Dedalus Yayınları’ndan Dördüncü Dilek adlı romanı ve İz Yayıncılık “Muhayyel” serisinden Acziyetin Tekniği adlı öykü kitabıyla Emre Ergin, son yılların kendinden sıkça söz ettiren genç yazarı olarak öne çıktı. Post Öykü dergisindeki öyküleriyle tanımaya başladığımız yazar, herkesten farklı tarzıyla bir anda dikkatleri üzerine çekmişti. Tekniği nasıl eğip büktüğünü, kimsenin fark etmediği açıları nasıl yakaladığını, çarpıcı ve sıra dışı olanın binbir halini nasıl gösterebildiğini merak ettiğimiz bir yazar olan Emre Ergin, geçtiğimiz aylarda bir roman daha yayımladı. İz Yayıncılık “Muhayyel” serisinden çıkan kitap “Beş Kere Halil” adını taşıyor.
Daha kitabın adında bir belirsizlik, bir devinim karşılıyor bizi. Emre’nin tarzını bilenler için özellikler davetkâr olan bir ad bu. “Yine yapmıştır yapacağını ama ne yapmıştır?” diye düşünmeden edemiyor insan. Hiçbir zaman aklınıza gelmeyecek fikirler, onda bir anda yirmi küsür sayfalık hikâyelere dönüşebiliyor. Emre’nin en bariz özelliği teknik anlamdaki becerisi, farklılığı ve yaratıcılığı. Fakat bunun da üzerine çıkan bir şey var. Emre, hikâye anlatmayı her şeyden çok önemsiyor. Tehlikeli bir tutku ya da doymayan bir iştaha benziyor bu. Onun yazdıklarını teknik anlamda benzersiz ve eğlenceli kılan da bu iki özellik oluyor.
Roman kahramanlarının sırayla kaybolduğu kaotik mekânlar
“Beş Kere Halil”, Halide, Giray, Cemil, Ercan ve Osman’ın anlattıklarından oluşuyor. Bu beş kişi, kendilerine sorular soran röportajcı kıza Halil’i anlatıyor. Kötü bir şeylerin olduğunu seziyoruz ama Halide anlatmaya başladıkça perde açılıyor. Onun anlattığı Halil elli beş yaşında, Kırım göçmeni bir adam. Gözlerinde kötü bir ışıkla oğlan çocuklarının peşinde koşuyor. Koşuyor dediysek, fosforlu top alıyor mesela, onlarla futbol oynuyor, gol attıkça sarılıyor. Halide bir gece Halil’i görüyor balkondan. Halil mahallenin çocuklarından Giray’ın elini tutmuş, gece vakti bir yerlere götürüyor. Halide hemen kalkıp peşine düşse de, bizim tanımlayamayacağımız bir mekânda kayboluyor. Roman kahramanlarının sırayla kaybolduğu bu kaotik mekânlar sıra dışı bir bilinci veriyor. Kitapta bu bölümleri okurken beyniniz sözcüklerden daha hızlı hareket ediyor sanki. Virgüller, fiiller, heyecan, hız, kalabalık, sesler; tekinsiz bir bölgeye gireceğimizin ipuçlarını veriyor.
Romandaki ikinci anlatıcı Giray. Birinci bölümde Halil tarafından kaçırılan çocuk. Giray da röportajcı kıza bir şeyler anlatıyor. Yeri gelmişken, geri plandaki bu kız bizi ferahlatıyor da. Giray’a kötü şeyler yapılmadığını, bir şekilde kurtarıldığını düşünüp mutlu oluyoruz önce. Ama sonrasında bizi büyük bir sürpriz bekliyor. Giray’ın anlattığı Halil, Halide’nin anlattığından farklı. Daha genç, daha umutlu, neşe dolu. Bir önceki bölümde bizi saran kaotik ortam geri planda okuru sinsice takip ediyor. Birileri yalan mı söylüyor, algılar mı farklı, aslında her şeyin mantıklı bir açıklaması henüz mümkün mü diye düşünürken Giray’ın tatlı dili bizi bir süreliğine her şeyden uzaklaştırıyor.
“Giray’ın tatlı dili” terkibini özellikle açmak istiyorum. Emre Ergin müthiş bir çocuk diline sahip. Buna daha önce, bazı hikâyelerinde de şahit olmuştum. Çocukların saf ama renkli dünyası hiç olmadığı kadar canlanıyor onun satırlarında: “Babamın sakalları çıkmıyor. Annem çıkıyor dedi ama çıkmıyor. Ben görmedim. Her sabah aynanın başında yüzüne bir şeyler sürüyor sakalları çıksın diye, bembeyaz köpük köpük oluyor yüzü, sonra elinde bir şey ile uğraşıp duruyor o köpüğü temizleyeceğim diye. Belki bir gün çıkar sakalları babamın da. Sakallı adamlardan korkuyordum yani o zaman ben. Babamda olmadığı için.”
Gerçek niçin kişilere göre değişiyor?
Halide’nin, Giray’ın, Halide’nin eşi Cemil’in, liseli çocuk Ercan’ın ve mahalle imamı Osman’ın bölümleri ilerledikçe; arkamızda sinsice bekleyen o kaotik dünya bizi içine alıyor. Çünkü korkarak fark ediyoruz ki, Halil herkesin hikâyesinde değişiyor. Roman boyu ayaklarımızı bir nebze yere sağlam basmamızı sağlayan noktalar da olmasa, dağılmanın önüne geçemeyeceğiz. Çocukların renkli saatleri, birkaç sokak ismi, Halil’in evindeki kurşun kalemler ve bunun gibi ufak tefek birkaç şey daha herkesin hikâyesinde sabit. Buna vakıf olmamızla birlikte gerilim had safhaya tırmanıyor. Biz normal, gerçekçi, stabil bir metin okuyacağımızı zannederken bir anda her şey rayından çıkıyor. Cemil’in bölümündeki binlerce Cemil, hızlanarak gerilimin tam ortasına düşmeden önceki sert bir ikaz olarak, kırılma noktasını da oluşturuyor.
Peki sebebi ne? Gerçek niçin kişilere göre değişiyor? Size eğlenceli bir okuma süreci sunsa da şimdiden söyleyeyim. Kitabın sonunda tüm soruların cevabını almayı beklemeyin. Ama şunu da ekleyeyim. Emre Ergin sadece kurduğu dünyayı değil, yazdığı kalemi, oturduğu sandalyeyi, kendisini ve çevresindeki her şeyi o anafora fırlatıp gidiyor. Zamansız ve mekânsız bir yerde, aklınızda bir sürü soruyla kalakalmanız mümkün. Yine de Emre’nin oluşturduğu dünyanın benzersizliği tüm risklerin önüne geçiyor.
Bir kelimenin binlerce anlamı, bir hikâyenin binlerce şekli olur mu?
“Beş Kere Halil” burada hepsini açmak istemediğim birçok teknik hamleye sahip. Özellikle Kapanış/ Rıdvan ve Sonsöz/ Halil bölümlerinde, herkesin kaybolduğu muazzam ve büyük dünya, bir insan beynine indirgeniyor. Sürükleyici bir üslubun hepimizden önce gittiği kitapta, en son sayfadaki teşekkür kısmı ise gülümsetiyor:
“…
Yazıyı bulan o Sümerli yalnıza.
Sanki elindeki kitap yüzyılın eseriymiş gibi, bu teşekkürleri dikkatle, tane tane, son satıra kadar okuyan, sen sevgili okuyucuma.”
Kitabın yüzyılın eseri olup olmadığına zaman karar verecek ama Türk edebiyatında bir benzeri daha olmadığına ben kani oldum. Çünkü teknik hamleler ve zekâ faktörünü bırakın, yazılış şekli bile benzersiz. “Beş Kere Halil” adlı bu kitap, okurunu; bir kelimenin binlerce anlamı, bir hikâyenin binlerce şekli olacağına inandırıyor. Elinizdeki sayfalar ve hayattaki ihtimaller çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyor.
Emre Ergin, Beş Kere Halil, İz Yayıncılık.
Gülhan Tuba Çelik