Yıllar geçtikçe insan çocukluğunda biriktirdiği ne varsa adım adım onu takip ettiğini ve kişiliğini, kimliğini bu izlerin an an nasıl inşa ettiğini daha iyi anlıyor. Yine Adorno’yu anacağım. “Çocukluk yazarlığın anayurdudur” derken tam da bu minval üzere söylemiş gibidir bu anlamlı cümleyi.
Benim çocukluğum gül bahçelerinin, bahçıvan amcaların, çay bahçemizdeki garsonlarımızın dostça, kardeşçe muhabbeti ve dostluğu içinde çoğaldı, büyüdü. Küçücük beyaz kulübemde oturup çekirdek fıstık satarken Türk ve Dünya edebiyatını da okumaya başlamıştım.
Seksenli yılların çocukları olarak ne kadar şanslı olduğumuzu bugünün çocuk dünyasına baktığımda daha iyi anlıyorum. Hepimizin istisnasız bahçeli evi vardı. Bu bahçelerde toplanıp evcilik, tombala, yakartop oynardık. Tüm gün bisikletlerimizle kasabayı altüst ederdik. Hangi birisini anlatayım çocukluğumun masal büyüsü içinde geçen günlerini ve zenginliğini. Dut ve incir ağaçlarımız vardı, yemyeşil bahçeler içinde, besleyip büyüttüğüm kuşlarım, kedilerim, köpeklerim, tavşanlarım vardı.
Bizim çocukluğumuzda siyah beyaz televizyonlar vardı. Biz köyden yeni göç ettiğimiz için evimizde hala televizyon yoktu. Ve ben ne çok isterdim haftada bir gün oynayan Cuma günü olması gerekiyor “Heidi” çizgi filmini izlemeyi.
Siyah beyaz televizyonlar o zamanlar tam gece 12’yi gösterdiğinde İstiklal Marşı ile kapanırdı. Tek kanal vardı TRT olarak. İşte o tek kanalda haftada bir defa kısacık bir bölüm olarak oynayan Heidi çizgi filmini nasıl da özlemle beklerdim. Karşı komşumuz Nadiye Teyze’nin toprak sıvalı gecekondusunun camı alçak olduğu için çizgi filmin başlayıp başlamadığını buradan görür çekingen davet beklerdim. Kıyın kıyın kapılardan bakar köy çocuğu çekingenliği ve saflığı ile beni davet etseler bile çekine çekine divanlarından birisine adeta çekinerek otururdum. Üç kızı vardı Nadiye Teyze’nin sonradan adeta kardeş gibi samimi olduk. Bu samimiyetle artık her Cuma günü Heidi’yi izlemek için onlarla beraber oluyordum.
Heidi’yi neden bu kadar seviyordum. Herhalde yetim bir çocuk, babasız büyüyen birisi olarak kendimle özdeşim kuruyor, onun o öksüz ve yetim hâlinden etkileniyordum. Kendimi buluyordum Heidi’nin coşkulu, duru, temiz dünyasında. O da benim gibi dağlarda, yaylalarda yaşıyordu. Ve aynı benim gibi kuzularından, dağarlarından, tertemiz yaylasından koparılıp şehre gelmişti.
İlk bölümü hatırlıyorum hiç hafızamdan çıkmıyor. Nasıl güzeldi, nasıl sade ve coşkulu. Bir çocuğun beş yaşında bir çocuğun tertemiz dünyası. Adeta şükür makamında yaşıyordu her şeyi. Bu durumu yıllar sonra kendi çocuklarımı büyütürken daha iyi anlayacaktım. Modern ve postmodern zamanlara doğan çocuklarımız ne yazık varsıllarla yoksunlaşan, dünyalarında hiçbir zaman mahrumiyetin nimetlerini yaşamadan büyüyorlardı ve bu durum onları duyarsız, narsist ve tatminsiz hâle getiriyordu.
Teyzesinin yetim ve öksüz kalan beş yaşındaki dünya tatlısı, her şeye pozitif bakan bir kız çocuğunu herkesin çekindiği dedesine bırakması ile başlayan hikâye akıp gidiyordu.
İlk bölümü hiç unutmadım. Heidi’nin samimiyetini, coşkusunu, kırlarda tüm kıyafetlerini çıkartıp yalınayak koşmasını, dağlara doğru koşarken Peter ile ilk karşılaşmasını ve hemen ahbap olmasını hiç unutmadım.
Ama beni en çok etkiyen ve şimdiki doyumsuz, narsist ve tatminsiz çocuklara çok şey anlatan ilk günün hikâyesidir. Dede tıpkı kırlarda gördüğü ve arkasına düşmek istediği vahşi kartallar gibidir. Sert bakan keskin gözleri, heybetli duruşu, soğuk ve tok sesi vardır. Ama Heidi öylesine doğal, öylesine içtendir ki bu sert görünüşlü, herkesin korktuğu ihtiyarı bile yumuşatır. Aslında Heidi, dedesinin çok özel birisi olduğunu anlayacak ve daha ilk günlerde ona, “Dedeciğim, ben de sizin gibi olmak istiyorum, sizin gibi yaylalarda yaşamak istiyorum” diyecektir.
Dedesine hayran kalmıştır Heidi, çünkü bu ihtiyar adam hiç kimseye muhtaç olmadan kendi evinde yaşayarak üretmekte ve çok duyarlı bir hâlde hayvanlarla, tabiatla yaşamanın tadını çıkarmaktadır. Ayrıca tüketim toplumunun içine doğan çocuklarımıza -ki bizim çocukluğumuz tam da seksenli yıllar olarak bu tüketim toplumuna geçişin eşiği sayılır- ne çok şey anlatır.
Heidi, dedesiyle kurduğu sıcak ve samimi muhabbetli birlikteliği daha ilk gün sağlamıştır. Nerede yatacağını sorduğunda dedesi, istediğin, beğendiğin yerde yatabilirsin diyordu. Küçücük bir kulübede nerede yatabilirdi Heidi. Yine o muhteşem yaşam dolu enerjisi ile bir anda küçük kulübenin çatısına tırmanmış ve küçücük yuvarlak pencereden muhteşem manzaraya bakarak, “İşte buldum burada kalacağım” diye haykırmıştı.
Yatak olarak ki bu beni her zaman çok etkilemiştir; böylesine muhteşem bir şükür ve kanaati hiçbir filimde izlemedim desem yeridir, saman yığınını seçer. Samanlara gömülüp onlarla oynarken haykırır: “Ne güzel kokuyor büyükbaba dünyanın en güzel yatağı” diye. Küçücük bir kız çocuğu samanları bir araya getirerek üzerine bir çarşaf seriyor ve üzerinde kahkahalarla zıplayarak dünyanın en güzel yatağı diyor. Ama nevresim lazım. Üzerine örtecek bir örtü. O zaman dedesi, hazırlıklı değildim diyerek nevresim olmadığını söylüyor. Ve çatı arasında bulunan çuvallardan birisini boşaltıp yırtarak Heidi’ye bir yatak örtüsü yapıyor. Böylesine muhteşem bir şükür hikâyesi, kanaat hikâyesi okuyoruz Heidi’nin ilk gününden…
Akşam yemeği ise yine çok özel ve gerçekten günümüz dünyasına, günümüz çocuklarına ve ebeveynlerine çok derin anlamlı mesajlar iletir gibi. Akşam yemeğini yemeye başlayan Heidi çok iştahlı ve mutlu bir çocuktur. Ben kendi çocuklarımda yaşamadım ama istisnasız çevremde kimi gördümse çocukları hep iştahsızdır ve onların yemesi için ne meşakkatlere katlanırlar. Çeşit çeşit yemekler, çorbalar yaparlar. Bunca nimetin içinde iştahsız, mutsuz, bezgin, sıkılmış çocuklar ve Heidi’nin bir çanak süt, bir dilim peynir ve bir dilim ekmekten oluşan akşam yemeği. Bu akşam yemeğini yerken yüzüne vuran ateşin pembeleştirdiği yanakları ile gülücükler saçan Heidi, nasıl da mutlu ve “Ne kadar lezzetli büyükbaba” diye haykırıyor… Adeta bir şükür ve kanaat yemeği olarak geçen ilk akşam yemeği beni her dâim düşündürmüştür. Heidi’nin masaya boyu yetmez ve ertesi gün dedesi Heidi’ye kendi elleri ile bir sandalye yapar. Bu sandalye Heidi için inanılmaz güzelliktedir. Çok çok mutlu olur ve dedesini gönülden takdir eder, kendi elleriyle sandalye yaptığı için.
Heidi dost canlısıdır: Küçük bir kız çocuğudur ama Peter’le, dedesiyle daha sonradan, Peter’in gözleri görmeyen büyükannesi ile çok güzel dostluklar kuracaktır. Sonradan şehre gittiğinde Clara ile kurduğu hayat dolu dostluk adeta ayakları tutmayan bu felçli kıza can olacak, kan olacak ve onun yürümesine vesile olacaktır.
Heidi tabiatı, doğayı okur, hayvanları sever: İlk günden itibaren gökyüzünde uçan bir kartalın arkasına düşmek ister, uçsuz bucaksız uzanan Alp Dağları’na bakar, keçi çobanı Peter ile kurduğu dostluk vardır. Keçileri sever, kuşları arkadaşları gibi selamlar. Ve Peter’in keçileri dövmesini engeller; her şeyin güzellikle, dostlukla çözüleceğini anlatmaya çalışır. Tüm yaşanan olumsuzluk ne varsa sevgiyle, merhametle, anlayışla çözüleceğini anlatmaya çalışır Peter’e. Kanadı kırık bir kuşu tedavi etmek için uğraşır. Dedesi ile onu iyileştirmek için gayret gösterir ona yuva yapar, yiyecek bulur. Bu durum beş yaşında bir çocuk için büyük bir sorumluluk örnekliği gösterir. Heidi’nin bildiği ve duyumsadığı yegâne gerçek şey dağları, çiçekleri, keçileri çok sevdiğidir.
Heidi’nin eşyaya bakışı: Heidi eşyaya sahip olmak için bakmaz. Onun dünyasında eşyanın hiçbir hükmü yoktur. Yeter ki o rahat etsin. Az ve öz eşya onu mutlu etmeye yeter. Eşyanın esiri olmuş, adeta eşyanın tam ortasında ona hizmet eden insanlığa çok şey anlatır; Heidi’nin eşya ile muhataplığı. Ottan bir yatak, bir el yapımı sandalye onu dünyanın en mutlu insanı yapar.
Heidi’nin mekânlara karşı muhataplığı ve mekân algısı: Heidi dağlarda, yaylalarda, baharın kokusunu duyarak, ağaçlarla tabiatla konuşarak yaşar. “Baharı duyarsın, kokusunu alırsın” der Büyükbaba. Ağaçlarla konuşan Heidi onların cevap vermediğini bilir ama yılmadan konuşur onlarla.
“Heidi’ye bir yuva verdim, o burada mutlu ve özgür, okullar ona bunu veremez” diyen büyükbaba, onu şekillendirecek, özgürlüğünden alıkoyacak okula tek tipleştiren eğitime yollamak istemez. Bu da modern eğitim anlayışını eleştiren bir bakış açısıdır aynı zamanda.
Dörfli’ye taşınması gerektiği söylenir Büyükbaba ’ya Heidi’ni eğitimi için. “Köy benim gibi bir adam için çok küçük ve dar. Köydekiler beni deli sanıyorlar. Onların iç yüzlerini gördüm. Onlara acıyorum; mantıkları yok onların, yürekleri yok.” Diyerek görüşlerini ifade eder. Bu onun çekildiği dağlardaki inzivasının da gerekçelerini anlatır. Yalnızlıkla ördüğü dünyasında, kimselere muhtaç olmadan, bir bakıma bozulmaya durmuş insanlığa da manifesto gibi cümlelerle cevap verir. Bir bakıma uzaklaşarak, sadeleşmeyi, bozulmamayı seçmiş gibidir.
Heidi’yi okul için davet eden öğretmenin görüşme sırasındaki söyledikleri çok anlamlıdır. “Her sert çekirdekte bir tohum bulunur, sen onlara yaklaşırsan onlar da sana yaklaşır, ilk adımı sen atarsan onlar da sana gelirler. Onlara hiç iyi bir şey dedin mi, uzak görüşlü ol sadece zayıf olabilenler güçlerini gösterirler. Çocukla beraber köyümüze taşın, senin ve Heidi için en iyisi bu” diyecektir. Tüm bunlara rağmen okula göndermez büyükbaba, Heidi’yi. Bu konuda kararlıdır.
Frankfurt’ta yeni bir başlangıç
Heidi’nin dağlarda geçen hayatı vardır. Ve Frankfurt’ta yaşayacağı yeni hayatı vardır. Artık büyükşehre gidecektir, ama büyükbabasından, arkadaşlarından uzak kalmak çok zor olacaktır. Yaşadığı doğal ortamdan, şehrin tam ortasına gidecektir Heidi…
Heidi, teyzesinin çalıştığı evdeki Clara’ ya oyun arkadaşı olarak gidiyordu, ama onun bundan haberi yoktu ve çok yakın sanıyordu gideceği yeri. Akşama döneceğini söyleyerek adeta zorla teyzesi onu, büyükşehre Frankfurt’a götürür.
Büyükşehre geldiklerinde Heidi şaşkındır ve binaların yüksekliğinden korkmuş gibidir. Ve hemen bu büyükşehirden ertesi gün dönme kararı alır. Oysa bütün günü tekerlekli sandalyede geçen ve şehrin en zenginlerinin kızı Clara, Heidi’yi sabırsızlıkla beklemektedir.
İlk akşam yemeği görkemli bir sofrada Heidi’nin şaşkın ve ürkek hâliyle yenilir. Ama Heidi öylesine içten, öylesine doğaldır. Bir sepet dolusu beyaz ekmek dikkatini çeker ve büyükanne için onları almak ister. Peter’in büyükannesi ile muhteşem bir dostluğu vardır küçük kızın. Bu da Heidi’nin güzel ve engin sevecen yüreğinin bir göstergesidir. Gözleri görmeyen büyükanneye, Heidi baharda açan çiçekleri getirir, baharın kokusu diye ona ikram eder.
İçinde bulunduğu lüks odayı karanlık bir mağaraya benzetir Heidi… Güneşin çıkıp çıkmadığını merak eder ama camlar sıkı sıkıya kapalıdır.
Doğa, sade hayatlar, samimiyet, tüm tabiat çiçekleri ve hayvanlarla kurulan coşkun dostluktan sonra geldiği büyükşehir, Heidi için bir hapishane gibidir.
Zaman ilerler Heidi bu olağanüstü lüks eve, ağır mobilyalara ve yüzleri daima sert ifadelerle dolaşan, hiç gülmeyen hizmetlilere alışamaz. Ama zaman geçtikçe güzel bir yüreği olan Clara ile gerçekten samimi dostlukları olur. Bu zaman zarfında Heidi daima kırlara gitmeyi, büyükbabası ile buluşmayı, Peter ile yine keçi çobanlığı yapmayı hayal eder. Bulunduğu ortama alışamaz ve büyük bir özlem yaşar. Hiçbir zaman ümidini yitirmez. Bir gün dağlara gidecektir. Ve nihayetinde Heidi ısrarlı ve azimli, kararlı duruşu ile dağlara geri döner. Arkasından Clara da gelecektir. Heidi için vazgeçilmez olan dağlar, yaylalar ve büyükbabanın evi, Heidi’nin eşsiz dostluğu ile Clara yürür felçli ayaklarına hayat akar, diriliş akar adeta.
Heidi bizim çocukluğumuzun neredeyse tek çizgi filmi idi. Kitap olarak yazılmış eser daha sonra çizgi film olarak hazırlanmış ve büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Bugünün yapımcılarına çok şeyler anlatan olağanüstü güzellikte bir çizgi film olarak benim hafızamda yer etti. Hep yeri ayrı oldu benim için.
Aradan yıllar geçtikten sonra, son zamanlarda çocukluğumun böylesine anlamlı bende derinden iz bırakmış çizgi film kahramanına dair çok acı gerçekler öğrenmem de ayrı bir hüzün yaşatmıştır. Heidi’nin özgür bir yapısı vardır. Ve yalınayak dağlarda, ovalarda koşması bizim için özgürlük sembolü idi. Bu durum nasıl da hoşumuza giderdi.
Fakat niye çıplak ayaklıydı? Çocuk yüreğimizle bunu hiç sorgulamamıştık. İsviçre’nin dağlarında geçen bu hikâyeye dair acı gerçekler nasıl da ürperticidir oysa. Heidi, peynir, çikolata ve Alpler’den sonra İsviçre’nin ana simgelerinden birisi. Alpler’e tırmanırken ayakkabısı yoktur. Oysa kayalıklar vardır, taş toprak vardır. Ve neden Heidi ayakkabılarını hiç giymez ve ayakları hep çıplaktır?
Yazar Johanna Spyri 53 yaşında yazdığı bu öykü aracılığıyla, "çıplak ayaklı çocuklar" gerçeğinin üzerindeki toplumsal örtüyü kaldırarak, bu çocukların yaşadıkları trajediye dikkat çekmek istemiştir. Küçük ve hayat dolu kahramanı Heidi nezdinde tüm acı çekmiş, köleleştirilmiş, ağır işlerde çalışmış ve genellikle solgun yüzleri, çıplak ayakları ile ezilip hor görülmüş çocuk kölelere dikkat çekmiştir.
Heidi, öyle ki artık bu zamanlara üstü açılan gerçekler ışığında, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlamak istemedikleri trajik, acımasız gerçeğin simgesi. Onun çıplak ayakları, tüm köle çocuklara karşı işlenmiş büyük ayıbın, büyük suçun ve utancın simgesi adeta. Onun çıplak ayaklı olması köle çocukları işaret ediyordu, çünkü çıplak ayaklar, ‘köle çocukları’ diğer çocuklardan ayıran bir işaret gibiydi. İsviçre’nin ve Batı ülkelerinin adeta karanlık ve çirkin yüzünü gösteriyordu Heidi’nin çıplak ayakları.
İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960'lı yılların başına kadar çocuk sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçimini uyguladı. Devlete borcu olan boşanmış çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, öksüzler, yetimler, ebeveyni cezaevinde olan ya da suça bulaşmış çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Bu uygulamaya göre, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere "kiralık" olarak verildi. Veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında dört yaşındaki çocuklar satışa çıkarıldı. O andan itibaren de sahipsiz çocukları arayan, tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmadı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işlemiş, boşanmış/fakir ailelerin sözde 'kurtarılmış' çocuklarıydı!
Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra uzun zamanlar boyunca İsviçre'nin sözünü etmekten dahi kaçındığı bir tabu hâlinde üstü örtüldü.
Son dönemde İsviçre'de bunlar konuşuluyor, sözlü tarih çalışmaları, hayatta kalmış torunlarla, yaşlı insanlarla belgeseller yapılıyor, sinemaya taşınıyor acı hayatlar. Çiftliklerde tacize uğramış ve öldürülen çocuklar hakkında rapor yazma cesareti gösteren doktorların susturulduğu medeni İsviçre, şimdi bu acı ile yüz yüze.
Yazar Johanna Spyri, tarafından çıplak ayakları, coşkulu masum dünyası, tüm yüce gönüllüğü ile anlatılan Heidi'nin hikâyesinde, böylesine acı bir trajediyi temsil ettiğini kimsenin anlamasına imkân yoktu ta ki gerçekler ortaya çıkana dek… Ama işte yaşanılan hiçbir acı, hiçbir haksızlık ve günah gizli kalamıyor.
Çocukluğumun masum ve temiz günlerinde, benim hafızamda Heidi hep güzelliği, iyiliği, sadeliği ve coşkuyu temsil etti. Günümüz yapımcılarına da çok şeyler söylediğini düşünüyorum. Şiddetin, hızın, hazzın, girdaplarında hazırlanmış günümüz çizgi film dünyasına Heidi’nin anlamlı bir dipnot olduğunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim…
Çiçek Dürbününden Bakmak Sinemada Çizgi Çocuklar (Beyaz Bulut Yayınları) kitabından alıntılanmıştır.