Çeşm-i Cihan Amasra

64. sayısına ulaşan Şehir ve Kültür dergisi uçsuz bucaksız bir coğrafyanın sesi olmaya devam ediyor. Hayallerinizi sınırsız hale getirip, gözlerini kapatıp bir seyahate çıkıyorsunuz dergiyi okurken. İlk durağımız Amasra.

Mehmet Mazak, Amasra’yı yazmış. Amasra denince aklımıza elbette doğal güzelliklerden önce Fatih Sultan Mehmet geliyor.

“Azmîzâde Hâletî, yukarıdaki beytinde "Cihan böyle İskender tavırlı bir padişah görmüş değil" diyor. Çağ açıp çağ kapatan büyük Sultan II. Mehmet, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u feth edip şehri ihya ettikten sonra, şehirde yaşayan insanların gönül teline dokunduğunu şu veciz beytinde ifade etmiştir.

 “Hüner bir şehri bünyâd etmektir;
Reâyâ kalbin âbâd etmektir”

Fatih, hem şehrin ihyasını ve mamur olmasını gerçekleştirmiş, hem de şehirde yaşayan neslin ikbal yollarına gönül köprüleri kurmuş, gül kokusu dökmüştür.

Şehirlerin ecesi İstanbul’u yoluna koyan Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum devletine son vermek için çıktığı seferde Bartın şehrini alır ve Orduyeri Mahallesinde karargâh kurar. Bu sırada yanına aldığı bir grup askerle Amasra’yı da Osmanlı topraklarına katmak üzere yola revan olur. Amasra’yı kuşbakışı gören Bakacak tepesine gelir.”

“Fatih’in İlk görüşte gönlüne düştü aşk denen belâ, İlk sözü: “Lala, lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?” soruna mazhar olan Amasra’nın tarihsel yolculuğuna başlayalım. Plinius’un “zarif ve güzel”, Cenovalıların “çiçekli kale”, Zeki Müren’in “küçük Capri” olarak adlandırdığı Amasra, Küre dağlarının eteklerinde Karadeniz’e elini uzatmış, kolunu kaptırmış Bartın’a bağlı bir ilçe merkezidir. Şehrin antik çağdaki adı “susam diyarı” manasına gelen Sesamos. M.Ö. 3. yüzyılda kente o dönem Amasra’yı yöneten kadın lider Amastris’in adı ile anılmış, Osmanlı zamanında ise adı Amasra olarak söylenmeye başlanmıştır.”

“Ne diyordu Evliya Çelebi Amasra’da yaşayanlar için; mahbub ve mahbubesi (erkek ve kadın güzelleri) memduh-u âlemdir (dünyaca ünlüdür ve övülür), boşuna Çeşm-i Cihan dememiş büyük Sultan Fatih. Bende diyorum ki; Çeşm-i Cihan Amasra, Fatih Sultan Mehmet kokuyor hala…”

Urfa’nın kapıları

Urfa hakkında bir yazı yazılacaksa bunu en çok da Mehmet Kurdoğlu’na yakıştırıyorum ben. Şehrine aşık bir gönül insanıdır Kurdoğlu. Urfa üzerine yazdığı kitaplar da bir şehrin kaynağı olacak nitelikte değerli eserlerdir.

Şehir ve Kültür’de Kurdoğlu, Urfa’nın kapılarını yazmış. Kapıların sadece kapı olmadığını görüyoruz bu yazıda.

“Kadim şehirler hemen hemen birbirine benzer çünkü hepsi aynı düşünce ve kaygılardan hareketle inşa edilmiştir. Kadim zamanlarda suru, burcu ve kapısı olmayan şehir yoktur gibidir. Kadim zamanlarda güzel ve yaratıcı şehirlere tanrıça veya kadın ismi verilir. Çünkü şehirler de kadınlar gibi mahrem görülür, surları ve kapılarıyla kem gözlerden sakınılır. Zira bazı kadınlara âşık olmamak elde olmadığı gibi bazı şehirlere de âşık olmamak elde değildir. Kadim dönemlerde şehri bir ev gibi düşünüp öyle kurmuşlardır. Ev mahrem olduğu gibi şehirde mahremdir. Hatta bu şehirlere baktığımızda evlerin şehirlere, şehirlerin evlere benzediğini görürüz. Evin geniş bir avlusu yüksek ihata duvarlarıyla çevrilidir. Aynı şekilde evin duvarı gibi şehrin hisarı vardır ve bu hisar şehri dışarıdan gelecek düşman baskınlarından korur. Evin çoğunlukla bir olmak üzere bazen iki yöne açılan kapısı olduğu gibi şehirlerin de bazen dört, bazen iki veya üç yöne açılan kapıları vardır. Evin avlu duvarları şehrin surları gibidir. Evin iki katlı odası şehrin kalesine benzer. Şehrin kalesi evin çardağına… Çoğunlukla kaleler saray olarak da kullanılmıştır. Hamamı, kütüphanesi, odaları, kuyusu, zindanıyla kaleler küçük bir ev veya küçük bir şehir gibidir. Evlerin de mutfağı, kütüphanesi, mahzeni, kuyusu vardır. Evin avlusunda havuz, kuyu, ağaçlar ve kuş takaları bulunur. Tıpkı şehrin ortasında görkemli çeşmeler, ağaçlar ve belli mekânlarda yemlenen güvercinler gibi…”

“Şehrin üç büyük kapısı üç büyük sırla tılsımlanmıştır. Her tılsımın bir sırlısı vardır. Her sırlı bir büyük kapının bekçisidir. Her kapı bir büyük tarikata açılır. Harran Kapısı Nakşi Şeyhi Müslüm Efendi’yle, Bey Kapısı Halveti Şeyhi Ramazan Şani ile ve Samsat Kapısı Kadiri Şeyhi Şeyh Ahmet el Hamadani hazretleriyle özdeşleşmiştir. Her kapı bir tarikatı, her tarikat bir türbeyi işaret eder. Kadim şehirlerin kapıları adlarıyla müsemmadır çünkü. Doğduğum mahalle Harran Kapı, çocukluğumun geçtiği mahalle Bey Kapısı ve ölülerimizin gömüldüğü yer Samsat Kapı… Bu üç kapıya aynı zamanda şehrin en büyük mezarlıklarından geçerek girilir. Bilindiği gibi kadim şehirlerin mezarları şehrin giriş ve çıkış kapılarında yer alır. Ve şehrin üç büyük mezarlığı üç büyük kapının ismiyle müsemmadır. Bir şehrin senin şehrin olabilmesi için o şehirde mezarlığının olması gerekir. Toprakla bütünleşmeyen geçmişin şehirle bütünleşemez. Biz şehirlerimizi toprağına gömüldüğümüz, toprağıyla bütünleştiğimiz için seviyoruz. Kızılderilerin yaşamış olduğu trajediyi anlatan “Kalbimi Vatanıma Gömün” kitabının içeriğinden daha çok, ismi her zaman ilgimi çekmiştir. Kitabın adı zaten her şeyi anlatıyor. Kalbimi vatanıma gömün! Yüreği doğduğu topraklara gömülmeyen insanın, geleceği o şehirde olmaz. Bir şehirle ezeli bağınız ancak o şehirdeki mezarınızla başlar. Bir şehre gömüldüğünüzde ancak atiniz olabilir.”

“Yedi kapılı şehrin altı kapısından geçmiş, yedinci kapsının izini sürmüş biri olarak, bu şehrin sekizinci kapısının da olduğunu düşünüyorum. İç kapılarını bir tarafa bırakırsak, şehrin sekizinci kapısının da Rivayete göre Nemrut’un kibirle çıkıp indiği, fakat bu kapıya geldiğinde boyunun uzunluğundan dolayı eğilerek geçtiği Kale Kapısıdır. Sekizinci Kale Kapısı aynı zamanda cennetin sekizinci kapısı gibidir. Kaleye çıkarken bu kapıdan geçmek zorundasınız. Bu kapıdan geçip ateş ve suyu sembolize eden iki koca dikme arasında durup şehre kuşbakışı baktığınızda, kadim bir şehirden öte bir yeryüzü cenneti görürsünüz. Bu yeryüzü cennetini andıran kadim ve mistik şehrin adı Urfa’dır. Sıfatı ise İslam’ın Anadolu’ya açılan kapısı! Yedi Kapılı bu şehir, sekizinci kapısında ateşe atılmış İbrahim’in mucizesiyle su ile tılsımlanmış, Daysan nehri ile vaftiz edilmiştir. Geçmiş yüzyıllarda güney kapısına asılan İsa’nın mendili ise yüzyıllarca şehri korumuştur. Daha sonra Batı Kapısından giren İslam orduları komutanı ve Urfa fatihi İyad bin Ganem’in mektubu şehri İslamlaştırmıştır. Kadim şehrin kadim kapılarından geçmek her insana nasip olmaz. Hangi kadim şehrin kapısından geçerseniz geçiniz mutlaka o kapının bir sırlısı olduğunu unutmayınız.”

Yitik coğrafyanın şehirleri

Hüseyin Yürük, Şehir ve Kültür’de yitik coğrafyanın şehirleri diyerek Gümülcine ve Serez’i yazmış.

“Yunanistan’ın kuzeydoğu köşesinde, doğuda Evros, batıda Nestos olmak üzere iki nehir arasında, kuzeyde Rodop Dağları ve güneyde Ege Denizi ile sınırları çizilmiştir. Gümülcine şehri, Yunanistan’ın Batı Trakya kesiminde Bulgaristan sınırının karayoluyla 23 km güneyinde yer alır. Gümülcine, Rodop ve Evros’un genel dış işleri ve merkezine sahip olan Batı Makedonya ve Trakya bölgesinin idari merkezidir. Batısında İskeçe güneybatısında Kavala ve Selanik şehirleri yer almaktadır.”

“Gümülcine Yunanistan’ın Trakya bölgesinde, Rodop ilinin merkezi ve önemli miktarda bir Türk nüfusun yaşadığı bir şehirdir. Şehrin 2011 toplam nüfusu 55.812’dir.Geçmişte şehrin merkezinden bir nehir geçmekte iken bu nehrin yarattığı seller nedeniyle daha sonra şehrin ana caddeleri değiştirilmiştir. Nüfusun % 40’ı Türklerden oluşmaktadır. Şehirde irili-ufaklı yaklaşık 20 cami bulunmaktadır. Bunlardan 3 tanesi şehir merkezinde ve diğerlerinden daha büyüktür.”

“Serez toprakları, Trabzon Rum Devleti’nin yıkılmasının ardından II. Murad’ın eşi olan Marija Brankovic’e (Mara Hatun) olduğu gibi David Kommenos’a hibe edildi. Serez’in bütün köylerinin geliri ise II. Bayezid ve kızları Kamer ile Selçuk hatunlara aitti. (Balta,2009:557) Serez, XV. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’dan gelen şehirli Türk nüfusun iskânına sahne oldu, bunlar ticaretin ve dokuma sanayiinin oluşmasında rol oynadı. Kasabada bunların yerleştiği Müslüman mahalleleri genellikle burada vakıflar kuran resmî kişilerin isimlerini taşırken Hıristiyan mahalleleri kilise ve esnaf adlarıyla anılmaktaydı. XV. yüzyılın sonlarına doğru İspanya ve Sicilya’dan gelen Yahudiler ticarî imkânları dolayısıyla Serez’e yerleştiler.”

“Hüseyin Kadri Kadri 1909 yılındaki Serez Mutasarrıflık Günlerini şöyle anlatıyor: İdare-i hükümette müthiş bir "anarşi” hüküm sürüyordu. Jandarma kuvvetiyle eşkıyanın tenkili muhal idi. Takip için bir müfreze-i askeriye sevkini kumandanlığa yazdım ve bir jandarma zabitinin de başkaca bir müfreze ile iltihakına emir verdim. Fakat her şey orada kaldı ve bir tek nefer sevkine bile imkân olamadı! Söz ayağa düşmüştü; hükümetin bir mevkii, bir vakaru haysiyeti kalmamıştı.”

Savaş ve şehir

Muhsin İlyas Subaşı, savaşın yıktığı şehirlerden bahsediyor yazısında. Savaşlar olur, insanlar ölür, şehirler yıkılır. Her köşeye bir acı sıçrar adı hüzün olan.

“Tarih boyunca bütün savaşlar meydanlarda başlasa da şehirlerde sona ermiş ve kaybedenin şehirleri kazananların gazabına uğramıştır. Tarihe bakıyoruz; bunun en dramatik örneklerinden birisi Kani-Karum’dadır. Bu bölge beş bin yılı aşkın bir süre içerisinde belki 20’nin üzerinde saldırıya uğramış ve hemen hepsinde buradaki yerleşim alanları yakılıp yıkılarak tahrip edilmiştir. Gezip gördüğüm bu harabeler içerisinde bize derdini anlatan; bir ocak üzerindeki pişirilip yenilmeye fırsat bulamayan yemek külleri oldu.”

“İran’ın meşhur şehri Persepolis İskender tarafından harabeye çevrilirken, sanatın ihtişamından korkan bir sürünün azgınlığını da gelecek nesiller bir utanç vesilesi olarak bıraktı.

Tunus’un Kartaca şehri de Romalıların hışmına uğrayan ve gelecek nesle bırakacağı mirasından mahrum edilen bir şehir olarak harabeleriyle günümüze gelebildi.

Moğolların Anadolu’da yaptıkları şehir katliamlarının bir başka sesini anlatır bize. Sırasıyla, Erzurum’u, Erzincan’ı, Sivas’ı, Kayseri’yi ve Konya’yı yakıp yıkarak yağmalayan bu azgın sürünün tarihteki izleri hala yıkık kale duvarlarıyla ortadadır.”

“Şehri yok etmek, bir toplumun medeniyet ve kültür değerleriyle birlikte geleceğini de yok etmek demektir!.. Şehirler bunun için savaşların ana hedefinde seçilen ilk kurbanları olmuşlardır.”

Bir yumak insan

Şehir ve Kültür dergisinden yapacağım son paylaşım Sıddıka Zeynep Bozkuş’a ait. İnsanın tabiatla bütünleşmesine, tabiatın bir parçası olmasına dair hoş bir yazı ile katılmış dergiye Bozkuş.

“Biz canlılar her şeyi ardımıza alarak sendeki bu coşkuyla seke seke yaşıyor muyuz? Akışına bırakmışsın kendini, teslimiyet mi bu, pozitif enerji mi adı her neyse peşinde olmak iyi geliyor bana. Bu kumsalda yalnız değilsin, belki yer değiştirsek çok uzaktan bir nokta gibi görünen ben kumsalda koşan bir ot yumağıyım, sen bir canlı. Hangimiz ne kadar ve daha gerçeğin ta kendisi?”

“Ben, insan! Toprakla elektriklenerek yürüyen ve aslında kökleri olan, toprağa bağımlı ve hatta minerallerini bünyemde barındıran bir canlıyım. Bana insan diyorlar, bu bağlılığa çekim yasası. Başka ne bağlılıklar ne bağımlılıklarımız var bilsen. Dur yavaşla biraz, ben tökezlediğinde senin gibi kalkabilen biri değilim yavaş ol, bekle beni. Lunaparkta tepelerinden kıvılcım kıvılcım elektriğe bağlı çarpışan otolar kadar özgürüm belki. Saat gece yarısı olunca kumandaları susacak, sökülüp bir başka beldeye taşınacak cansız bir çarpışan oto.”

Yasin Mortaş ile şiir ve gelenek üzerine

Hece Taşları’nın 57. sayısından yapacağım ilk paylaşım Tayyip Atmaca’nın Yasin Mortaş ile gerçekleştirdiği söyleşiden olacak. Şiire, edebiyata, dergilere dair bir söyleşi var okuyucuları bekleyen.

“Şairin şiir serüveni sezgi kuşunun akıl dallarına yuva yaptığında başlar. Sezgi kuşu uçup da ufukta kaybolurken, şairin iç bakışları tekrar salınan dala dönüp baktığında başlar. Sezgi Kuşu burada uçsuz hayalin başlangıcı, salınan dal da yeryüzünün insanlığın bitimsiz hayat serüveni. İkisinin arasında kalan şair de soyutla somut arasındaki kalemine aşk aşıları yapan çağının sorgulayıcısı, aktarıcısı.”

“Hayattan, kalemin ucuna değen bir kıvılcım, ruhumuzda harlı harmanlar savurtuyor. Bu varoluş kıvılcımı hayatın her tarafında var ve şairin kalemi o kıvılcımı almak için yontulmuş bekliyor. Eğer şiiriniz kendi içindeki ateşi kurutup küllenmiyorsa, mütemadiyen yansın; bir gün o ateşten bir mısra ateşte olsa şiir ocakları tütecek, şaire de üşümeyen sayfalar kalacaktır belki de.

Gerçek şiirin üzerine yağmur da yağsa sönmez, çünkü yağmur da şiirdir. Belki de su değen yanlarından çelikleşir şiir.”

“Şiir her gün, sessizlikle ruhun buluşma saatidir; tefekkür saatidir. Şair bu sessizliği kaleminin cızırtıları ile kaleminin içine alır ve o da bir ses olarak, şiir olarak bu sessizliği bozar. İşte bir ay içinde yazılan kitap, ramazan ayının o sükûnetli sessiz gecelerinde oluşuyor. O kutlu gecelerin billur saatlerinde bedenin yiyeceklerden arınması, hafiflemesi ruhu asıl olana, metafizik alana daha da yaklaştırıyor, şair masivadan uzaklaştıkça şiir kendini çağırtıyor; duyguların temizlenmesi sizi şiire daha da çok yaklaştırıyor. İşte sizin sorunuzdaki bir ay içerisinde yazılan kitap bu kutlu ay içerisinde tamamlanıyor.”

Mehmet Gemci’nin ardından

M. Nihat Malkoç Hece Taşları’nda Mehmet Gemci’nin ardından bir yazı kaleme almış. Hasret, hüzün, şiir yüklü bir yazı bu. Gemci’nin adı ile özdeşleşmiş Yalnızardıç dergisi de var yazıda.

“Şiire ve edebiyata gönül veren Mehmet Gemci 1995-1998 yılları arasında, 21 sayıdan oluşan Yalnızardıç dergisini çıkarmıştı. Şiirlerini Yalnızardıç’ın yanında İkindiyazıları, Edebiyat Yaprağı, Hece, Kayıtlar ve Edebiyat Ortamı dergilerinde yayımlamıştı.”

“Merhum şair Mehmet Gemci, söz sultanlarının payitahtı diyebileceğimiz Kahramanmaraş’ta doğmuş, ömrünü bu güzel şehirde geçirmişti. Maraş deyince onun için akan sular dururdu.

O derece severdi doğduğu ve doyduğu bu aziz toprakları. Gürül gürül çağlayan şiirlerinde o toprakların kokusu vardı.”

“Merhum Mehmet Gemci üslûp sahibi, iyi bir şairdi. O, birilerinin açtığı yoldan gitme kolaylığını seçmemiş, kendisi yol(lar) açmaya gayret etmişti. Bunda da başarılı olduğu pekâlâ söylenebilir. Zira onun şiirlerini okuduğumuzda daha evvel tatmadığımız bir edebî lezzetle karşılaşırız. Her şeyden önce yenilikçi ve özgündür şiirleri.”

Hece Taşları’ndan şiirler

Lambalarım zamansız söndü senin yüzünden
Sevdalarım siyaha döndü senin yüzünden

Bilemem hangi çağa gebedir ufukların
Düşlerim uçuruma kondu senin yüzünden

Erdal Noyan

Boyun bükmüş kubbesi, mihrabı bize küsmüş
Beş vakit feryat eden minareleri susmuş
Mel’unlar kapısına siyon yıldızı asmış
Çiğnenmiş onuru, ağlar Mescid-i Aksa
Tek duası ümmetten bir Selahaddin çıksa

Halit Yıldırım

Kalbimizde bir güzel gonca gonca gül olur
Kimse bilmez o gülü yegâne âlim biziz
Seferimiz ebedî saadete doğrudur
Günahtan ve isyandan daima nadim biziz

Ekrem Kaftan

Ruhum yanar aşk od’unda amansız,
Ten kafesim kaldı artık dermansız,
Biliyorum ömür geçmez gümansız,
Yola çıktım kandıramaz il beni!

Hızır İrfan Önder

Nuri Pakdil’i uğurlarken

Nuri Pakdil’in ardından dergilerde özel sayılar, dosyalar hazırlandı. Birçok program ile Pakdil anlatılmaya devam ediyor. Elbette Hece dergisinin Pakdil için yapacağı çalışma çok önemli ve değerlidir. Çünkü bir geleneğin devamı olarak çıkıyor Hece. Ustası Pakdil olan bir gelenek.

275. sayısında Hece dergisi Nuri Pakdil’i Uğurlarken adlı bir bölüm ile Pakdil’e bir veda sayısı armağan etmiş oldu. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Onu anlamak için onun diline aşina olmak başta gelen ilkelerden biri sayılmalı. Ayrıca onun kişiliği ile ilgili ipuçları da okurun elinde bulunmalıdır. Sıradan bir okur, onun herhangi bir kitabını sıradan bir kitap diye okumaya başlarsa, korkarım hüsranla karşılaşabilir. Onun kişiliği ve duruşu ile ilgili bir ön hazırlık yapılmadan bu metinler ya anlaşılmaz olarak kalır veya en yalın haliyle yanlış anlaşılmaya hükümlü olur.”

Rasim Özdenören

“Cenaze töreninde bir gözlemim oldu. Kalabalık topluluğun büyük bir kısmı gençlerden oluşuyordu. Gençlerin çoğunluğu kadın iken ileri yaştaki sevenleri tersiydi. Yeni nesillerin ilgili olduğunun bir delili bu.”

Ömer Faruk Ergezen

“O bir dostluk ve arkadaşlık ustasıydı: Onun dostluğu da arkadaşlığı da öğreti birlikteliğine dayanır. Öğretisel bilinçten, duyarlıktan ve dikkatten yoksun insanların, babasının oğlu da olsa, onun nazarında toz kadar kıymeti harbiyesi yoktur. Dostluğu ve arkadaşlığı kavidir. Gelip geçici ilgilere ve ilişkilere asla pirim vermezdi. Son derece cömertti. Cimri insanlardan hiç hazzetmezdi. Paylaşmayı, dayanışmayı ve hediyeleşmeyi severdi.”

Arif Ay

“İlkeliydin; her şeyi özenle, dikkatle, titizlikle yapardın. Sıradan bir hareketi, bir edimi bile imandan bir cüz gibi uygulardın. Sevgini bir kanat gibi üstümüze gerer, yaptığımız her hareketi dikkatle izlerdin. Hayatta hiçbir şey, hele eylem ihmale, tavsatılmaya gelmezdi. Sevginin büyüklüğü kadar öfkenin şiddeti de vardı. Yanında olmak her an tetikte olmayı zorunlu kılıyordu.”

Ali Karaçalı

“Nuri Pakdil denince benim aklıma, bir kitabının da adı olan Klas Duruş gelir. Kendine misyon olarak üstlendiği davaya mahsus bir duruştur. Bu davayı anlamadan ne onun duruşunu ne de yazıp ettiklerini anlamak mümkündür. Çoğu kez absürt gibi görünen ifadeler ve tavırlar bu dava ile anlam bulur.”

Faruk Uysal

Burak Ş. Çelik portresi

Mehmet Aycı portrelerine devam ediyor. Bu sayıda şair Burak Ş. Çelik portresi var Hece’de.

“Dünyanın bütün esmer milletlerine karışabilir; arada kaynamaz. Beni ve benliği yüzünde.”

“Dili kalbiyle birlikte gözbebeklerine de bağlı. Dinlerken kulağı da öyle. Gözbebekleri her harfe, her kelimeye, her cümleye ‘ilgili’ bir derinlik katıyor. Konuşurken, anlam o derinlikte yıkanarak ifadeye dönüşüyor bakışında.”

“Barışta Elverişsiz şairi.
Aradaki ‘Ş’ bir harf kuşu, çelikten çok o bildiğimiz yağız ata yakın. Ona bakınca bildiğimiz Burak’ı da esmer tahayyül ediyoruz.
Yüzü bir bey damgası…
Böyle biliriz.”

Hece dergisinden şiirler

ölmemek için oğlu olmalı insanın ilacı değil
ama gücüm yetmedi o yarayı göre göre
buradayım ve sırf senin için ölmüyorum demeye

Mehmet Narlı

Marşları aldılar götürdüler batıya
Siperlerinde çiçekleri sayıklayan Kafkas ordusu
Dudaklarında dağların sesiyle gömüldü
Sonra o sesi çıkarıp mezarından
İzmir’e taşıdılar ve koydular bir heykelin sunağına

Yunus Emre Altuntaş

muzip ve yalnız ve ayarsızlık efendisiydin
kayboldun yoksul denklerin içinde
bir denizden bir denize
su taşıdın avuç ile
dönüp arkana baktın hep
arkanda verem

İbrahim Yolalan

Toprağın altında yamru yumru büyüyen güzelim istikbal
seni paketler halinde çocukların ellerine tutuşturdular
kucaklarına atıp kaçtılar ateş toplarını

Muhammet Çelik