meslek olarak ne yazık hâlâ algılanmış değildir. Meslek hanenize yazar ibaresini yazmanız zordur. Çünkü geçimini yazarlıktan sağlayan çok az muharrir vardır. Yazarlığın en zor dönemlerinde Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluşunda yer alan bir güzel insandır Mehmet Doğan Hocamız. İnanmış Müslüman yazarların kendi kulvarlarında yürümeleri, evrensel seslenişlerle eserlerini inşa etmeleri noktasında onun çabaları muhteşem bir açılım ve ivme kazandırmıştır. Tüm kültürel kodları silinmeye çalışılan bir toplumda, irfanı kuşanan, hikmetli yürüyüşlerle ve mutlak hakikate doğru istikamet üzere olan, bu toprakların bağrından çıkmış inanmış yazarlar Üstad Mehmet Doğan’ın her zaman büyük desteğini görmüşlerdir. Bu, her zaman direk dokunuşlarla olmayabilir ama kurumsal anlamda ilk olarak Türkiye Yazarlar Birliği çatısının kurulma aşaması, bu kuruluşa yapılan her anlamlı katkı, onun öncülüğü ve yol göstericiliği ve bu alanda kendini adanmışlığı ile kendini göstermiştir.

Kurumsal yapılara karşı, siyasaya karşı herkes bir taş atar, herkes eleştirel anlamda mutlaka bir kelam eder. Ama o denli ağır ve o denli de kirlenmiş taşların altına kimse elini koymaz. Kimse yükü omuzlamaz, sorumluluk almaz. Ülkemizin derin imtihanlardan geçtiği, siyasal ve sosyal anlamda bölünmelerin, travmaların, darbelerin yaşandığı nice çalkantılı dönemlerde elini; taşın o ağır ve kirli taşın altına koyan ve yükü omuzlayan bir güzel ağabeydir, Üstad Mehmet Doğan.

Ankara’da yaşıyor olmak, her zaman soğuk ve resmi bir yaşam şeklini öngörür gibidir. Şehrin soğuk, ayazlı, kurak ve yazları kavuran iklimi insanına sirayet eder gibidir. Bu soğuk ve resmi hava sarıp kuşatsa da şehrin insanını, bürokratını, yazarını, memurunu; Üstad Mehmet Doğan pergel ayağı gibi yüreğiyle sabitlenmiş kımıldamaz, bu ciddi şehirden bir yere ama diğer ayağıyla yüreğinin tüm sıcaklığını dağıtır tüm Anadolu toprağına.

Türkiye Yazarlar Birliği adeta onunla bütünleşti, yıllar geçmiş de olsa emeğini, alın terini, yazmak gibi zorlu bir eylemi gerçekleştirmenin yanında kurumsal bir yapının, bir derneğin yükünü de omuzlamanın semeresini her zaman gördü. Şeref başkanı olarak her yerde kabul gördü, gönüllerde bu şeref başkanlığı bambaşka yer buldu.

Kızlarağası Medresesi’nin küf ve rutubet kokan odalarından şimdi kitap kokusu, hücrelerinden muhabbetin tılsımlı güzelliği yansıyor ve çayın, muhabbetin kokusuna nice genç uğruyorsa şimdi… Bunda yıllar önce nice zorlukları omuzlayarak Yazarlar Birliği olarak kurulmasında görev almış öncülük etmiş, başkanlık yapmış nadide güzel bir insan; Mehmet Doğan’ın kuşkusuz katkısı büyüktür. 

Ankara’nın donduran soğuklarından, kurak yazlarından, tenha baharlarından derin ırmaklar gibi İstanbul’un, Erzurum’un, Malatya’nın ve dahi tüm Anadolu’nun üzerine doğru yürüyen bir kutlu soluk olmuştur Mehmet Doğan. Tevazu ile eğilen başı, dik duruşunu zedelemeden, mütevazı duruşuyla öylesine yaşayıp gider. Yaşayıp gider ama derdi olan bir dava adamıdır. Kitaplarıyla, yazdıklarıyla, aktivist kimliğiyle her daim vatansever duruşuyla hizmet ehli olmuş kalemini ve kelamını da kutlu davasına her daim vakfetmiştir.

Devrimler sonu milletin bir anda dilsiz kalması. Kelimelerinin, dilinin, dininin, tefekkürünün, irfanının çalınması, birçok mütefekkir gibi yüreğini derinden sızlatmıştır. O, her daim, bir kurtuluş sakası gibi kaybolan, yok sayılan kutsal bildiği tüm değerlerine sahip çıkmaya çalışmıştır.

Yıkılan bir imparatorluk, kültürü, dili, dini, adeta iğdiş edilmiş bir milletin küllerinden yeniden dirilen anka kuşu gibi toprağına, insanına yürüyen, kültür damarlarına, milli ve manevi değerlerine yeniden maya çalan bir güzel insandır, Üstad Mehmet Doğan. 

Çalınan, yok sayılan, dilsizleştirilmeyle milletinden çalınan kelimeleri bize yeniden kavuşturmak için köklere doğru ulaşan diriliş suyu dokunuşunda, Büyük Türkçe Sözlüğü yazdı. O’nun yaşamı içinde bulunduğu cemiyette her zaman adanmış bir şahsiyet olarak anılırken; sesi gür bir nida olarak yankılandı eserlerinde.

Komplekslerden uzak, her daim Anadolu’nun has evladı olarak, yaklaşık üç asırdır yönünü Batıya dönmüş tüm aydınlara inat yazdığı; Batılılaşma İhaneti kitabı gür bir nida gibi haykırmanın, başkaldırının adıydı adeta çağın insanına seslenen. Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, içinde yaşadığı topluma adeta yol haritası çizerken; tarihi elinden alınmış, âidiyetlik duygusundan uzaklaştırılmış, acılı bir millete adeta iade-i itibar yapar gibi sahip olduğu milli ve manevi değerleri hatırlatan ve derin uykusundan uyandıran şok etkisiyle kelamını dua eyleyen bir kitaptır.

Kitapları bu coğrafyanın kader haritası gibi okuyucuyu tam yüreğinden yakalar. Nokta atışı yapar gibi toplumun gediklerine, çıkmazlarına, en onulmaz yaralarına merhem olabilecek tarzda eserler kaleme alır. Aydın olmanın sorumluluğunu omuzlamış, yürek yaralarına derdini merhem eylemiş bu zamanın akıncısı, serdengeçtisidir. Heyecanı her daim taze, umutları her daim diridir.

Coğrafyalar içinde, Türk Kimliğinin Coğrafyaları kitabıyla Asya ve Avrupa’da yaşayan ‘Türk’ olarak adlandırılan kavimleri anlamlı bir şekilde tanımlar ve bugünün insanına adeta kavmiyetçilikten uzak bir yol haritası çizerken onları ırkdaşlarına doğru anlamlı bir yolculuğa çıkardır.

Yüzyılın Soykırımı, görünenin de ötesinde görünmeyen manevi kıyımları ironi yüklü bir bakış açısıyla anlatmaya çalışır. Dilin, inancın, kültürün tasfiyesi, dönüşüme uğraması, yok sayılmasıyla insanın kişiliğiyle, özkimliğiyle var olma noktasında varoluşsal bir çabayı barındıran insani değerlerinin yok edilmesiyle maddi bedeninin yok edilmesi aynı mıdır? İnsanı derinden sarsan bir soru gibi çıkar kitap karşımıza. Yine çağın insanını can evinden yakalayan Mehmet Doğan Hoca, nice sorgulamalara, hayrete, haşyete taşıyor okuru… Asırlardır nice medeniyetleri bağrında barındırmış köklü bir medeniyetin dilinin son iki yüz yıllık planlı soykırımının hazin akıbetini gözler önüne seriyor eseriyle.

Tükendülüsiye, üstadın son dönemde yazdığı ibretlik vesikalar gibi anlamlı bir yol haritası çizerek, 21. yüzyıl Türkiye’sinin siyasal, sosyal, kültürel portresini çiziyor. Sekiz asır boyunca muhteşem bir medeniyet olarak var olan Endülüs’ün ibret nazarıyla okunmasını okura salık veriyor.  Dokuz asırdır var olmaya çalıştığımız ve eşsiz mücadeleler verdiğimiz bu kutlu topraklarda Gırnata gibi son kale konumunda olduğumuzun altını çiziyor.

Yazı yolculuğunu derin tefekkür yüklü ışımalarla, yol haritası gibi adeta yol açan yol olan akademik titizlikteki kitaplık çalışmaları ile sürdürürken, O’nun hizmet yürüyüşü de hiçbir zaman kesintiye uğramaz. Hükümetler kurulur, hükümetler gelip geçer. Ama o; dimdik, her daim hazır ve nazır o kurulan her yeni hükümete kültür politikalarında ilham olan yegâne kültür işçisidir. Kitaplarını; bunca sosyal çalışma içinde nasıl yazar, bunca çaplı, hacimli eserler nasıl ortaya çıkar, bu durum bizim gibi acizler için her zaman şaşırtıcı olmuştur. Şairler için yapılan şiir şölenleri, nice kültürel programlar, “Kültür Sanat Yıllıkları” gibi tüm çaba gerektiren kültür etkinliklere yaklaşık 40 yıldır gönüllü işçilik yaparak her daim katkı sunmuştur.

Bereketli, kuşatan kalemi, dost ve ağabey duruşlu muhabbetli hâli, her daim tevazu ile eğilen gülen çehresiyle bu toprakların yetiştirdiği ender bir aydındır Üstad Mehmet Doğan. Kelimelerle, satırlarla böyle mümtaz şahsiyetleri anlatmak aslında onları bir nevi sınırlamak oluyor. Bizim naçizane elimizden gelen de ancak budur. Yazarlara, yazarlığa, bu toprakların insanına, göstermiş olduğu duyarlılık, göstermiş olduğu eşsiz gayret için Üstad’a müteşekkiriz. Rabbim onun gibi değerli büyüklerimize hayırlı uzun ömürler versin. Kalemine, kelamına kuvvet ve bereket derken Üstad Mehmet Doğan Hocam’a en kalbi dualarımı gönderiyorum.

(28 D. MEHMET DOĞAN

KAVGAMIZIN YORULMAYAN SAVAŞÇISINA 70 YAŞ ARMAĞANI, Yazar: FAHRİ TUNA, kitabından alıntılanmıştır.)