Gözlemlerim sonucunda şunu anladım ki İslam hakkındaki en kötü zanlar gayrimüslimler tarafından değil, Müslümanlar tarafından besleniyor. Gerçek manada dinin, kitabımızın, İslam’ın ne olduğuna dair net bir bilgiye sahip değiliz ve hayatımızı bu yanlış düşüncelerle sürdürüyoruz. Ve bu düşünceler bizim dini algılama şeklimizi de belirliyor. Maalesef, bu çarpık düşünceler, dinin ve İslam’ın ne olduğuna dair bu sapkın düşünceler birilerini oldukça derinden etkileyebilir, onları dinden uzaklaştırabilir. Gerçekten buna neden olabilir!

Bu yüzden asıl ilgilenmemiz gereken nokta, İslam hakkında herhangi bir şey bilmeyen insanlara İslam’ı tanıtmaktır. Aynı zamanda insanlar ben artık Müslüman değilim demeseler bile beyinlerinde ve kalplerinde kendilerini Allah’ın nurundan uzaklaştırmaktadırlar. Bu durum aile içimizde, arkadaşlar arasında yaşanmaktadır. Biz bunu hiç umursamıyor ve bu sorunu çözmek için bir şey yapmıyoruz. Bu sorunun durup dururken ortaya çıkmadığını söyleyerek başlamak istedim.

Neden birileri dinlerinden şüphe duymaya başlıyor veya neden dinlerine bir bağlılık hissetmiyorlar?

Bu durum nasıl ortaya çıkıyor? Bu durum için herhangi bir kişiyi, bir grubu veya mezhebi suçlamıyorum tabii ki; ama maalesef, hepimiz bilinçli veya bilinçsiz olarak verdiğimiz vaazlarla, İslam’a dair taraflı bir yaklaşım sergilemiş bile olabiliriz. İslam öğretisini tebliğ ederken… Küçük bir çocuk veya bir genç mescide geldiğinde, oturup hutbeyi ya da herhangi bir dersi dinlediğinde çok kuvvetli bir biçimde uzun zamandır orada olan mesaj dengelenmeliydi. Ama dengelenmedi!

Bu durumda bir gencin edindiği izlenimlerle başlamak istiyorum. Bunlar benim uydurduğum şeyler değil; bunlar tamamen dünyanın farklı bölgelerinden olan birçok gençle yaptığım konuşmalara dayanarak ortaya çıkan şeyler. Bu gençler yalnızca Batı’da yaşayan Müslümanlardan ibaret değil. Bu gruba Malezya’da, Körfez ülkelerinde, Avrupa’da, Avustralya’da ya da Amerika’da yaşayan gençler de dahil.

Aslında bakarsanız bu iki grup arasındaki izlenimler şaşırtıcı bir şekilde benzer. Ümmetimizin İslam’a dair olan yanlış düşünceleri çok da farklı değil ve ben gençler dediğim zaman siz nüfusun çok küçük bir bölümünü kastettiğimi düşünebilirsiniz; ancak dünyadaki istatistikler oldukça hayret verici. Bu istatistiklere göre ümmetin çoğunu hatta belki de üçte ikisinden fazlasını 35 yaş altı insanlar oluşturmaktadır. Bu yüzden ümmetin gençliği dediğimde aslında çoğunluğumuzu kastediyorum. O yüzden bu sorun yalnızca küçük bir grubu değil neredeyse İslam’ın, ümmetin tüm varlığını etkilemektedir.

Gençlerdeki ilk izlenim dinin gerçekten de çok katı olduğu, Allah’ın kullarını cezalandırmayı istediği, ne yaparsan yap cehenneme gitme ihtimalinin olduğu veya en azından bu dünyada başına kötü bir şey geleceği… Eğer gelmediyse de kesinlikle cehennemde yanacaksındır; çünkü sabah namazını kaçırmışsındır, bir şey söylemişsindir veya herhangi başka bir şey yapmışsındır. Ufak tefek her şey için ve maalesef bazen anne baba olduğumuzda birilerinin yanlışını düzeltmeye çalışırken sürekli Allah korkusunu aşılamaya çalışıyoruz. Halbuki bir çocuğa bunu yapmak onun için oldukça sarsıcı olabilir. “O dondurmayı yeme, Allah sana çok kızacak!” Hayır, aslında kızan Allah değil sensin! Böyle yaptığınızda çocuğun, Allah’ın sürekli olarak sinirli olduğunu ve yanlış bir hareketinde Allah’ın ona zarar vereceğini düşünmesine sebep oluyorsunuz. Böylece çocuğun zihninde insanları cezalandıran bir Allah algısı oluşur. Allah kendisi “Allah size niçin azap etsin?” (Nisa Suresi, 147) derken hem de. Neden Allah seni cezalandırmayı istesin? Bu Allah’ın kendisinin sorduğu bir sorudur. Yani varmak istediğim nokta şu: Allah’ın zatına dair söylediği sözler, bizim onun için söylediklerimizden farklıdır. Bizim Allah hakkında oluşturduğumuz izlenim, O’nun daima kızgın olduğu, ceza vermek istediği, İslam şeriatının oldukça sıkı ve katı olduğu ve bu hükümleri uygulamadığında da başının büyük bir derde gireceği yönündedir. İşte bu gençlerin ilk izlenimidir.

Bahsetmek istediğim ikinci izlenim ise İslam’ın onlardan bir şeyi çözmeye yaramayan şeyleri yapmalarını beklemesidir. “İş bulmakta zorlanıyorum, o zaman gidip dua et! Tamam ama dua etmek iş bulmama nasıl yardımcı olacak ki?” Gençlerimize bir şeyler arasındaki bağlantıları anlatmıyoruz. “Sinirlendin git de bir abdest al! İyi tamam ama anne sinirim hala geçmedi!” O zaman git bir sure oku, evet tamam bunların hepsini yaptım ama hala iyi hissetmiyorum. Dua nasıl bir şeyleri değiştirebilir ki? Gençlerin zihnindeki bu izlenim zamanla ilerler ve “sanırım ailemin batıl inançları var, beni sinirlendiğimde imama götürüp bir şeyler okuyup üflemesini söylüyorlar ve bütün sorunların çözüleceğine inanıyorlar” gibi düşüncelerin oluşmasına neden olur. Sonrasında da gençler İslam’ın mantıklı olmadığı, hurafelerle dolu olduğu ve onun da insanların büyüye inandıkları herhangi bir din gibi olduğu kanısına varırlar:

“Annemler inanıyor ve ben bunları onlara söylemekten korkuyorum; çünkü bunu söylersem annem sinirden deliye dönebilir. Aslına bakarsak söylediklerimde haksız da sayılmam. Hiç kimse ailemin de Müslüman olduğu cevabını vermek dışında mantık çerçevesinde ‘neden Müslüman olduğumu’ açıklamadı. Neden bu dinin bir parçası olduğum sorusuna ise ailemin çoğunluğu Müslüman bir ülkede bulunduğu ya da böyle bir ülkede doğduğum için cevapları dışında bir cevap alamadım. Yani bu da demektir ki farklı bir ailede doğsaydım her şey daha da farklı olabilirdi. Sosyolojik veya ailevi nedenler dışında bu durum pek de mantıklı gelmiyor. Zaten İslam da mantıksız ve benim için hiçbir anlam ifade etmiyor… Buna ek olarak diğer bir problem de şu: ne zaman birileri İslam hakkında konuşsa çok uzun yıllar önce yaşamış insanlardan bahsediyor ve onların ne kadar mükemmel olduğunu söylüyorlar. Ben de cennete yalnızca o insanların gideceğini düşünüyorum. Ama bu da bizim yani insanlığın geri kalanının cehenneme odun olacağı anlamına geliyor. Her zaman karşılaştırma yapılarak, geçmişteki insanların ne kadar iyi bizim ise ne kadar kötü durumda olduğumuz ima ediliyor. Zaten Allah’ın kızgın olduğunu da biliyorum ve madem çok kötüyüm, tüm bunları başaramıyorum… Ne kadar çabalasam da namazım Ömer İbn Hattab’ın (r.a.) namazına benzemeyecek, hac ibadetimi ne kadar iyi yapmaya çalışsam da bu ibadeti yapmak için evlerinden çıkıp iki yıl yol yürüyen İslam alimleri gibi olamayacağım… Dolayısıyla ne yaparsam yapayım zaten iyi olmayacak ve kabul edilmeyecek… Asla Allah’ın benden istediği yüksek standartlara ulaşamayacağım.”

Çünkü daha önce arka arkaya kırk gece teheccüd namazı kılmış insanların, yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılan insanların hikayesini, Ömer’in Peygamberimiz (s.a.) ondan Allah yolunda harcamasını istediğinde servetinin yarısını, Ebubekir’in ise servetinin tümünü verdiğini duydun. Ve bağış toplayan kişi şunu söylediğinde: “Ömer (r.a.) yarısını, Ebubekir (r.a.) hepsini verdi. Sen ne vereceksin?” Senin cebinde ise yalnızca 10 dolar var ve bu çok da büyük bir sevap sayılmaz; çünkü birisi yarısını diğeri tamamını verdi… Sahabelerin çoğunun mallarının yarısını veya tamamını veremediğini unutuyoruz. Allah’ın rızasını kazanan o insanların çoğu; mallarından bu kadarını infak edememiştir. Hep anlattığımız misaldeki kadar infak edenlerin sayısı ise bir elin parmakları kadardır, bu da bizim için minimum seviyedir. Evet, o insanlar birer kahramandı ve bunu büyük bir aşkla yaptılar; ancak sürekli olarak bundan bahsetmek ve onlarla kıyaslama yapmak doğru değildir. O zamanlarda bile bunu yapamayan veya yapmayan sahabeler vardı. Bu yüzden eğer bu seviyeye ulaşamazsan sen zaten umutsuz vakasın izlenimini oluşturuyoruz.

İnsanlar bana geliyor ve söyledikleri ilk şey şu: ‘‘İyi bir insan olmadığımı biliyorum ama bir sorum var.’’ Bunu neden söylüyorsunuz ki? Allah henüz senin hakkında bir hüküm vermedi ki… Sen neden kendi kendine böyle bir karara vardın? “Bilirsin işte çok fazla hatam oldu ve Allah’ın bu yüzden bana kızgın olduğunu biliyorum.” Gerçekten Allah’ın sana kızgın olduğunu biliyor musun? Yoksa sana öteki taraftan mail falan mı geldi? Allah’tan sana sinirli olduğuna dar bir mesaj mı aldın?

İnsanlar sanki Allah ile direk iletişime geçmiş gibi sürekli Allah’ın sana kızgın olduğunu söylüyorlar ve sen de zamanla buna inanıyorsun. Halbuki bu insanların Allah ile direk bir bağlantısı yok. İnsanların senin hakkındaki görüşü, Allah’ın senin hakkındaki görüşü değildir. Aralarında fark vardır; ama sen kendin hakkında söylenenleri kabul ediyorsun, umudunu kaybediyorsun ve Allah ile bağını koparıyorsun. Daha sonra da düşünüyorsun ki: sana anlatılan bu şeyler aslında pek de senin hayatınla benzer değil.

Bir mecliste oturuyordum, Kur’an okuyordum; Uhud ve Bedir Savaşlarından bahsediliyordu ve insanlar bunun benim hayatımla ne ilgisi var ki ben savaşa mı giriyorum diyorlardı. Bunları gerçekten duyuyorum ve bu konuşmaları gayrimüslimler ile değil Müslümanlar ile yapıyorum. Öyle sorular geliyor ki belli bir yerden sonra “estağfurullah” çekip “la havle ve la kuvvete illa billah” demeye başlayarak bu ne biçim bir soru diyebilirsiniz; ancak bu soruyu soran insanlarla gerçekten konuşmadığınızda bu problem daha da kötüye gidecektir. İstiğfar ederek veya bir köşeye çekilip o insanı her gördüğünüzde euzu besmele çekerek bu sorunu çözemezsiniz! Bu sorunu çözmek için bir konuşma, çaba gerekir. Tabii ki de ilişki kurmak konusunda zorluk yaşadıklarını iddia edecekler.

Son olarak da gençlerde şöyle bir düşünce de var: İslam’da çoğu şey yasaklanmıştır o yüzden sahip olduğum seçenekler büyük bir ihtimalle haram! Gülmek mi? Tabii ki de haram! Hızlanmak mı? Kesinlikle haram! Güzel bir araba satın almak da haram değil mi? Mescidde İslam’ı öğrenen çocukların bile öğretmenlerine en sık sorduğu soru ne biliyor musunuz? “Heyy! ... haram mı? Bu haram mı? O haram mı?” Sürekli haram haram haram... Sanki Allah çoğu şeyi haram kılıp sadece çok az şeyi helal kılmış gibi sürekli olarak her şeye haram diyorlar. Ancak gerçek; bunun tam tersidir. Ancak gerçek bunun tam tersidir!

“O (Allah) ki yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı.” O, bütün bunları insanların faydalanması için yaratmıştır. Sonra şöyle der: “Size çok az sayıda olan çok pis, kirli, iğrenç murdar şeyleri yasaklar.” Bunlar yasakladığı şeyler. Ancak biz sahip olduğumuz her şeyin, her şeyin daima haram olduğu hissine kapılıyoruz. Bu izlenime sahip olduğunuzda, bu ne anlama gelir biliyor musunuz?: “Eğer dinimi gerçekten yaşamaya çalışırsam, mutlu bir hayat süremem, çünkü beni mutlu eden her şey muhtemelen haram. Bu yüzden de sahip olduğum arkadaşlarımdan, beni mutlu eden uğraşlarımdan vazgeçmem gerekir ve mutsuz olurum.” Bazen böyle düşünmezsiniz; çünkü İslam’ın insanlara huzur, mutluluk getirdiğini duymuşsunuzdur. Ailenizde ve arkadaş çevrenizde daha önce dindar olmayıp sonra Allah’ın hidayete erdirdiği insanlar vardır. Fakat buradaki sorun da şudur: Birçok kez; İslam ile sonradan şereflenen insanlar, önceden yaşadıkları yaşamdan ötürü suçluluk duygusu hissederler. Bu yüzden de İslam’ın emrettiğinden daha fazla dindar olmaya çalışırlar. Her daim sinirli ve üzgün olmaları gerektiğini düşünebilirler. Onları ne zaman görseniz, size bir konuda fetva verirler, yaşam tarzınızı değiştirmediğiniz sürece cehennemde yanacağınıza dair hutbe verirler. Bu insanlar gerçekten acınacak haldedir ve önceden sahip oldukları arkadaşları artık olmadığı için toplumdan kopukturlar. Önceden aileleriyle vakit geçirirken şimdi bunu yapmazlar. Onlara göre herkes fitne, fesat içindedir ve kendilerini o topluluklardan uzak tutarak korumak istediklerini söylerler. Dindarlaştıkça; kuzenin, amcan, ailen, eşin senin için bir fitne olarak görünür ve mescitte herkesten uzak tek başına oturursun. Daha sonra da insanlarda: “İslam’a yakın olmak istemiyorum, çünkü eğer dindar olursam ben de böyle olmak zorunda kalırım. O yüzden kalsın, teşekkür ederim; çünkü ben mutlu bir yaşam sürmek istiyorum.” izlenimi bırakırsın.

Hatta insanlar “Normal Müslüman mısın yoksa İslamcı mısın?” sorusunu sorar. Yani Müslüman mısın yoksa çifte Müslüman mısın?! Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz: Allah’ın dinine yaklaştıkça normal olabilme özelliğinizi kaybediyorsunuz ve bu durup dururken ortaya çıkan bir durum değil. Bazı insanların davranışları, dine yaklaştıkça anormal davranıldığı, daha anti sosyal, sinirli, peşin hükümlü, mutsuz olunduğu algısını oluşturmaktadır. Neden bir insan hayatında böylesi şeyler ister ki?

Gayrimüslimleri geçtim, Müslüman olan insanları bile dinden soğutuyoruz

Halbuki insanlar, hakkında hiçbir şey bilmedikleri halde Peygamberimiz (s.a.) ile tanıştıklarında O’nun yanında kalmak isterlerdi. İnsanları çeken öyle bir gülüşü vardı ki sahabeler, O’nun neredeyse her daim güler yüzlü olduğundan bahsederdi. Bugün ise insanların sakalının uzunluğu ile yüz ifadenin sert bir görünüm kazanması arasında doğru bir orantı var, sanki git gide daha da huysuzlaşıyormuşsun gibi. Ve bu da oldukça ciddi bir sorundur.

Bunlar gayrimüslimlerin İslam’a dair beslediği düşünceler değil, aksine şu an bizzat aramızda oturan birçok gencin İslam hakkındaki düşünceleridir. Evli ve çocuğu bulunan gençlerimiz, bunlar onların düşünceleri... İslam’a dair böyle düşünceler beslerken neden mescide gidesin, İslami bir programa katılasın, dini bir ders halkasında yer alasın ki? Çünkü birisi “Baksana, burada bir konuşma gerçekleştiriliyor ya da bir program yapılıyor.” dediğinde, “Hayır, hayır kalsın, ben o insanların arasına katılmak istemiyorum. Bu çok ürkütücü, o insanların sana nasıl baktığını görüyor musun? Teşekkür ederim, ben normal bir akşam geçirmek istiyorum.” dersin. Gayrimüslimleri geçtim, Müslüman olan insanları bile dinden soğutuyoruz, onları korkutuyoruz.

Çözüm nedir?

Burası yalnızca sorun kısmı, henüz bunun çözüm kısmından bahsetmedim. Bana göre; Allah-u alem, bu çözümle bağdaştırmamız gereken bazı şeyler vardır. Belki şu anda beni dinleyenler olarak sizler de bu tür fikirlere sahipsinizdir. Sizin de bu tür düşünceleriniz olabilir, bunun için kesinlikle sizi yargılamıyorum. Bu düşüncelerinizin belli bir kaynağı olduğuna inanıyorum ve dürüst olmak gerekirse gençliğimin belli bir döneminde bu tür düşüncelere ben de sahiptim. Üniversitede sakallı, elinde Müslüman Öğrenciler Birliğinin konferans broşürüyle birisini gördüğümde yolumu değiştirirdim. Şöyle olurdum; hayır hayır hayır teşekkür ederim, bunu yapmayacağım. Lise yıllarım boyunca cumaya gitmedim, çünkü bir defasında mescide gittim ve imam beni eve geri gönderdi. Bu durum beni korkutmuştu, çünkü adam baya bildiğin imamdı bense yalnızca liseli bir gençtim. Bana eğer gerçekten cennete gitmek istiyorsam İslam’ı öğrenmek için çaba sarf etmem gerektiğini anlatıp neler yapıyorsun diye sordu. Ben de basketbol oynamayı, şunu bunu seviyorum dedim. Bu tür şeyleri bırakmalısın, dedi ve ben de içimden hala bir şansım varken buradan kurtulmalıyım diye geçirdim. Bu benim sahip olduğum düşünceydi ve beni oldukça korkutuyordu.

Şu an bunun için ne yapıyoruz? Ne yapmamız gerekiyor?

Ümmet olarak insanlarda Allah hakkında oluşturduğumuz algı üzerine tartışabilirim: İnsanlarda Allah hakkında oluşturduğumuz bu algı aslında Allah’ın kendi zatından bahsettiği ile aynı değildir. Allah belli bir şekilde kendi zatından bahseder ve kendini tanıtır; biz ise Allah’tan farklı bir şekilde bahsederiz. Bizim İslam anlatımız, Kur’an’ın kendi anlatısından oldukça uzaktır.

İnsanlar, İslam hakkında çok fazla şey bilmediklerinde Kur’an neden bunları bunları söylüyor diye soru sorarlar. Bu tür soruları duymuşsunuzdur. “Neden bu, Kur’an’da bunları söylüyor?” Kullanılan dile dikkat edin. “Neden BU bunları söylüyor?” Dikkat edin aslında sorunun şekli şöyle olmalı değil miydi?: “Neden O bunları söylüyor?”, “Kur’an neden bunları söylüyor?”, “Allah neden bunları söylüyor?” Ancak kopukluk öyle bir seviyeye ulaşmış ki size göre bu yalnızca bir kitap ve bunlar da onun sözleri, o söylüyor, o konuşuyor. Aslında orada konuşan zatın seni yaratan, seni herkesten daha çok seven, aldığın ve verdiğin her nefesi, her kalp atışını gözeten zat ile aynı olduğu düşüncesi birden yok oluyor. Bu yüzden bir şeyleri söyleyen “sadece BU” oluyor ve senin de bu konuda soruların oluyor. Bu durum Allah’ın kelamından kopuk olmaktır.

Kendisinin dindar olduğunu düşünmeyen birçok insan, başları sıkıştığında duaya yönelirler. Allah’a, “Allah’ım bana çıkış yolu göster, ne yapacağımı bilmiyorum, bana doğru yolu göster, bu beladan kurtulmamı nasip et.” diye dua ederler. Daha sonra da bana veya başkalarına bir çözüme kavuşmak için sürekli dua ettiklerini; ancak buna ulaşamadıklarını söylerler. Neden Allah bana yardım etmiyor, neden bana doğru yolu göstermiyor diye sorarlar.

Bahsettiğim örneklerde ve genellikle dua ederken ve O’ndan bir cevap beklerken bu cevaba ulaşamadığınızı düşünüyorsunuz. Siz dua etmeye devam ediyorsunuz ancak bir cevap alamıyorsunuz. Bunun nedeni, Allah’ın zaten bu cevabı vermiş olmasıdır. Allah zaten sizinle konuşuyor; Kur’an Rabbimizin sözlerinden oluşur. Allah bu mektubu size ve bana yazdı. Yaşadığımız şeyler, sahip olduğumuz problemler için...

Neden Fatiha Suresinde “Bizi doğru yola ilet.” diyoruz? Beni doğru yola ilet, çünkü ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Zorda olduğunuzda, başınız derde girdiğinde ne tarafa yönelmeniz gerektiğini, doğru cevabın ne olduğunu bilmediğinizde, bunu kendinize sorun! Zorda olduğunuzda, başınız derde girdiğinde, ne yapmanız gerektiğini bilmediğinizde kaç defa Allah’ın kitabını açıp “Bunun cevabını senin kelamında bulabilmemi nasip et.” dediniz? Bu konudaki üzücü şey de ne biliyor musunuz? Müslümanların çoğunluğu olarak bizler, bunu bile zar zor yapıyoruz. Bu kitap, Allah ile doğrudan bağlantı kurabilmemiz için gönderilmiştir. Bunu çok iyi biliyoruz: çünkü namazdayken Kur’an dan ayet okuman ve okuduğun ayetlere dikkatini vermen gerekir. Bu bile tek başına Allah ile senin arasında herhangi bir alimin, müfessirin, iletişim sağlayan senden daha bilgili birisinin yer almadığını göstermek için yeterli bir kanıttır. Yalnızca sen, Allah’ın kelamı ve Allah. Bu Allah ile senin arandaki bağdır. Seni doğrudan Allah’a ve doğrudan Kur’an’a bağlayan bir iptir.

Kur’an’la ilişkimiz nasıl?

Allah’ın kişisel olarak bize ne dediğini öğrenmek için Kur’an’ı açıp bakıyor muyuz?

“Ben Arapça bilmiyorum yalnızca meal okuyabilirim.” Tamam o zaman meale bak. Belki de cevabını mealde aramalısındır. Allah’ın ne dediğini anlayamayabilirsin, o zaman cumadan sonra gel ve: “Ben burayı okuyordum ancak anlayamadım, bu ne anlama geliyor?” de. Demek istediğim şu ki: Allah sana doğru cevabı tahmin ettiğinden bile daha iyi bilen birisini nasip edecektir. Ancak sen Allah’ın kitabını açmıyorsun; bu soruları sormak için herhangi bir arayış içine girmiyorsun ve herhangi bir amaçla ona yaklaşmıyorsun. Bir şeyleri öğrenmek için Kur’an’ı açıp bakmıyorsun, incelemek için Kur’an’ı açmıyorsun, alim olmak veya başkasına okumak için Kur’an’ı açmıyorsun, bir tartışmada haklı çıkmak için bile Kur’an’ı açmıyorsun…

Kendi kendine ben bir alim değilim deme! Bunu binlerce defa söyledim ama yine tekrar edeceğim: Ashab-ı kiramın çoğunluğu öğrenci değildi, aralarında öğrenci olanların sayısı bir elin parmakları kadardı. Onların çoğu yalnızca Allah’ın kelamını dinler ve üzerinde tefekkür ederlerdi. Bu onların Allah’ın kitabı ile aralarındaki bağlantıydı.

Kur’an’da bulunan en önemli kısımlardan birisi, Ahkaf Suresi’dir. Peygamberimiz (s.a.) Taif’ten ayrılıyordu ve bu esnada Kur’an okuyordu. Cinlerin görünmez olduğunu biliyoruz, o sırada oradan cinler geçmekteydi. Kur’an’ı duydular, oldukları yerde durup dinlemeye devam ettiler. Onlar dinledi ve Kur’an hakkında konuşmaya başladılar. Duydukları şeyden etkilenmişlerdi. Kur’an’ın onlarda uyandırdığı etki o kadar güçlüydü ki: Allah bunu Kur’an’ın bir parçası haline getirdi. Bu kısım da Ahkaf Suresi’dir. O cinler nereden icazet almıştı? Hangi üniversitede ne okudular? Ne grameri öğrendiler?! Yalnızca Allah’ın ayetlerini duydular ve ‘‘Musa’dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.’’ dediler. Musa’ya (a.s.) indirilen kitaptan çok uzun süre sonra ona benzeyen bir kitap duyduk ve bu kitap doğru yola iletiyor, dediler. Bunlar zaten Kur’an’ın içinde yer alan sözler.

İslami ilimler alanında derecen yoksa kesinlikle Kur’an’ı açıp incelememelisin diyen insanlara kulak asmayın. Allah bu kitabı tüm insanlığa göndermiştir, Müslümanlar ve gayrimüslimler için. O zaman nasıl olur da Müslümanlar bu kitabı açıp okuyamayacaklarını iddia ederler?! Eğer açarlarsa da her bir harf için 10 katı sevap alırlar. “Bize anlama takılmayın, kafanız karışır denilmişti...” Ciddi olamazsınız! Bu kitap zaten tüm karmaşıklıkları çözmek için gönderilmiştir. Sen ise bu kitabın anlamını çok inceleme çünkü aklın karışır diyorsun! Maalesef ki bu durum maruz kaldığımız bu davranışların ironik halidir. İlmi ya da tefsir çalışmayı küçümsemiyorum, ben aynı zamanda bir tefsir talebesiyim; ancak her şeyden önce şöyle bir gerçek var ki: senin Allah ile olan ilişkin akademik bir ilişki değildir. Bu zihinsel bir etkinlik değildir. Öncelikle Kur’an bize Rabbimizden bir öğüt olarak gelmiştir. Allah, Kur’an’ın tümünü öğüt olarak nitelendirmektedir. Tamamı bir öğüttür. Okuduğun kısım her neresi olursa olsun, sen doğrudan göremesen de “mesela elif lam mim, bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum diyebilirsin” ama bildiğin bir şey var ki o da: bunun içerisinde bir öğüt olduğudur. Onun içinde bir öğüt var. Peki, burada nasıl bir öğüt olabilir? Bunu anlayamazsam, dur biraz bakınayım. Okuduğun şey ne olursa olsun öyle veya böyle o senin için bir öğüttür.

Sizler ve ben daima bir öğüte ihtiyaç duyarız. Seni gerçek anlamda seven birisinden öğüt almaktan daha güzel bir şey yoktur. Öğüte ihtiyaç duyduğun zaman sana karşı kötü bir his beslediğini düşündüğün insanlara değil; güvenebildiğin, her ne olursa olsun yanında olduğunu bildiğin, seni yargılamayacak, her şeyi anlatabileceğin, sana en iyi tavsiyeyi verecek olan, zekasından, kararından, sırdaşlığından, seni koruyup gözetmesinden emin olduğun insanlara gidersin. Bunlar; birisine akıl danışmadan önce gözettiğin kriterlerdir. Bazen yanlış bir insana akıl danışırsın ve sonrasında bir daha asla ona akıl danışmayacağım dersin. Sana en iyi tavsiye verecek olan Allah’tır. Ancak Kur’an’ı açıp bu yolculuğa çıkmazsan asla bu tavsiyeyi alamazsın.

Her gün azar azar okuyabilirsin. Her gün baştan sona veya günde iki sayfa okumalısın diye kriterler koymuyorum. Sizi bu kriterleri zorlayamam çünkü bu standartların bir hayli gerisindeyiz. O yüzden günde bir ayet, yarım sayfa ya da iki dakikalık bir okuma yapmak bile iyi bir şeydir. Kur’an’ı telefonunuza da indirebilirsiniz. Nasıl yapmak isterseniz... Yeter ki bunu yapın, o bağı kurmaya çalışın.

مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ : “Rabbinizden size bir öğüt!..” (Yunus Suresi, 57) Sonra ne diyor? Çok güzel:  وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ : Sinelerdekine bir şifa.” Sinelerde olan nedir? Manevi anlamda baktığımızda kalbimizde riyakarlık, hırs, dünya malı sevgisi, tevekkül eksikliği ve diğer İslami zayıflıklar var. Allah bunların tümüne şifa vermektedir! Ancak kalbimde olan şeyler sadece bununla sınırlı değildir. Kalbimde ayrıca hüzün, korku, kaygı, birçok konuya dair duyduğum endişe, cevaplanmamış birçok soru, aslına bakarsanız kalbimin içinde duygusal ve ruhsal olarak çok fazla şey vardır. Bunların tümü göğsümün içinde kalbimde oluyor. Allah, kelamının, kalbimizde olup biteni iyileştireceğini söylüyor. Eğer Allah’a inanıyorsan, bu kitabı açıp okumaktan başka seçeneğin yoktur. O’na gerçekten inanıyorsan, kalbindeki her şeyi iyileştirir. Hepimizin kalbinde bizleri rahatsız eden sıkıntılar vardır. Ve Allah söz veriyor: “Size bunu çözecek bir şey verdim, hafifletecek bir şey. Git bul onu.” Bu Allah’ın bize davetidir. ‘‘Kalplere bir şifa olan” dedikten sonra ise وَهُدًى rahmet ve yol göstericidir وَرَحْمَةٌ  diyor. Yol göstermek, bunu yap, şunu yapma, bu eylemleri hayata geçir, şunları geçirme, bu şekilde düşün, şu şekilde düşünme demektir. Ancak bu 3. safhadır. İlk olarak Allah’ın sana rehber olduğunu kabul ettin, ikinci olarak Allah’ın sana şifa verdiğinin farkına vardın. Daha sonra ise yol gösterme kısmı geliyor.

Allah’ın sözlerinin sana şifa verdiğini hissettiğinde ve gösterdiği yolu izlediğinde; Allah’ın seni cezalandırmak istemediğinin, Allah’ın nefretle dolu olmadığının, Allah’ın seni yargılamak istemediğinin farkına varırsın. Rehber ve rahmet olan... Bu merhamet demektir. Bütün bunlardan sonra sözleriyle Allah’ın seni sevdiğini, seni ne kadar düşündüğünü, senin kişisel hayatınla ne kadar yakından ilgili olduğunu anlarsın.

Bu sözlerle konuşmamı noktalamak istiyorum: Allah’ın “Allah, Kur’an’ı öğretti” dememesinin bir nedeni vardır. Bunu söylemedi, bunun yerine “Rahman, Kur’an’ı öğretti” demiştir. Kur’an’ı, Rahman ve Rahim olan öğretmiştir. Çünkü Allah’ın, Kur’an’ı öğretmesinde kullanılan ismi, aslında O’nun öğrettiği tavrıdır. Allah bizlere yaşamımızı aydınlatması için Kur’an’ı öğretmiştir. Allah, bizleri kelamıyla hayatlarında bu aydınlığı bulanlardan eylesin.

‘Bizim Klasiklerimiz’den Muhammediye’ye dair 4: Cihadu’l Huneyn ‘Bizim Klasiklerimiz’den Muhammediye’ye dair 4: Cihadu’l Huneyn

Peki, bütün bunların anlamı nedir? Eğer kalbinizde bir sıkıntı varsa ve Allah bunu iyileştiriyorsa, bu sıkıntılarınız ortadan kalktığında ne olur biliyor musunuz? Mutlu olursunuz! Büyük bir sorununuz olduğunda, bu sorun ortadan kalkarsa derin bir oh çekersiniz. “Elhamdülillah, geçti.” dersiniz. Bu hissettiğiniz şey rahatlamadır. فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ “...bunlarla sevinsinler diye...” (Yunus Suresi, 58) Sorununuzu çözdüm, hastalığınızı iyileştirdim, sıkıntılarınızı çözdüm. “Farah” kelimesi mutluluktan uçmak, aşırı derecede mutlu olmak demektir.

Bu, toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. Allah, aslında bu mücevherleri, hazineleri Kur’an’dan toplamamızı istemektedir. Birazını bugün, birazını yarın, birazını sonraki gün topla... Böyle böyle Kur’an’ı kalbine işle! Onun öğütlerini kalbine yerleştir, bu toplayacağın diğer tüm şeylerden daha hayırlıdır.

Allah bizi kalplerinde Allah’ın rehberliğini bulunduranlardan eylesin, kusursuz kelamıyla kendi hayatlarımıza ve çevremizdekilerin hayatlarına mutluluk nasip etsin.