İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe hazretlerinin "el-Âlim ve'l Müteallim" adlı eserini beş kişilik bir okuma grubuyla tamamlama fırsatı bulduk. Böyle bereketli eserlerin zaman zaman yaşanılan âna tâbi kalarak bakabilen bir gözle yeniden incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda hem yazıldığı güne hem de günümüze "söyleyecek sözü olan" bir "geçmiş zaman röportajı" da diyebileceğimiz bu eserin çağımıza neler söylediğine bakacağız.

Sözlerimizin başında belirtmeliyiz ki bu eser; en temelde kelâmî açıdan işlediği konular, öğretmen-öğrenci münasebetleri, öğretim teknikleri, yazıldığı dönemdeki toplumun sosyolojik ve psikolojik durumu gibi çeşitli açılardan ele alınabilirdi. Fakat gerek bahsi geçen eserde değinilen hususların güncelliğini koruması ve bu açıdan günümüz insanına dahi "konuşması", gerekse de eserde eleştirilen fırka ve fikirlerin günümüzde yeniden taraftar toplamaya başlamasıyla günümüz insanının bu mevzuları sil baştan dikkatli bir şekilde okumaya duyduğu ihtiyaç, bizi bu eseri çağımıza söyledikleri bakımından değerlendirmeye itti. Bu yüzden dün eseri bir de bu gözle tekrar okuma gereği duydum. Gözüme çarpan noktalarda yaptığım çıkarımların, ortaya çıkan hâsılanın sadra şifâ olmasını niyaz ediyorum.

Eserin yapısı

Her ne kadar uzmanlar röportaj tarihini 20. yüzyıla, gazetenin ortaya çıkmasından sonraya sabitleseler de muteber kayıtlara göre Hafs b. Selm’in ya da Ebû Mutî el-Belhî’nin, hocası Ebû Hanîfe’ye yönelttiği soruların cevaplarından müteşekkil bu risâle uzun bir "geçmiş zaman röportajı" olarak duruyor önümüzde.

Eser adını diyaloglarda geçen el-âlim (hoca/Ebû Hanîfe) ve el-müteallim (öğrenci/Hafs b. Selm veya Ebû Mûtî el-Belhî) kelimelerinden alıyor. Bazı müellifler, eserdeki soru ve cevapların Ebû Hanîfe tarafından düzenlendiğini ileri sürmüşse de soru ve cevapların takrirleri yazan talebelerden birinin kaleminden çıkmış olması kuvvetle muhtemel gözüküyor. Risâle kırk üç soru ve cevaptan oluşuyor ve kelâm ilminin bazı mühim meselelerini va'z ederek bunları Ehl-i sünnet’e göre açıklayan ilk eserlerden sayılıyor. Eserin en önemli özelliklerinden bir diğeri ise, iman esaslarını açıklamakta kıyası kullanması ve zihnî kavramları müşahhas hale getirerek bunları herkesin anlayacağı bir üslûpla ifade etmesidir. (Yusuf Şevki Yavuz, el-Âlim ve'l müteallim, DİA, İstanbul, 1989, c. 2, s. 461-463)

Zaten eserde müteallim olan zât bazı soruların öncesinde bu soruların toplumu meşgul eden sorular olduğunu âlime açıkça belirtir ve ondan herkesin anlayabileceği bir şekilde konuları açıklamasını ister. Bu açıdan eserin ağırlıklı olarak günümüzdeki "inanç meseleleri hakkında sıkça sorulan sorular" tarzında telifâta bir hayli benzediğini ve bu sahanın ilk örneklerinden olduğunu söyleyebiliriz.

Eserin çağımıza söyledikleri

"el-Âlim ve'l müteallim" hem yazıldığı çağı besleyen ve doyuran hem de yazıldığı çağı aşıp farklı çağların soru ve sorunlarıyla yüzleşebilen büyük bir ilmî kudrete sahip. Burada tabiî ki "Eserin güzelliği, müessirin kabiliyetindendir." demeli ve siyahın beyaz olduğunu savunsa herkesi ikna edebilecek kabiliyette olduğu rivayet edilen Ebû Hanîfe hazretlerini gözden kaçırmamalıyız. Nitekim eserde yer yer yaptığı aklî çıkarımlar onun bu haklı şöhretini destekler mahiyette. Şimdi hep beraber bu çağın insanı olarak kafamızdaki soruları alıp Ebû Hanîfe hazretlerine gidelim ve onun vereceği cevapları dinleyelim.

Karşılaştığımız cevapsız sorular hakkında sergilememiz gereken doğru hareket tarzı nedir?

Sormak, yolculuğa çıkmaktır. Sorularımız doğru ve anlamlı olmazsa yanlış yola girer, istemediğimiz yerlere varırız. Bu noktada günümüzde yaşanan itikâdî savrulmaların ağırlıklı olarak neyi, nasıl, kime soracağımızı bilemeyişimizden; ayrıca ne kadar soracağımızı, nerede duracağımızı takdir edemeyişimizden kaynaklandığını düşünecek olursak hepimize bir "soru sorma usûlü" gerektiği sonucuna varmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu yüzden böyle bir usûl çerçevesi yakalayamazsak cevabını bulamadığımız sorulara bir süre sonra teslim olmamız, hakikat arayışı yolculuğumuza son vermemiz ve şüphelerin kalbimizi istila etmesine karşı koyamamamız mukadderdir. Oysa bir "müteallim/öğrenci" zihnine düşen soruların peşinde koşmaktan asla yorulmamalı ve cevabını aramalıdır. Zaten eser de müteallim olan zâtın cevap arayışı serüveniyle başlıyor ki ben onun yolculuk usulünün bugün hepimize örnek olacak bir nitelik taşıdığını düşünüyorum.

Müteallim sorularına başlamadan önce Ebû Hanîfe hazretlerine gelerek birtakım insanların kendisine sorduğu sorular karşısında onlara cevap vermekten aciz kaldığını, ama buna rağmen hakkın asla zâil olmayacağını, bir yerlerde saklı olduğunu bildiğini ifade edip cehaletini gidermek için kendisinden sorularını cevaplandırmasını istiyor. Öğrencisinin bu tavrı, Ebû Hanîfe'nin çok hoşuna gidiyor ve doğru yolda olduğunu ifade ederek ona ilmin öneminden bahsediyor, onu ilim öğrenmeye teşvik ediyor. Öğrencisine, "Unutma, tıpkı uzuvların göze tâbi olduğu gibi amel de ilme tâbidir." diyerek ilimsiz amel etmekten kendisini sakındırıyor.

Ahmet Özhan: ‘Ayrılık yaman kelime…’ Ahmet Özhan: ‘Ayrılık yaman kelime…’

Öğrencinin övülen bu tavrına göre aklına bir soru takılan herkes o sorunun cevabını aramalı, bulamıyorsa kusuru kendisinden bilip sorusunu ilim ehli zâtlara kemâl-i edeple açıkça sormalı. Ki böylece aradığı cevabı bulabilsin ve aklındaki şüpheler zâil olsun. Bu noktada çoğu zaman üstün körü sorular sormayı tercih ederek işin aslını değil hoşumuza gideni duymakla yetindiğimizi, sorularımızı ehliyetsiz, kifâyetsiz kişilere sorup onları kendimize kolayca rehber edindiğimizi itiraf etmeliyiz. Oysa ki özellikle inanç sahasına dahil olan sorular esaslı bir tefekkür süzgecinden geçirilen ve mutlaka ehline sorulan sorular olmalıdır. Aksi takdirde cevap aramak mesuliyetini üzerimizden atmış olamayız.

Sorular karşısında soran kadar cevaplayana düşen şeyler de elbette epeyce fazla. Onlardan bir tanesi sorulan sorudan dolayı muhatabı azarlamamak, ona açıklayıcı cevaplar vermek ve onu sorma konusunda cesaretlendirmektir. "el-Âlim ve'l müteallim"deki metin örüntüsüne baktığımızda Ebû Hanîfe hazretlerinin bunların tümünü bihakkın yerine getirdiğine hayranlıkla şahit oluyoruz. O, müteallim kişinin kendisine dert yanarak, "Bana bu meselelere girme, böyle sorular sorma, ashabın yetindiğiyle yetin, farklı konulara dalma diyorlar!" şeklindeki serzenişine karşı, "Biz ashabın durumunda değiliz, bugün bizim kanımızı helal sayan insanlar var. Kanımızı ve ırzımızı savunmak için kimin doğru kimin yanlış olduğunu bilmeli, bu yüzden de yeni sorular sormalıyız." diyerek zamanın değişimine dikkat çekiyor ve öğrencisinin önünü açıyor.

Doğruyu yanlıştan ayırmak, doğrudan yana olmak, muhalifi tanımak neden önemlidir?

Bugün aşırı hümanist tavırların etkisiyle karşı karşıya kaldığımız bir problemli Müslüman tipi de bilgisizlik ve kontrolsüz iyimserlikten dolayı kendisiyle birlikte herkesin söylediğini doğru kabul eden hem dostuna hem de mukaddes saydığı değerlere karşı alenen düşmanlık eden kimselere aynı sevgiyi besleyebilen Müslüman tipidir. Müteallim Ebû Hanîfe'ye bu yönde soru sorunca imamımız, bu tür insanın kendince en cahil insan olduğunu belirterek konuyu yine çok güzel bir cevapla şöyle izah ediyor: "Doğruyu yanlıştan ayırabilmen şu üç sebeple önemlidir: Birincisi cahillikle itham edilmemek için, ikincisi (her denileni kabul ederek) hem kendini hem de başkalarını şüpheye sevk etmemen için, üçüncüsü de kimi Allah için sevip kime de Allah için buğz edeceğini bilemeyeceğin için." Ne kadar açıklayıcı bir cevap öyle değil mi? İmamımız bundan sonra da böyle bir kimsenin acınası durumunu ellerine beyaz elbise verilen dört kişiyi örnek vererek şöyle açıklıyor: "Dört kişiye dört beyaz elbise verilir, üçü elbisenin rengi hakkında farklı şeyler söylerken bir tanesi elbiseye beyaz demekle birlikte diğerlerinin verdikleri yanlış cevapları da kabul eder. Bu kişinin durumu işte böyledir. Bu kişi bu tutumuyla bâtıl fırkaların cevaplarını hem reddeder hem de kabul eder bir hâl içindedir."

Tüm bunlar sebebiyle Müslüman doğruyu yanlıştan ayırabilmeli, doğru kimseleri sevmeli, doğru kişilere karşı tavır almayı bilmelidir. Yoksa savrulur ve kendi iç dünyasında bocalayıp duran birine dönüşür.

Amel imandan mıdır, "Müminim" deyip amel etmeyen kişilere kâfir denilebilir mi?

Bu soru da geçmişten beri zihinleri meşgul eden, ameli olmayanı kâfir sayan zümrelerce mümin olduğunu açıkça ifade eden kişilerin düşman ilan edilmesine, buna bağlı olarak kanları helal sayılıp savaşlar tertip edilmesine sebebiyet veren kritik bir sorudur. Bu yüzden cevabının dikkatlice verilmesi oldukça önemlidir.

Ebû Hanîfe hazretleri bu soru karşısında, "Allah, farzları müminlere iman etmelerinden sonra emretti. Şayet amel etmeyen kâfir olsaydı 'Ey müminler, kısas size farz kılındı.' (Bakara 2/178) gibi ayetlerde insanlar henüz farzı yerine getirmeden 'müminler' diye isimlendirilmezlerdi. Aynı şekilde namazı emreden ayetlerde onlara henüz namaz kılmadan 'Ey müminler' diye hitap edilmezdi. Halbuki böyle hitap ediyor. Öte yandan bu durum borcunu ikrar edip ödeyen adamın durumu gibidir. Nasıl ki bu adam önce borcunu kabul eder, sonra borcunu öderse kişi de önce iman edilecek şeyleri kabul eder, ardından amel etmekle mükellef olur." diyerek harika bir izah yapıyor. Peşinden gelen cevaplarda da mümin olduğunu ikrar eden bir kimseye tecessüsün caiz olmadığını, onun aksine bir izahta bulunmadıkça mutlak olarak mümin kabul edilmesi gerektiğini güçlü bir şekilde defalarca vurgulayarak çağımızın hastalığı olan tekfirciliğin önüne de bir nevi set çekiyor ve niyet okuyuculuktan sakındırıyor.

Bu sebeple amel etmek konusunda gevşek davranan kimselere karşı peşin hükümlü olmamalı ve Müslüman toplumda fitne çıkmasının önüne geçmek için "müminim" diyen herkes mümin kabul edilmelidir. Zira biz, kalplerde olanı bilecek kudrette de sorumlulukta da değiliz. Biz zahire göre hükmetmekle mükellefiz.

Bir müminin sosyal medya ahlâkı nasıl olmalıdır?

Soru biraz şaşırtmış olabilir, zaten öyle olsun diye bu şekilde sordum. Elbette eserin yazıldığı dönemde sosyal medya kullanılıyor değildi fakat günümüzde yaygın olarak kullanıldığı ve bir rehbere ihtiyaç duyulduğu inkâr edilemez bir gerçek. Bu yüzden soruya taaccüb etmeyi bırakalım da imamımızın bize ne cevap vereceğine odaklanalım.

Müteallim olan zât bir yerde acele edip Ebû Hanîfe'nin söylediklerini biraz yanlış anlayınca imamımız hemen araya giriyor ve öğrencisini sîgaya çekiyor. Ona bir şey duyduğu zaman acele etmemesi ve söyleneni iyice anlaması gerektiğini öğütleyen imamımız, bizim kulağımıza da küpe olacak şu sözleri söylüyor:

"Acele etme, ağır ol. Sana bahsettiğim şeylerden beğenmediklerin olursa -eğer ihlâslı isen- bana açıklamasını sor. Nice insanlar vardır ki söylenene önce kızarlar ama söz kendilerine açıklanınca memnun olurlar. Sakın bir sözü duyup beğenmeyen, sonra da sahibini lekelemek için o sözü insanlar arasında söyleyip ifşâ eden kimselerden olma. Zira o tip kimseler 'Söylenen sözün belki benim bilmediğim bir yönü vardır, arkadaşıma sorayım, herhalde bunu kastetmediği halde söyleyiverdi. Benim için gerekli olan dikkatli olmak, arkadaşımı kötülememek, sözünü niçin söylediğini anlayana kadar onu lekelememektir.' diye düşünmezler."

Şimdi soruya tekrar dönün ve düşünün, sizce de yerinde olmadı mı? Bu tavsiyeler linç kültürünün menbâı haline gelen sosyal medya hayatımız için muhteşem tavsiyeler değil mi?

Peygambersiz bir din tasavvuru olur mu, ayrıca peygamberler bizler gibi sıradan insanlar mıdır?

Ebû Hanîfe hazretleri bu soruları peygamberi inkâr etmenin Allah'ı inkâr etmek olacağı ve insanların türlü işkencelerine katlanıp onları yine de Hak yoluna davet etmekten geri durmayan peygamberlerle bizim asla aynı seviyede olamayacağımız şeklinde cevaplandırarak günümüzde peygamberlik müessesesini ve bu müessese ile getirilen her şeyi reddeden Deizm'e adete asırlar öncesinden cevap gönderiyor gibidir. Bunlarla birlikte burada Hz. Peygamber’i bizler gibi "sıradan" bir insan olarak tanıtıp dinin anlaşılmasında sünnet-i seniyyeyi merkeze almak yerine, bu merkezi boşaltıp o boşlukta kendi süslü sözlerini din yaparak saf zihinleri idlâl edenlere de cevap verildiği görülmelidir.

Netice itibariyle Efendimiz (s.a.s), şairin dediği gibi; "Muhammedün beşerun ve lâkin leyse ke'l beşer, Bel hüve ya'kûtün, ve'n nâsü ke'l hacer."dir. Yani Hz. Peygamber de evet bizim gibi bir beşerdir ancak onunla aynı maddeden olmamız yakutla taşın aynı maddeden oluşu gibidir. En nihayetinde yakut da taş da aynı cinstendir, ikisi de taştır. Fakat yakuta paha biçilemezken sıradan taşlar her yerde bulunan değersiz şeylerdir.

"Bilmiyorum" demeyi bilmenin önemi nedir?

Yine asrımız insanının unuttuğu "Bilmiyorum" diyebilme erdemini "el-Âlim ve'l müteallim"de Ebû Hanîfe hazretleri bize beş yerde sorulan soruya cevap verirken "Bilmiyorum" diyerek hatırlatıyor. Parlak zekâsı, hazır cevaplığı, ikna kabiliyeti ve mütebahhir bir âlim oluşuyla meşhur olmuş imamımız, bu tavrıyla bizlere sorular karşısında hevâ ve heveslerimize göre hareket etmeyip bilmiyorsak "Bilmiyorum" diyebilmeyi öğütlüyor. Bu erdeme sahip olabilmek özellikle dîni konularda cevap verme merciinde olanlar ve kendilerine bu alanda soru sorulan herkes için başkalarının dîni hayatlarını olumsuz etkilememek bakımından oldukça mühimdir.

Geçmişi sağlıklı bir zeminde değerlendirebilmek, bunun yanında âna "söz söylemek", ama onun da ötesinde geleceğe "konuşmak" ve tesir etmek her esere ve eser sahibine nasip olmayacak meziyetlerdir. Allah, tâ asırlar öncesinden göğüs kafeslerimizdeki daralmaları, zihinlerimizdeki soruları görür gibi şefkatli bir âlim edasıyla cevaplandırıp bizi anlamsızlığın karanlık ve kızgın kuyularından kurtararak ferahlatan imamımızı darda bırakmasın, yüzünü aydınlık eylesin, bizleri de şefaatine nâil eylesin.

Yazımızı İmâm-ı Şafiî'nin (ra) İmâm-ı Âzam hakkında yazmış olduğu şiirle bitirelim:

"Lekad zâne'l bilâde ve men aleyhâ,

İmâmü'l müslimîne Ebû Hanîfe…

Bi ahkâmin ve âsârin ve fıkhin,

Ke âyati'z Zebûr-i ale's sahîfe...

Femâ bi'l meşrikâyni lehû nazîrun,

Velâ bi'l mağribeyni velâ bi Kûfe…

Ferahmet-ü rabbinâ ebeden aleyhi,

Mede'l eyyâmi mâ kuriet sahîfe…"

[Süsledi hem ülkeleri hem de insanları,

Müslümanların imâmı Ebû Hanîfe…

Fıkhıyla, hükümleriyle, eserleriyle,

Yazılı sayfalardaki Zebûr ayetlerine benzer şekilde...

Yoktur onun şarkta bir eşi, bir benzeri,

Garpta da Kûfe’de de bulunamaz dengi…

Üzerine olsun dâim Rabbimiz’in rahmeti,

Sayfalar okunduğu sürece, günler geçtikçe…]

Celaleddin Alkan