Bir 16. yüzyıl entelektüeli Montaigne. Babası bir dönem Bordeux’un belediye başkanlığını yapmış. Ana dili olan Fransızcadan önce Latinceyi öğrenmiş. Çünkü Fransızca bilmeyen dadısı ona Latinceyi öğretmiş ve Latin klasiklerine vâkıf olmuş. Zamanın en iyi kolejlerinden birinde Yunanca öğrenmiş ve eski Yunan’ı okumuş. Yani kültürel köklerine nüfuz etmiş. 38 yaşında işlerini bırakıp şatosundaki o meşhur kuleye çekilmiş ve “Denemeler”ini yazmaya başlamış.
Fransa’da mezhep savaşlarında büyük katliamlar yaşanırken o kulesine ve kendisine dönmeyi tercih etmiş. Katolikleri alttan alta eleştirmiş. Herkesin kesin bilginin kendisinde olduğuna emin olduğu ve kılıcına davrandığı o günlerde “Ben böyle düşünüyorum” diyerek aykırı bir tutum benimsemiş.
“Denemeler”in girişinde öldükten sonra yakınları tarafından doğru hatırlanmak için bütün samimiyetle kendini, iç dünyasını, fikirlerini anlattığını yazan Montaigne’nin en iddialı olduğu yönü samimiyeti.
Montaigne, “Hikâyemi saati, saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız hâlim değil, amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olayları, kararsız ve bazen çelişmeli fikirleri yazıya dökmektir” diyerek yazmayı tutarlı ve bütünlüklü bir kompozisyondan ziyade bir sismografın sarsıntıları anı anına kaydetmesi gibi zihin dünyasını bütün savrulmalarıyla kayıt altına almak olarak tanımlıyor. Bu yüzden onun yazdığı dönemin resimde “otoportre”nin yaygınlaşmaya başlamasıyla aynı döneme denk düşmesi hiç de yadırgatıcı değil. Kendine dönmek, kendinden bahsetmek ve “selfi” çekercesine kurulan cümlelerden oluşan metinler yazmak bir zihniyet dönüşümünün yansımasından başka nedir ki? “Düşünüyorum öyle ise varım” diyen Descartes ile “Varım, işte bu da benim varlığım ve düşüncelerim” diyen Montaigne zamanın ruhunun iki yansımasından başka ne ki?
Montaigne’nin “Denemeler”ini kişisel bir ansiklopedi olarak da görmek mümkün, yaptığı alıntılar ve atıfları dev bir felsefe, edebiyat ve tarih antolojisi olarak okumak da. Ayrıca yaşadığı zamanın bilgileri, zihin kalıpları, klişeleri, hurafeleri, peşin hükümleri, önyargıları onun yazdıklarında adeta resmigeçit yapıyor.
500 yıl önce kelimelerle “selfi” çeken Montaigne’yi okumak ilginç bir tecrübe elbette. Bazen onda “like” toplayan bir Instagram fenomeninin bazen de “kanalıma abone olun” diyen YouTuber’ın teknoloji ile tanışmamış hâlini buluyorum.
Montaigne’nin gücü ve zaafı da tam olarak bu özelliğinde toplanıyor bence…
Montaıgne’nin Türkleri
Montaigne, yaşadığı zamanın ve zeminin insanı. O yüzden de yazdıkları ne kadar kişisel olursa olsun zamanının ve coğrafyasının insanını buluyoruz. Onun Türklerle ilgili cümleleri de bundan bağımsız değil. Bunlardan bazılarını yorum yapmadan aktarıyoruz:
• “Askerlerin düşmandan çok komutanlarından korkmalarını isteyen o eski ahlak ne oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir elma ağacı Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin ortasında kalmış da ertesi gün ordu çekilip giderken olgun, nefis elmaları bir teki eksilmeden sahibine bırakmış. İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan gezintiler ve pek şerefli olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz savaşını nasıl yönettiğini, biraz da Türk ordularındaki disiplini görsünler. Çünkü bizimkilerden çok ayrı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim askerlerimiz seferde eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz, Türk askerleriyse tersine daha ölçülü, daha çekingen davranıyorlar. Çünkü onlarda, barış zamanında fakiri rahatsız etmek, malını çalmak birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği hâlde savaşta en ağır cezalan görüyor. Parasını vermeden bir tek yumurta almanın cezası tam elli sopa. Onun dışında, kan doyurmayan, az ya da çok değerli herhangi bir şeyi çalanlar hemen kazığa geçiriliyor ya da başlan kesiliveriyor. Fatihlerin en zalimi olan Selim üstüne yazılanları okurken şaştım, Mısır’ı aldığında Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz bahçelere askerlerinden hiçbirinin eli değmemiş; hem de kapalı değil açık oldukları hâlde.”
• “Padişahın atalarından biri de ava giderken beraberinde yanında en az yedi bin şahinci götürülmüş. Böyle bir avın anlamı ve acaba tadı neresindeydi?”
• “Türklerin hayvanlar için yurtları ve hastaneleri vardır.”