Müzik çalışmalarına söz yazarı, bestekâr ve hanende olarak devam eden Mehmet Kemiksiz, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti projeleri çerçevesinde eski bir Osmanlı geleneği olan ‘Cumhur Müezzinliği ve Enderûn Usûlu Terâvih Tertibi’ uygulaması ile ilgili bir proje hazırlamış ve bu proje epey ses getirmişti. Bu Ramazan ayında da çeşitli şehirlerde birçok camide devam eden bu uygulamayı ve daha fazlasını Mehmet Kemiksiz’e soralım dedik.

Ramazan ayının başında Mehmet Kemiksiz Bey’in konuğu olduk. Mehmet Kemiksiz Bey’i epey meşgul ettik. Onca yoğunluğunun içinde üstelik oruçlu oruçlu, lütfedip bize vakit ayırdı. İkramda bulundu. İkramı çay değildi, bilgiydi. Öyle bilgiler ikram etti ki bize duyulmadık görülmedik… Salâlar, ezanlar, Regaibiyye, Miraciyye, Bayramiyye ve daha birbirinden orijinal pek çok konu konuştuklarımız arasında… Bu arada hocamızın yanından ayrılırken ben diş kiramı da aldım… Eee onca bilgi ile doyduktan sonra bunu da hakettim sanırım. Ne aldığımı merak edenlere söyleyeyim, diş kirası bir kitaptı hocamızın. Ahmed Şahin ile birlikte hazırladıkları “İstanbul 2010 Ramazan Enderûn Terâvihi ve Cumhur Müezzinliği” isimli kitapçık… Sevincimi anlatamam.

Mehmet Kemiksiz ile yaptığımız röportajın bu ilk bölümünde Enderûn terâvihiyle ilgili bilgileri ve bu konudaki eleştirilere cevabını paylaşacağım sizlerle. Ama önce tanıyalım hocamızı.

Hocam, öncelikle bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz? Kimdir Mehmet Kemiksiz?

1969’da Samsun’un Çarşamba ilçesinde dünyaya geldim. İlkokulu köyümde okudum.  Benim için en büyük bahtiyarlıktır bu. Maalesef şimdi köy okulu diye bir şey kalmadı. Ardından orta ve lise öğrenimimi Çarşamba İmam Hatip Lisesi’nde tamamladım. Müteakiben yükseköğrenimime 1988 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde başladım; buradan yatay geçişle Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne geçtim ve 1993 yılında burada mezun oldum. Ardından Tasavvuf Anabilim Dalında (o zamanlar adı “Musiki Anabilim Dalı” değildi) “Sema ve Devran” konusunda master tezi çalışması yaptım. Takiben de Emin Ongan’ın kurduğu köklü bir müzik kuruluşu olan Üsküdar Emin Ongan Mûsikî Cemiyeti’nin eğitim programlarına dâhil olup burayı bitirdim.

Bir müzik alt yapısıyla dini musikinin icra edilemeyeceğini, anlaşılamayacağını fark edip birebir meşke başladım. Kaldı ki çocukluktan beri kulağım yatkındır dini musikiye, ilahi ve mevlîdlere… Çünkü benim ailemde her gün sesli Kur’an okunur. Annem okur, ablalarım okur, abim ve babam okur. Geleneklerimizden olan mevlidi bütün cemiyetlerde okuruz. O yüzden çocukluktan beri aşinayız buna.

Ancak burada bir şey fark ettik. Biz bu ilahi ve mevlidleri taşra ağzıyla, köy ağzıyla okuyormuşuz. İstanbul ruhuyla başka bir anlam ifade ediyormuş.  Bunu nasıl anladık? Bunu taş plak kayıtlarından dinlediğimizde anladık. Bilhassa bizim iki kuşak önceki eski hafızların muhtelif icralarını dinledikten sonra. Yerel ağız yani taşra ağzı ve İstanbul ağzı arasında bir farklılık olduğunu gördük. Onun üzerine başta Allah selamet versin İlhan Tok Hocamızla yaklaşık on yıla yakın Kur’an talimi yaptık ve onun da kendi hocası olan Tahir Karagöz hocamızdan meşk ettiği tasavvuf musikisi eserlerini meşk ettik. Ardından hâfız bestekâr Amir Ateş’ten Mevlid-i Şerif’i meşk ettik ve beste dersleri aldık. Sonra TRT İstanbul Radyosu ney sanatçısı Ahmed Şahin’le birlikte pek çok çalışmalar yaptık. Mesela onunla birlikte Türk – İslâm Mûsikîsi Külliyatı adlı büyük ve uzun soluklu bir çalışmaya başladık.

Tabii ki bunlar kişisel çalıştıklarım.  Bazen bir resme bakıp oradan ilham alırsınız. Bazen bir ses dinleyip orada dünyanız farklılaşır. Bazen bir rüya görürsünüz, hayatınız tamamen değişir. Bunun gibi benim de rahmetli hocam Selçuk Eraydın, hayatımda çok önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Nasıl yani?

Şöyle. Master tezimi de Selçuk Eraydın Hocamla birlikte çalıştım. Günün birinde bana bir hediye vereceğini söyledi. Aradan bir zaman geçti. Tez çalışmasını tamamladık.  Bitiminde bana bir paket verdi.  Eve gelip paketi açtım, üstünde Bekir Sıtkı Sezgin yazan bir sürü kaset çıktı. O zamanlar CD yoktu. Kaset vardı. 60’lık 90’lık vs. Meğer onlar rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin hocanın kayıtlarıymış.

Ben içeriğine bakmadan o albümlerin tamamını ezberledim. Dini musiki formları, mevlîd, ilahiler, ne varsa… Dolayısıyla rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin Hocayla ruberu ders yapmadık ama pek çok eserini o kayıtlardan dinleye dinleye beni besleyen bir kültür oluştu. Daha sonra Taş plak kayıtlarındaki gazel ve klasik eser formlarına yöneldik, onları dinleyerek bir müktesebât oluşmuş oldu.

Türkiye’de Osmanlı’nın bize bıraktığı devasa kültür hazinelerini bir bir yerinden çıkarıp bizlere sunuyorsunuz. Ramazan ayına ait geleneklerimizden biri olan Enderûn usulü terâvih namazı gibi. Neden Enderûn usulü terâvih namazı?

Aslında bu bizim ortaya çıkardığımız, bizim bulduğumuz veya bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Bu var olan bir gelenek. Tekkelerde, konaklarda, selâtin camilerinde, Hırka-i Saâdet Dairesi’nde, sarayda uygulanagelen bir gelenek… Biz bunu selâtin camilerine taşıdık yeniden… Unutulmaya yüz tutmuş bir geleneği uyandırdık.  Bu var olan bir gelenektir dedik. Bunu gösteren birçok vesikalar var. Bizim Ahmed Şahin’le beraber yaptığımız 2010 İstanbul Kültür Başkenti projeleri içerisinde yer alan kitapçık mesabesinde bir çalışmamız var. Dinleyicilerimizin,  takipçilerin eline ulaşması için yaptığımız kitapçıkta buna dair bazı belgeler var.

Bunlardan en canlısı Sultan Abdülaziz’in torunu Şehzâde Mahmud Şevket Efendi’nin sarayda Hırka-i Saâdet Dairesi’nde kılınan enderûn terâvihlerinde tervîhalar arasında nelerin okunduğunu, kimlerin neleri okuduğuna dair el yazısıyla tuttuğu notlar var. Mahmud Şevket Efendi bu defteri sürgün hayatı boyunca beraberinde götürmüş ve muhafaza etmiştir. Daha sonra bu tarihi vesika Emin Saraç Hoca Efendi’ye intikal etmiştir. Bu bilgiler ondan da bize intikal etti. Bu notların birkaç tanesini de kitabımıza koyduk. Bunun dışında enderûn terâvihiyle ve cumhur müezzinliğiyle ilgili müstakil risaleler ve vesikalar da var. Kısacası bunun tarihte olduğunu böylece vesikalarıyla sabitlemiş oluyoruz. Bundan sonra gerisini konuşabiliriz. Yani var mı yok mu tartışmasını birazdan konuşalım.

Gelelim Enderun usulü terâvih namazı’nın çıkış sebebine. Bu;  etkin bir güç olan musikinin kullanılarak, bununla ibadetin içeriğini, ibadetin motivasyonunu, ibadetin aktivasyonunu nasıl yükseltebiliriz düşüncesiyle Osmanlı’da ortaya çıkmış bir hadisedir. 20 rek’at terâvih kılıyorsunuz, 13 rek’at yatsı ve vitirle beraber 33 rek’at oluyor. Bu 33 rek’atta bir sürükleyicilik olmalı. Bu sürükleyicilik manevî boyutuyla insanı yüceltmeli, ama bir taraftan da kıraat edilen her şey bir usule, bir adaba, bir erkâna uygun olarak vaz edilmeli. İşte bu o sistemi getiriyor.

“Yani var mı yok mu tartışmasını… Birinci tartışma bu.”  dediniz biraz evvel. Terâvih namazının varlığı mı sorgulanıyor hâlâ?

Evet, evet önce bu sorgulanıyor, tartışılıyor. Var mı yok mu diye?  Başlangıçta terâvih namazını bizzat Peygamberimiz (s.a.v.) iki veya üç gün mescidde kıldırmıştır. Ancak kılan cemaatin sayısının artması üzerine farz olur endişesiyle Resûlullah (s.a.v.) mescide gitmemiştir. Bu konuda Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Emin Işık Hocamız Peygamberimiz (s.a.v.)’in, Ramazan’ın sonuna doğru bir gece de yatsı namazına müteakip ashabına terâvih namazı kıldırdığından bahseder. İki rek'at kılıp selam verip hemen üçüncü rek'ata kalktığını ve dördüncü rek'atın sonunda selam verip, oturup ashâbıyla sohbet ettiğinden bahsetmektedir.

Daha sonraları Hz. Ebû Bekir döneminde terâvih namazı bireysel olarak kılınmaya devam etmiştir. Cemaatle kılınması Hz. Ömer dönemine rastlar. Hz. Ömer döneminde Müslümanlar arasında sıkıntılar başlar. Peygamberimiz (s.a.v.)’in kıldığı o nafile ibadet 20 rek'at olduğu için (bazıları da Efendimizin 8 rek'at kıldığını söylemektedirler) kendi başlarına kılarken rek'atları şaşırmaktadırlar. “Biz bunu kendi başımıza kıldığımızda karıştırıyoruz.” diye başvururlar. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.),  Übey b. Ka‘b (r.a.)’dan cemaate terâvih namazını kıldırmasını istemiş ve bu uygulama günümüze kadar sürüp gelmiştir.

Ama Emevîler'de, Abbâsîler'de böyle bir gelenek yok.  Osmanlı’ya geldiğimizde kılınmakta olduğunu görüyoruz. Enderûn usulü terâvih ise özellikle Itrî’nin döneminden sonra kılınmıştır.  Nasıl? Terâvihin içerisine, tervîha yani dinlenme, fasıla verme manasını içerecek bir ilahi’den vs. oluşan bir müzikal koyuyorlar.  Aslında biz Enderûn terâvihi derken tervîhalar arasında okunan ilahileri de tam olarak kastetmiyoruz.  O değil mesele… Herhangi bir müzik grubunu getirseniz orda o makama uygun ilahiler okurlar. O değil mesele.  Ya ne?

Mesele ne hocam?

Cumhur müezzinliği diye bir kavram var. İkinci kavram Enderûn imamlığı, üçüncü kavram Enderûn müezzinliği. Biz bu “Enderûn” kelimesini “ihtisaslaşmış” karşılığı olarak da kullanabiliriz. Bir de bu sahada yetkin ağız, yetkin okuyuş, yetkin ses anlamına gelir. Bütün namazların ezanlarında, bütün mihrabiyelerinde, bütün tesbihatlarında bir kere cumhur müezzinliği var. Cumhur müezzinliği ne demek? Şimdiki 90 yıllık devlet icraatında olduğu gibi camilerde tek müezzin yoktu Osmanlıda.  Çünkü camiler müstakil. Camilerin gelirleri de müstakil. Çünkü camilerin vakıfları var. Vakfiyeleri var. Bu vakfiyelerden intikal eden gelirlere nispetle en az 3 müezzin vardı bir kere o dönemlerdeki camilerde.

Örneklerle bu konuyu açacak olursak…

Mesela, Selimiye Camii’nin Doğancılar Yokuşu’na kadar olan kısmı onun vakfiyesidir. Bostandır o zamanlar oraları. Şu anda hepsinin üzerinde apartmanlar var. Eminönü’nde Yeni Camii’nin arkasındaki Mısır Çarşısı da Yeni Camii’nin vakfiyesidir. Bir başka örnek; Üsküdar Yeni Valide Camii’nin Balaban’a kadar giden yerdeki hamamı, çarşısı hepsi oranın vakfiyesidir. İskele Camii’nin yani Mihrimah Sultan Camii’nin sahilden yukarıya doğru olan o kısmında hamam vs. vardı. Onun da vakfiyesi oralardı. Mesela müftülüğün hemen yanında şu anda bal satılan dükkân Mihrimah Sultan Camii’nin vakfiyesiydi.

Dolayısıyla “Bu kadar fazla müezzinin olması neden? Bunların gelirleriyle efendim Osmanlı batmıştır.” diyenlere şöyle derim: “Hayır efendim, hiçbir şekilde devlet bütçesinden bir kuruş çıkmamıştır. Camiyi yaptıran zat, o caminin temizliğini, o caminin imamının, müezzininin, hatibinin, hatta daha çok duyulmamış bir şey söyleyeyim; eyyam-i mübareke müezzinliği diye bir kadronun ücretlerini de düşünüp bunları karşılamak için vakıflar kurup vakfetmiştir.

Hocam nedir bu Eyyam-i Mübareke Müeezzinliği?

Önce eyyam-i mübareke ne?  Bunu cevaplayalım. Eyyam-i mübareke mübarek günler demektir. Neymiş bu mübarek günler? Cuma günü, beş kandil, iki bayram. Sadece bu günlerde icra etmek üzere çok elit ve liyakatli icracılar o camide göreve alıyorlar ve “bu caminin eyyame-i mübareke müezzini filan zat” diye o mübarek günlerde duyuruluyordu. O gün geliyor, o adam mesela Cuma günü bir sala okuyor, bir iç ezan okuyor. Bu kadar. Onun görevi o ve dolayısıyla devlet kasasından da bir kuruş para harcamadan da bunlar yapılıyor çünkü her caminin vakfiyesi var. Oradan karşılanıyor. Şimdi dönelim tekrar Enderûn terâvihine. Bu çok derin. Hangi konuya dalsak saatlerce konuşmak gerekiyor.

Enderûn terâvihi sadece taşra camileri için vaz edilmiş bir uygulama değil. Ama gel gör ki neticede Osmanlı sarayında ve saray dışında da Eyüp Sultan Camii’nde uygulanıyor. Bu uygulanan her bir uygulama, fasıllar da dâhil Anadolu’nun en ücra köşelerine dahi gitmiştir. Şu bir tarihi vakıa, sarayda okunan her bir fasıl bir ay sonra Elazığ’da okunuyor. Nasıl gidiyordu. Telefon yok. İnternet yok. Mail yok. Bir şey yok. Ama gidiyor. Şimdi dedik ki Enderûn terâvihi de selâtin camilerde yani sultanların inşa ettirdiği camilerde kılınmaktaydı. Çünkü sultanların inşa ettirdiği camilere Enderûn mektebinden yetişen imamlar gönderiliyordu. Dolayısıyla Enderûn’daki her bir uygulamayı onlar bu camilere taşıyordu. Enderûn dışında genelde Eyüp Sultan Camii’nde uygulandığı için en çok Ramazan eserine sahip bestekârlar “Eyyûbî” lakabıyla anılmışlardır.

Enderûn terâvihinin hiç aksatılmadan uygulandığı yerlerden birisi Enderûn yani oradaki Hırka-i Saâdet Dairesi ki burası resmi kurumu temsil ediyor. Diğeri de Eyüp Sultan Camii. Eyüp de sivil halkı temsil ediyor. Yani kısacası Osmanlı’da bu uygulama var. Bunu dedim ki biz bulmadık. Biz icat etmedik. Biz vazetmedik. Bu var. Şimdi biz bu çalışmayı yaptıktan sonra bir takım mahfillerden bazı sesler yükselmeye başladı. Dediler ki “Biz buna zaten yapıyorduk. Yeni bulmuş gibi niye ortaya çıktınız?” Yani hem kişisel hem de kurumsal tenkitler var şimdi.  “Onlar bulmadı, biz zaten yapıyorduk” filan gibi konuşmalar insanı rahatsız ediyor. Biz zaten bulduk demiyoruz, bu bir. İkincisi sen, yapıyordun ama bunu tekkede yapıyordun. Cemaat camide olur. Enderûn terâvihi de camide olur. Niye Osmanlılar bu uygulamayı hep Eyüp Sultan Camii’nde yaptılar da, Hırka-i Saâdet Dairesi'nde sürekli yapmadılar o zaman? Aradan 70 yıl, seksen yıl geçmiş. Kopmuş mesele… Tamam, bizim evde kılınıyor üç beş kişi bir araya gelince kılıyoruz, bir tekkede kılınıyor, bir konakta kılınıyor ama camide kılınmıyor. Bunun yeri cami, selâtin camileri. Tenkid edenlere o yüzden kızıyorum ben. Üstelik biz bulduk da demiyoruz, dikkat edin…

Peki, sizi eleştirenler bu Enderun usulü terâvih namazını sizin uygulamanız gibi mi kılıyorlarmış?

Yok. Bizim kitabın içerişinde bu uygulamayı yapan ekip arkadaşlarımızın adları ve resimlerinin olduğu bir bölüm var. Biz bunu bu sene yapmaya başlamadık. On senedir yapıyoruz. Üsküdar Yeni Camii (Valide-i Cedid Camii)’nde, İlahiyat Camii’nde, Beylerbeyi Camii’nde yaptık ve yapıyoruz. Bu, aralarında Mehmet Ali Sarı ve Emin Işık, Safi Arpaguş gibi pek çok kıymetli hocalarımızın da bulunduğu otuz beş kişilik bir ekip. Biz bu ekiple bir yıl haftada üç gün çalışmak suretiyle o Ramazaniyeleri ve bütün tesbîhatı meşk ettik. Ve bununla ilgili, bu nasıl uygulanır, bunu göstermek için iki tane de uygulama CD’si hazırladık. Uzun soluklu ve sıkı bir çalışma ortaya koyduk ve bunu basınla da ve dolayısıyla tüm Türkiye ile paylaştık.

Çok güzel bir iş yapmışsınız. Peki, sıkıntı ne?

Burada can sıkıcı olan şu, bunun bu kadar insan tarafından takip edilmesi mi birilerini rahatsız etti? Kuşkulandım doğrusu. İki gün önce bir gazetede bir haber vardı. Süleymaniye Camii’nde bir buçuk safla terâvih namazı kılındığının resmi ve haberi verilmekte... Şimdi bizim Enderûn terâvihi yaptığımız gece Süleymaniye Camii’nde mübalağa olmasın 4000 civarında insan vardı ve bahçede cemaat yer bulamamıştı. Ha buradan şunu anlıyoruz. Burası bir selâtin cami. Bu tür uygulamaları gerek müftülük, gerek sivil kuruluşlar, gerek belediyeler organizasyon yapıp bu tür yetkili insanları bir araya getirip ekipler kurup buralarda Enderûn terâvihini kıldırmaları gerekir. Selâtin camilerinde ve bilhassa Eyüp Sultan Camii’nde. Bugün sesini yükselten arkadaşlarımızın, büyüklerimizin yanıldıkları bir nokta var. Her konuda kendilerini hüküm bina edecek yetkinlikte görüyorlar. Bu kitabın son bölümünde on tane terâvih tertibi var. Kendilerine ben sormak isterim:  Kendileri şimdi bize “şu kadar yıldır Enderûn terâvihi ile biz filan filan namaz kılıyoruz.”  diyorlar, doğru. Tekkelerde konaklarda zaten adet bu. Varlıklı insanlar bir takım güzel sesli hocaları hafızları tutup ramazanlık olarak kendi evlerinde komşularıyla beraber Enderûn terâvihi yaptırıyorlardı. Bunda da onlarla hemfikirim. Ama şundan kimse bahsetmiyor. Buyurun şimdi bu kitabın içerisinde on tane bölüm var. Bu kadar bütün detayları düşünülmüş olan bir ibadet geleneğinin bu içeriğini ecdadın düşünmemiş olmasını düşünmek çok safdillilik olur.

Bu insanlar terâvihte hangi zamm-ı sûreleri okuyorlardı diye ben de çok merak etmeye başladım. Yani tamam cami banisine, cemaatine vesairesine gülbank söyleniyor, ilahiler, dualar okunuyor; sonunda tesbîhatlar, âminler çekiliyor, Salâten tüncînâ cumhur olarak okunuyor vs., vs..  Ama bugüne kadar hiç bir şekilde bir zamm-ı sûre tertibinden bahsedilmedi. Kimse de bahsetmiyor. Ben o insanlara soruyorum, karşılaştığım zaman da sordum. “Biz de kılardık filan yerde” dediklerinde  “Hocanız nasıl bir zamm-ı sûre tertibi yapardı bir dört rek’atın tertibini söyler misiniz?” dedim. Yok. Cevap verebilen yok. Ha işte burada bir eksiklik var. Ben bu tertipleri araştırmaya başladığım zaman bu gün yaşları bizden biraz daha yukarda yaşlarının kemalinde olan hocalarımızla konuştum. Dedim ki onlara “Filan hocamız, siz Abdurrahman Efendi’nin arkasında namaz kıldınız mı?” “Kıldım.” diye cevap verdi. “Peki, nasıl zamm-ı sûreler koşardı eski tabirle, yani ne okurdu?” dedim. Bana “Ramazan’ın ilk on günü genelde şu tertibi okurdu. Ramazan’ın ikinci orta on günü şunu okurdu. Ramazan’ın son on günü şunu okurdu, Kadir Gecesi mutlaka şu tertibi okurdu” şeklinde izah etti.  Ha burada mesele çözülmeye başladı. Ve bunu biz pek çok insana sorup araştırarak yazdık.

Peki, nasıl bir zamm-ı sûre tertibi yapılmakta Enderûn usulü terâvihlerde?

Ramazan’ın ilk on gününe tekabül eden namazlarda zamm-ı sure tertibi olarak genellikle nida âyetleri seçiliyor. Bu bir. Ne demek nida âyetleri? Müslümanları belirli konularda özellikle İslâm’ın hükümleri konusunda yani ibadet muamelat konusunda uyarıcı âyetler. Yani “ya eyyühellezine amenu” diye başlayan âyetlerden seçiliyor zamm-ı sûreler… Bu âyetlerin tertiplerinden de kitapçığımızda bahsettik. Hangi hoca hangi tertipleri uygulamış tek tek araştırıp yazdık. Mehmet Sevinç Hoca şu tertibi yapmış, Nihat Temel Hoca da bu tertibi uygulamış gibi… Hep bunları tek tek yazdık. Gelelim konumuza…

İşte Ramazan’ın ortasına geldiğimizde bu zamm-ı surelere de yansıtılmış. Ramazan’ın ikinci on günü toplumsal hayat, ibadet, hukuk gibi konulardan bahseden âyetler okunuyor. Son on yani Ramazan’ın sonuna doğru Rabbena âyetleri okunuyor. Dua âyetleridir bunlar. Ramazan’ın sonunda da biz mağfiret diyoruz ve Allah’tan mağfiret istiyoruz, cehennemden kurtuluş, günahlardan affedilme, kurtuluş diliyoruz. “Rabbena” yani “ey Rabbimiz” diyoruz ve dua ediyoruz. Ve bu âyetlerin seçimi de tesadüfen değil, hep birbiriyle müteradif olan âyetlerdir seçilenler yani ya sonları aynı bitiyor ya da başları aynı kelimelerle başlayan âyetlerdir. Mesela: Mehmet Sevinç Hocamız Ramazan’ın  ilk on beş gününde rahmet ve nida âyetleri okurmuş, Ramazanın on beşinden sonra da dua âyetleri okurmuş. Bu kitapçığımızda tertipleri var. Hepsini yazdık.

Epey araştırmışsınız anladığım kadarıyla…

Çok araştırdım ve gözlemledim. Bakıyorum bazı terâvih namazlarında güçlü hafızlar birinci âyette dua âyetini okuyor, ikinci âyette azap âyetini okuyor, yakıştı mı peki? Haşa, ben âyetin birini küçümsemek anlamında söylemiyorum bunu. Azap âyeti de okunmalı elbette ama orada azap âyetleri birbirine müteradif kılınarak okunmalı. Bu konuyu Mehmet Sevinç Hocamıza da danıştım. Açtım telefon, sordum. “Hocanız nasıl bir zamm-ı sure tertibi uygulardı” diye. Bana “ya nereden aklına geldi böyle bir şeyi gündeme getirmek?” dedi. Dedim ki “tesadüfen olamaz bu âyet seçimleri.” O zaman bana dedi ki: “Benim hocam birinci rek'atta soru soran bir âyet okurdu. İkinci rek'atta cevabını veren bir âyet okurdu.” İşte Enderûn bu. Varsa bugün böyle namaz kıldığını söyleyen arkadaşlarımız, ben onların gerçekten bu konuda bilgi sahibi olduklarına, yetkin olduklarına inanayım ve bize de söylesinler örnek alıp kıldıkları hocaların tertipleri neymiş. Biz de öğrenelim. Sonra Âminler konusunu araştırdım.

Nasıl yani?

Hem terâvihin sonunda, vitir namazına geçmeden önce bir âmin seremonisi var. Hem de namazın sonunda bir âmin bölümü var. Bunların ilkine kısa âminler, diğerine uzun âminler deniyor. Büyük âmin-küçük âmin yani. Ama bunun bir tane uygulamasını duyacağımız insan yok, tabii kaybolmuş. Yok olmuş dediğim zaten bu. Bize “yok olmadı, biz uyguluyoruz” diyen arkadaşımıza ben soruyorum: Bir tane uzun âmin bize yapsın da örneğini görelim. Ben bu âminler konusunu Hafız Ahmet Arslanlar’dan öğrendim.

Hafız Ahmet Arslanlar dediğiniz bu zat kimdir?

Şu anda Türkiye’de yaşayan son reîsülkurrâ. Enderûn’dan Eyüp Sultan Camii’ne son tayin edilen Enderûnlu hafız. Son. Başka biri yok. 90 küsur yaşında pek cemaat içine çıkmayan bir insan. Özellikle son zamanlarda hiç çıkmıyor artık. Ben Ahmet Arslanlar’ı Üsküdar Yeni Camii’nde bir Cuma çıkışı sona kalarak bekledim. O gün onunla beraber çıktık ve koluna girdim. “Birkaç dakika sizi yoracağım.” dedim. “Eğer vaktiniz varsa şurada bir çay içelim, birlikte oturalım, size birkaç şey sormak istiyorum.” Kabul etti sağolsunlar. Kendisine izah ettim durumu. “Biz işte böyle böyle bir çalışma yaptık.” “Duydum.” dedi. “Ama bu âminleri ve âminler içerisinde neler okunduğuna dair hiç kimseden bize örnek verecek bir kimse olmadı. Var birileri, bir şeyler söylüyor ama yap deyince yok, yapamıyor, bu konuda sizden yardım istiyorum.” dedim. O yaşlı haliyle bu âminleri bana tarif etti. Ben duydum şu şekilde yapılır. Birinci âminler işte üç sefer âmin çekilir. Arkasından şu tamlamalı Cenâb-ı Hakk’a yalvarış ifade eden şeyler söylenir. Büyük âminlerde şu hadisler okunur vs. vs. yarım saat anlattı bana.  İşte bu benim için en sağlam ve sahih bilgi. Bugün ekranlarda sağda solda konuşan insanlara soruyorum: “60- 70 senedir Enderûn terâvihi kıldığını söylüyorsun da bu âminlerden niye bahsetmiyorsun, şu tertiplerden niye hiç bahsetmiyorsun?”

Hocam bu kadar kalabalık bir kitlenin sizi takip etmesi beğenildiğinizin işaretidir. Ancak halktan tenkid edenler de oldu mu yani Enderûn usulü terâvih namazı kıldırırken halktan da bir tepki gördünüz mü?

(Gülümseyerek) İlahiyat Camii’nde hocalarımız Emin Işık, Mehmet Ali Sarı, rahmetli Yahya Soyyiğit ve diğer arkadaşlarımla beraber Enderûn terâvih namazı kıldırdığımız ilk yıllar. Namazdan sonra Karadenizli birisi yanımıza geldi ve o güzel şivesiyle bize: “Bir kemençe çalmadığınız kaldı burada!” dedi gülerek… Şakayla karışık tenkid etti bizi. En sert tepki oydu. Ama yine hata bizde. Bizim yaptığımız da acemilikti. Çünkü ne olduğunu anlatmadan yapıyoruz. Eğer orda çıkıp önceden vaaz yapan kişi bizim böyle bir geleneğimiz var. Salalar münâvebe okunur. Ezanlar münâvebe okunur, tervîhalar arasında ilahiler, ramazaniyeler okunur. Terâvihin sonunda âminler şöyle uzatılır, tesbîhatlar cehri söylenir, Salâten tüncînâ böyle okunur diye anlatsaydı herkes meseleyi daha iyi bilir ve nasıl olacağını izlerdi. Bu sefer neden olduğunu düşünmezdi. Eee bu hata bizimdi.

Sonra o zaman bu kadar basın yayın interaktif ortam da yoktu. Vaaz vererek bilgilendirme de yapmayınca adam haklı olarak tepki göstermekte. Çünkü hayatında 50 yaş yaşamış, belki kırk sene camiye gitmiş ama hiç böyle namaz arasında ilahi okunduğunu görmemiş. Oysa ben şimdi o adama namazdan önceki vaazda deseydim ki terâvih namazları dinlenmek için kılınan namazlardır. Eskiden her tervîha arasında değişik yerlerde şerbetler dağıtılır, lokumlar ikram edilir, bir takım sohbetler olur, ondan sonra ikinci tervihaya kalkılırdı. Bunu anlatsaydım ha şurada bir dakikalık ilahi var diye düşünüp buna hazırlıklı olacak, hatta ilahiyi bekleyecekti. Bir de jet imamlar meselesi var tabii. Yani namaz zaman kavramına sıkıştığı için buna alışan cemaatin bu usuldeki namazı tepkisiz ve sabırla kılması beklenemez zaten. O yüzden sıkıcı geliyor insanlara hemen kılınıp bitesi gelen bir namaz gibi algılanmakta terâvih namazı. Ancak zaman içinde cemaat buna alıştı ve takip etmeye başladılar bizleri.

Peki, müdavimleriniz var mı?

Evet, hem de epey takipçimiz var. İstanbul'un değişik yerlerinden geliyorlar. Biz nerede kıldırıyorsak oraya gelen müdavimlerimiz var. Bu da bizi sevindiriyor. Bir gün yine bir yerde namaz kıldırdık. Namazdan sonra cemaatten bir takım kişiler yanımıza gelip beğendiklerini söylediler ama “keşke” dediler, “keşke iki rek'at iki rek'at kılınsaydı.” Şaşırdım. Sonra öğrendim ki onlar Şafii mezhebine mensuplarmış. Dolayısıyla onlarda terâvih namazı ikişerli rek'atlar halinde kılınır. Enderûn usulü terâvih namazı da genelde tervîhalar halinde yani dörtlükler halinde kılınır. Bu sebeple beğenmelerine rağmen rahatsız olmuşlardı. Hata bizdeydi. Önceden o caminin cemaati hangi mezhepten diye ufak bir araştırma yapsak bu meseleyi de halleder, namazı ikişer rek'atlı olarak kıldırır, ona göre uygulamamızı ayarlardık.

Bir de güzel bir şey daha anlatayım. İstanbul Müftülüğü buradaki arkadaşlarımızdan üçerli beşerli gruplar yaptı ve İstanbul’da değişik camilere gönderdi. Gezici gruplar gibi ama bu da güzel bir şey, güzel bir başlangıç. Bu sene var mı bilmiyorum ancak burada düşünülmesi gereken bir şey daha var. Bu grupla beraber bir tane de vaiz göndermesi lazım, Enderûn usulü terâvih namazını anlatacak. Çünkü insanlar şok oluyor. Hiç hayatında görmediği bir şey. “Ya bizim namazımız fesat mı oldu acaba?” diye düşünüyor. Anlatacak bir tane de vaiz göndermesi lazım. Ancak bu vaizler rastgele seçilmemeli. Çünkü biz de vaizlerimizi tesadüfen seçmedik,  bunlar önemli insanlar ve konu da mühim. Bunların ellerine sekiz on sayfa bununla ilgili doküman verdik, bu konuyu çalışıp insanlara daha iyi anlatmaları için.

Hocam bir de teganni ettiğinize dair tenkitler var.

Yok, onlarla ilgili bir tenkit almadık. Bilmiyorum. Duymadım.

Hocam ben internette ufak çaplı bir araştırma yaptım. Enderûn usulü terâvih namazında teganni yapılıyor diye bir iddia var. Onlara göre teganniden dolayı yani oradaki iniş çıkışlar makamlar, vs..  Kur’an’ın kıraatı bozulmaktaymış.

Bunun sonu oraya gitmiyor. Terâvih yok, şefaat yok, oradan da sünnet yok, iş buraya geliyor.

Yani teganni bahane diyorsunuz?

Tabi tabi mevzu o. Evet mesele başka… Bir kere o adam terâvihe katılmış mı ki teganni olup olmadığını biliyor? Nerden biliyor? Bende kıldırdığımız namazların kayıtları var. Oturalım dinleyelim “şurada teganni olmuş” desin. Bana şurada desin “medd-i tabiiyi makam için dörde çıkardınız.” Diyemez çünkü bu namazları kıldıran arkadaşlarımız Kur’ân-ı Kerîm’in talimini yüzlerce defa elden geçirmiş insanlar ve o insanlar bilirler ki makamın kararına gelmek için hiçbir meddi tabiiyi sekiz elif miktarı uzatamazlar, yerinde bırakırlar.

Bu usulü uygulayanlardan başkaları arasında teganni edenler, uzatanlar olabilir mi hocam acaba? Sizin grubunuzdan olmaz da başka gruplarda olabilir mi?

Ama bu bizi bağlamaz ki… Şimdi herkesin yaptığı işten ben sorumlu olamam, bizim grup içerisinde bizim şu çalışmamız içerisinde yaptığımız bütün icraatlar kayıt altında. Ben kendime nasıl tenkitlerin geleceğini bildiğim için bunları kaydettirdim. Bunlar içerisinde okuyan arkadaşlarımız ki aralarında Emin Işık Hocamız da okudu, Mehmet Ali Sarı da, Yunus Balcı da, Ahmed Şahin de, Ahmet Uzunoğlu da okudu. İsimleri aklıma şu an gelmiyor, ondan fazla imam var okuyan. Bir tanesi desin ki bana, “bu hocalar harfin mahrecini bozdu makam yüzünden?” Diyemez, “harfin meddini bozdu” diyemez, “kelimenin anlamını bozdu” diyemez, bunlar çalışılmış şeyler. Size enteresan bir şey söyleyeceğim: Bolu'da altı senedir ben her Cuma gidiyorum, orda ders veriyorum. Orada şu an Enderûn terâvihi uygulanıyor biliyor musunuz?

Bolu’yu bilmiyordum, Bursa’yı duydum da.

Bolu’da bizim talebeler Enderûn usulü terâvih namazını uyguluyorlar. Şimdi ben onlara gittiğim zaman dedim ki, “hiç namaz provası yaptınız mı?” Herkes böyle birdenbire afalladı. “Namaz provası nasıl oluyor?” dediler. Onlara “Ya, siz takım elbise alırken prova yapmıyor musunuz?” dedim. “Evet, yapıyoruz”  dediler. O zaman onlara dedim ki: “Bir yerde bir ilahi okuyacağınız zaman ya şunu bir oturalım çalışalım demiyor musunuz, diyorsunuz. Evet, o ilahiyi orda doğru okuyorsunuz başka yerde yanlış da okuyabilirsiniz. İnsanlık hali bu. Bir şey olmaz. Ancak namazınız yanlış olursa geri dönüşü yok, üstelik vebali de çok.”

“Elbise için, ilahiler için prova yapıyorsunuz da kıldırdığınız namaz için niçin prova yapmıyorsunuz?” “Nasıl?” diye merakla sordular. “Mesela bir terâvih namazına girerken kayıt cihazını koyup namazdan sonra cihazı açıp ben namazı nasıl kıldırmışım diyerek baktınız mı hiç?” Hepsi de yapmadıklarını söylediler. Benim tavsiyem ne biliyor musunuz, bütün imam ve müezzinler her sene kıldırdıkları vakit namazlarından bir kaçını hatta her sene en azından birkaç terâvih namazını da cehri okudukları zaman kaydetsinler.  Hatta okudukları ezanları kaydetsinler. İki saat sonra kendini, dönüp, bu kayıtlardan bir dinlemeliler ben mesafe mi almışım geri mi gitmişim aynı yerde mi duruyorum, diye…

Haklısınız, bu çok önemli. İnşallah bundan sonra bu tavsiyenizi dikkate alan imam ve müezzinlerimiz olur. Hocam peki bu süreç içerisinde sizi sevindiren başka olaylar da oldu mu?

Oldu. Mesela, bundan iki sene evvel Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez Bey telefon etti. “Bu akşam hangi camidesiniz?” diye sordu. “Üsküdar Yeni Cami’deyiz.” dedik Ahmed Şahin’le birlikte. Enderûn terâvih namazı da büyük bir tevafuk buradaydı. “Ben kıldırdığınız Enderûn usulü terâvih namazını çok merak ediyorum. Bu akşam bu yüzden oraya gelmek istiyorum” dedi ve geldiler. Terâvihi kıldık. O gece Ahmed Abi kıldırdı namazı. Okuduğu zamm-ı sûre tertibi ululazim peygamberlerle alakalı idi. Biz de yukarda müezzinlik mahfilinde o peygamberlerin isimlerinin içerisinde geçtiği güftelerden eserler seçerek okuduk tervîha arasında, “iz gale lehu ehuhun Nuhun, Hudun, Salihun…” gibi. Bunlar imamın yani Ahmed Abinin okuduğu zamm-ı sûrelerde de geçiyordu yani müteradif bunlar, birbirleriyle uyumlu.

Neyse, namaz bitti. Mehmet Görmez Bey namazın sonunda kalktı cemaate dedi ki: “Keşke herkes benim anladığım gibi şu okunan âyetlerin anlamını ve yukarda okunan ilahileri anlasa!”  Bu cümle çok önemli. Ha demek ki Enderûn terâvihi kılmak, gidip tabiri caizse yatıp kalkıp 30 rek'at tamamlayıp gelmek değildir. Anlama konusunda bir çabamız varsa, anlama konusunda gayretimiz varsa ve bu akşam hangi tertip okuduk diye sorabileceksek yukarda okunan ilahilerin sadece melodilerine kanmayıp o güftelerde neler anlatılıyor, bir de bunları görebileceksek işte bizim için faydalı olan bu.

Röportajın ikinci kısmı için buyurunuz.

Fatma Toksoy konuştu