“Her zümrenin, benimsediği kanaatle başı hoştur.”
(Rum 30/32; Mü’minun 23/53)
İslam’da düşünce, taklidi imandan tahkiki imana ulaşmak için bir araçtır. İslam âlimleri düşünce tarihinde ilahi meselelerde hakikate ulaşma konusunda sorular sormuş bu sorulara dört farklı gruba ayrılabilecek türde cevap vermişlerdir. Bu dört grup arasındaki tartışmalar epistemoloji meselesini ortaya çıkarmıştır. Süleyman Uludağ ise “İslam Düşüncesinin Yapısı: Selef, Kelam, Tasavvuf, Felsefe” kitabında bu grupları ana çizgileriyle tanıtarak bu ihtilaflara karşı gösterilmesi gereken hoşgörü ve saygıya işaret ediyor. Meseleleri farklı bir şekilde görüp cevap üreten grupların ilki selefiye; ikincisi kelamiye üçüncüsü sufiye ve son olarak felâsifedir ona göre.
Selefiye; sahabe ve tabiin yolundan giden kimse demektir. Gelişim sürecine baktığımızda şunlar karşımıza çıkar: 1. dönem icmal devri, sahabe, tabiun, tebai tabiun tarafından anlaşılan islam anlayışıdır. Bu dönemde ehl-i sünnetin tamamı bu sınıflandırmaya girer. 2. dönem tafsil devri, İbn Teymiye ve ibn Kayyim Cevziye tarafından başlatılan harekettir. Genel olarak eski selefin yolundan gitmiş ancak onların daha önce girmediği konulara ayrıntılı olarak girmek zorunda kalmışlardır. 3.dönem yeni selefiye hareketi, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve İstanbul’da Tanzimat fermanı ile başlayan Batı tesiriyle Müslümanlar kelam ve tasavvufun derman olamayacağını düşünerek çağdaş selefiye hareketini savunmuşlardır.
Selefiyenin temel yaklaşımları şöyle sıralanabilir:
1-Nakli ve nassı takdis: Selefiye Kur’an ve hadisle birlikte ilk üç neslin söz ve fiillerine kutsiyet atfetmişlerdir. Selefiyede nassın ve naklin dokunulmazlığı vardır bu sebeple tenkit ve tevil yapmaktan kesinlikle kaçınmışlardır. Aklın nakil üzerinde tasarrufa kalkması kesinlikle yasaktır. İmam Malik “bugün dininizi tamamladım…” (Maide,5/3) mealindeki ayetin nazil olduğu gün dinden olmayan hususlar bugün de dinden değildir, demiştir. Bu minvalde bunlar yeni şeyleri keşf ve icad etme fikrine yabancı kalmışlardır. Bu noktada selefte tevili ve bidatı red ortaya çıkmıştır. Tevili dini değiştirmek ve tahrif etmek olarak algılamışlardır. Yine aynı şekilde cedelin de İslam’da yasak olduğunu savunmuşlardır. Cedel ile dinin inşa edilemeyeceğini ve cedel yoluyla inşa edilenin yine cedelle yıkılacağını dile getirmişlerdir. Müteşabih ve anlaşılması zor ayetler hakkında konuşmamayı ve teslim olmayı uygun görmüşlerdir. Hz. Peygamber çok soru sorulmasını yasaklayarak, “Ben sizi kendi halinize terk ettiğim sürece siz de beni kendi halime terk ediniz ve soru sormayınız. Sizden evvelki ümmetler çok soru sordukları ve peygamberleri ile tartıştıkları için mahvolmuşlardır.” buyurmuşlardı. Selefin ilim anlayışı ise nasları ve ilk üç neslin söz ve fiillerini kapsar niteliktedir. Geriye kalan hiçbir ilimi ilim olarak görmezler. Ahmed bin Hanbel bu yaklaşımın uç örneklerindendir, öyle ki nasıl karpuz yenildiğine dair bir hadis bulunmadığı için hayatı boyunca karpuz yememiştir.
2- Akla ve kelam ilmine hücum: Selefiye, aklı şiddetle kötülemiş ve kınamıştır. Onlara göre akıl yalnızca nassın emrinde ise değerlidir. Bu sebeple kıyası ve reyi kullanan âlimleri çok sert bir şekilde tenkit etmişlerdir. Kelam konusunda ise İmam Ahmed şöyle der: “Kelam âlimleri zındıktır.” Kelam ilmine karşı durmuşlar ve kelamcıları ciddi bir şekilde tenkit etmişlerdir. İmam Şafii’ye göre, “Şirk hariç diğer herhangi bir günahla Allah’ın huzuruna çıkmak, kelam günahı ile çıkmaktan daha kolaydır.” Kelama olduğu gibi ehli rey e de karşı durmuşlar ve imamı azama ciddi tenkitler yöneltmişlerdir.
3- İlham ve tasavvufa hücum: Selefiye ilham ve tasavvufa da aynı derecede sert ve katı bir şekilde karşı çıkmışlardır. Toplu halde okunan ilahilere selefiler “şeytanın Kur’anı” adını vermişlerdir. Hallac ve İbn Arabi’yi firavundan farkı olmayan iki dinsiz olarak nitelendirmişlerdir. Onlara göre İslam dünyasının geri kalmasının sebebi halkı tekkelere ve inzivaya sürükleyen sufilerdir.
Ehli nazar, ehli rey, ehli burhan olarak isimlendirilen kelamiye
Kelamiye’ye gelince, onlar ehli burhan, ehli nazar, ehli rey, ehli kıyas gibi isimlerle anılırlar. Akla büyük bir değer verdiği için rasyonalist bir yapıdadır. Mutezile tarafından kurulan geliştirilen, içinde felsefi fikirleri barındıran düşünce sistemidir. Nakli ve ilhamı ikinci plana attıkları için selefiler ve sufiler tarafından ciddi tenkitlere maruz kalmışlardır. Geçirdiği başlıca dönemlere baktığımızda: 1.dönem kudema kelamı, Gazali’den önceki kelama verilen isimdir. 2.dönem müteahhirin kelamcılar dönemidir, Gazali ile birlikte başlar. Bu dönemde Mutezile ve felsefeye yakınlaşılmıştır. 3. dönem yeni ilmi kelam, İzmirli İsmail hakkı gelişen ve değişen dünyada İslam akaidini savunmak maksadıyla hareket eden kelamdır. İzmirli merhum, Yeni İlmi Kelam isimli eser vermiştir.
Kelamiyenin özellikleri de şöyle sıralanabilir:
1-Aklı ve istidlali takdis: Kelamiler aklı en yüksek mertebeye koyarak ona kutsiyet atfetmişlerdir. Onlara göre “Kişinin dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.” Akıl ile nakil çatışırsa akıl evvel nakil ona müevveldir. Şeriat akla aykırı olamaz. Aklen caiz olmayan şey dinen de caiz değildir. Fahruddin Razi’ye göre akli ve nazari konularda nakli delillere sarılmak caiz değildir. Kelama göre akla ve ilmi düşünceye aykırı olan ayetler aklın ilkelerine ve Arap dili kaidelerine göre tevil edilmelidir. Allah’ın zati ve filli sıfatları bu düşünce ile tevil yoluna gitmişlerdir. Selefiler, kelamileri dini tahrip etmek ile suçlarken kelamiler de selefileri haşeviyecilik, yani teşbih ve tecsim ile suçlamışlardır. Şu önemli noktayı da belirtmek gerekir ki kelamilerin akıl ile ilgili naklettikleri hadislerin çoğu uydurma hadistir. Ancak onlar uydurma hadislerin dahi mana itibariyle doğru olduğuna inanıyorlar.
2-Nakli ve selefiyeyi tenkit: Kelam en doğru ve sağlam bilginin akıl ile ulaşılan bilgi olduğunu ve bu bilginin naslardan daha kati bir bilgi verdiğini savunmuşlardır. Ancak selefiyenin iddia ettiği gibi nassı saf dışı bırakmamışlardır, sadece nassı sınırlandırarak akla daha geniş yer vermiştir. Kelamilerin aklı felsefeciler gibi nasdan tamamen bağımsız değildir. Cürcani bu konuda “Eşarilerin cumhuruna ve mutezileye göre nakli deliller ilim ifade etmez” der. Bu kapsamda kelami delillere dayanmayan imanı taklidi iman olarak görürler. Bu sebeple kelamiler ile selefiler arasında kapatılması mümkün olmayan bir uçurum vardır. İki grubun din algısı birbirinden tamamen farklıdır.
3-İlham ve sufiyeyi tenkit: İlhamı ve keşfi kaynak edinen mutasavvıflara karşı ciddi tenkitlerde bulunmuşlardır. Nesefi “Hak ehli olanlara göre ilham, bir şeyin sıhhatini tespit etme konusunda işe yarar bir vasıta ve ölçü değildir.” demiştir. Kelamcılar keşf ve ilhamı bağlayıcı olarak görmemişlerdir.
Süleyman Uludağ kelam hakkında kendi düşüncelerinden bahsederken 5 ve 6. asırdaki kelamın İslam düşüncesine oldukça katkı sağladığını belirtir. Selefin durağan yapısına karşın kelamın sorgulayıcı ve yenilikçi bir tavır benimsemesinin İslam’ı hurafelerden kurtardığını düşünür. Ve düşünmeye verilen değer sayesinde İslam’ın ileriye doğru gittiği fikrindedir.
İslam’daki manevi, ahlaki derinliğin peşine düşen ilim tasavvuf
Sufiye; tasavvuf İslam’daki manevi ve ahlaki değerlerin adıdır. İbrahim bin Edhem, Şakik bin Belhi bu hareketin ilk mutasavvıflarındandır. Dini, manevi ve ruhani olarak yaşanan bu hayat biçimine zühd, bu hayatı yaşayanlara zahid denilir. Geçirdiği dönemlere baktığımızda: 1. dönem zühd devri; Hasan Basri, Veysel Karani, Rabiatul Adeviye ve Malik bin Dinar gibi zahidlerin yaşadığı çağdır; bu dönemde ibadete ve ahlaka önem verilmiştir. 2. dönem tasavvuf devri; olgunlaşan zühd hareketinden doğmuştur. İlim, marifet ve vecd ön plana çıkmıştır. 3.dönem vahdeti vücud dönemi İbni Arabi’nin önderlik ettiği bir hareket olmuştur.
Sufiye’nin özellikleri de şöyle sıralanır:
1-İlhamı ve keşfi takdis: Sufiler için en yüce bilgi keşf ve ilham yolu ile bilinebilir. Keşf ve ilhamın insana doğrudan bilgi verdiğini ancak akıl ve nasın vasıtalı bilgi verdiğini savunurlar. Bu da bilgilerin yeni ve taze olmasına sebep olur. Kur’an’dan yeni bilgi çıkarmanın heyecanını yaşarlar.
2-Selefiyeyi ve nakli tenkit: Sufiler ilhama hüccet değeri verdikleri için nassı esas alan selefilere karşı oldukça sert bir tavır takınmışlardır. Akıl ve nakil ancak ilhamı anlamak için bir vasıta olabilir. Bir söz rivayet ettikleri vakit sened olarak kalplerini gösterirler. Bayezid Bistami der ki “Miskinlerin, bilgileri ölünün ölüden rivayetine dayanıyor. Hâlbuki biz Hay ve ölümsüz olan Yüce Allahtan bilgi almaktayız.”
3-Kelamı ve aklı tenkit: Pratik aklı kullanan sufiler kelamcıların teorik aklı kullanmasını tenkit ederler. Selefilerin karşı olduğu akıl nazari ve teorik akıldır. Kelamcıların teorik akıl ile ulaşmaya çalıştıkları Allah, Allah’ın sıfatları, filleri ve isimleri gibi metafizik konularda konuşmayı saçma bulurlar. Bu konularda fikir beyan etmenin hiçbir ilmi ve dini değeri yoktur. Akıl insanı Allaha yaklaştırmaktan ziyade uzaklaştırmaktadır. Caferi Sadık’ın naklettiği bir hadise göre kendi reyine göre dinde ilk defa kıyas yapan İblis olmuştur. Bu söz Mevlana’nın Mesnevi’sinde ‘evvel an kes ki in kiyasha nümud, pişi envarı huda iblid bud’ şeklinde ifade edilmiştir. Bir süre kelam ilmi ile meşgul olan gazali ise el-Munkız adlı eserinde akla olan güveninin sarsıldığını ve kelam ve cedel ilminden sakınılmasını gerektiğini ifade ederek gerçeğin akıl ile kavranamayacağına kanaat getirmiştir.
4-İç tenkit: Tasavvufun rivayet, nakil, akıl ve istidlale dayanan resmi ananevi ve umumi inanç ve telakkileri aşma cehdi ve gayreti, kendi dışındakilerine önem ve değer vermeme hali mutasavvıf ve ariflerin tenkit ettikleri bir konu olmuştur. Seri Sakati şöyle derdi: “bir kimse zühd ile işe başlar sonra hadis yazarsa ayağı sürçer, fakat ilk defa hadis tahsis eder de sonra zühd ve tasavvufa intisab ederse sağlam basar.” Mutasavvıf Ebu Bekir Varrak’ın “fıkıh bilmeyen sufi zındıktır, tasavvuf bilmeyen fakih fasıktır” sözü de çok meşhurdur. Hakiki tasavvuf nakli bilgileri ve aklın kabul ettiği zaruri bilgileri hiçbir zaman inkar etmemiştir.
Tasavvuf, İslam hareketi içerisinde çok değerli bir yere sahiptir. İslam toplumunun ruhi ve manevi derinliğe ulaşmasında çok büyük bir rol oynamıştır. Talim, ahlak, terbiye, edep, şiir ve musiki gibi bir çok alanda alimler ve eserler kazandırmıştır. Ancak maksatlı ve cahil şahıslar elinde kimi zaman amacından sapmıştır. Bugün ise hala ehliyet sahibi kişilerin elinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
İslam felsefesi denildiğinde ne anlaşılmalı?
İslam düşüncesinde meselelere başka bir cevap verenler zümresine ise felasife denilir. Felsefe; Uludağ’a göre aslında İslam felsefesi dediğimiz zaman selefiyecilerin, kelamilerin ve mutasavvıfların düşünce ve görüşleri anlaşılmalıdır. Fakat İslam felsefesi dediğimiz zaman eski yunan felsefesi temelli düşüne akla gelmektedir. Onun için konusu şey “ulumi islamiyye ve nakliyeden değil, ulumi dahileden ve akliyedendir.” Kısacası kuran ve hadis kaynaklı nakli bir ilim değil, ithal ve laik bir düşünce tarzıdır. Bu bölümünde Uludağ felsefenin islam dünyasına nasıl intikal ettiğini ve Kındi, Farabi, İbni Sina, İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi büyük islam filozoflarına kısaca değiniyor.
Felsefi düşünce İslam alimleri tarafından eleştirilmiş ve tenkitlere maruz kalmıştır. Bu tenkitlerden en ciddi olanını Gazali Tehafut’ul Felasife isimli eserinde belirtmiştir. Gazali felsefeye karşı tenkitlerini 20 madde ile toplamış ve felsefeyi yıkan olarak adlandırılmıştır. Ancak bu şiddetli tenkitler Sünni çevrenin felsefeye ilgisini arttırarak felsefeyle daha fazla meşgul olmasına sebep olmuştu hatta medreselerde ders olarak okutulmaya başlanmıştı. 6. asırdan itibaren filozof yetişmez oldu ve felsefe kelamcıların eline geçti. Taftazani, Cürcani, Amidi, Razi gibi filozoflara dayanan kelamcılar yetişti. Gazali’nin en önemli tenkitlerinden biri determinizm fikrini kökten yıkmaya çalışmasıdır. Öyle ki Allah’ın fillerinin bir hikmeti yoktur diyecek kadar ileri gitmiştir. Gazalinin ve diğer İslam alimlerinin İslam filozoflarını bu kadar sert şekilde tenkit etmesinin en büyük sebebi bir fikir ortaya koydukları zaman o görüşü Hz. Muhammed (s.a.v)’e değil Aristo’ya dayandırmalarıdır. Bu sebeple onların uğraşıları küfür sayılmış ve okunması yasaklanmıştır. İsimleri Müslüman ismi olduğu için ve Müslüman olduklarını beyan ettikleri için İslam filozofu olarak adlandırılmışlardır. Bu netameli konular hakkında Süleyman Uludağ fikrini şöyle ifade ediyor: “Hikmeti yasaklama hareketi örnek değil, ibret olan bir davranış olarak değerlendirilirse herhalde İslam düşüncesine yeni ufuklar açılabilir.”
Özet olarak kitap İslam düşünce sistemi içerisinde cereyan eden ihtilaflar ve tenkitleri ana hatları ile ve çok umumi bir biçimle ele almaktadır. Selefiye, kelamiye ve sufiye bünyesindeki münakaşalı noktalara dikkat çekerek itikadi temellerini tespit etme gayreti göstermektedir. İslam sınırları çok geniş olan bir inanç sistemidir, bu sebeple birçok alt sistemi barındırmaktadır. Bunlardan hiçbiri tek başına İslam’ı temsil edemez. Hepsine bir bütün olarak bakmak gereklidir. Uludağ, bizlere itikadi ayrışmaları anlatsa da farklı fikirlerin esasen aynı kökün farklı dalları olduğunu, bu farklılığı zenginlik olarak görüp sistem ile değil içerisindeki eksiklikler ile mücadele etmemiz gerektiğini anlatıyor. İslam düşüncesi yapısı kendi içerisindeki sistemler ile savaşarak ilerleyemez. Görmek için önce bakmamız gerektiğini söyleyen Uludağ kitabını İbn Arabi’nin şu vecizesi ile tamamlıyor: “Allah’ım! Bize eşyayı olduğu gibi göster.”
Süleyman Uludağ’ın bu eseri çok okunan ‘tedavüldeki kitaplar’dan, özellikle ilahiyat öğrencilerinin temel kaynaklarından olmalıdır diye düşünüyorum. Yeni kitaplara götüren iyi kitaplara selam olsun.
Leyla Betül Eğilmez