“Canım İstanbul” adlı şiirinde Necip Fazıl’ın İstanbul’a duyduğu iştiyâk ve iltifât “İstanbul benim canım; Vatanımda vatanım...” dizeleriyle billûrlaşırken; onun doğduğu, büyüdüğü ve yetiştiği bu şehre olan tutkusunu gözler önüne seren bir eser olarak oğlu Mehmed Kısakürek tarafından derlenmiş olan İstanbul’a Hasret kitabı, Necip Fazıl’ın İstanbul ile olan münâsebetine daha yakından bakmamıza vesîle oluyor.
Türk edebiyatının en güzel eserlerinden biri olarak kabul edilen Ahmet Râsim’in Şehir Mektupları’ndan hepimiz haberdârızdır. Bu eserde Ahmet Râsim o güzel Türkçesiyle İstanbul’un bayramlarından bayındırlık problemlemlerine varıncaya değin bilgiler aktararak bizlere bir okuma şöleni sunar.
İşte İstanbul’a Hasret kitabı da, benim naçizâne kanaatimce tıpkı Ahmet Râsim gibi İstanbul’un bir başka sevdalısı Necip Fazıl’ın, artık bir tür olarak kabul görmüş ‘şehir mektupları’ tarzındakine benzer bir şekilde kısa denemelerinden oluşan bir okuma şöleni sunuyor bizlere.
İstanbul’daki “soysuzlaşma” temâyülü nasıl başladı?
Kitabın ilk yazısının “Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.” diye başlaması, Necip Fazıl’ın İstanbul ile ilişkisinin koşulsuz bir sevgi denklemiyle ifadesinin bir göstergesidir. Ne var ki yazının devam edegelen ve bütün yazıların da çekirdeğini oluşturan, muharririmizin “soysuzlaşma” olarak ifade ettiği, öncelikle Türk rûhundan başlayan, daha sonra da bu rûhun sirâyet ettiği şehre yani İstanbul’a uzanan bozulma hâli, onun kaleminde kâh bir ironi ve hiciv ile kâh bir şikayet ve ıslah önerileriyle yankı bulur.
İstanbul’daki “soysuzlaşma” temâyülü olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’dan taklîden aldığı Barok, Rokoko tarzı mimariye eğilen Necip Fazıl, klasik üslubumuzun en zirve temsili olan Topkapı Sarayı’nın içine 19.yy’da yapılmış olan bir köşk olan Mecîdiye Köşkü’ne dikkat çeker ve ondan sonra Boğaz’a sağlı sollu yapılmış olan saray ve köşklerde bu taklidî tavrın yinelendiğini söyler. Bu yıllardan başlayıp bugün şairimizin deyimiyle “sefertası biçimindeki” apartman mimarisine kadar yol bulan bu süreç, maalesef bizim mefkûrevi hayatımızdaki yenilginin en müşahhâs göstergesidir Necip Fazıl’a göre.
Tramvaylar “tavuk kümesleri” gibi
Necip Fazıl’ın başını ağrıtan en büyük unsur ise Şirket-i Hayriye vapurlarıdır. Bunların İstanbul ulaşımına katkısı yadsınmaz kendisi tarafından ve lakin kimi zaman yavaşlığı, kimi zaman ise zaman tarifesinin Beylerbeyi’nde yaşayan bir şairi “şehirden” gece dönüşlerinde oldukça zor durumda bırakması, yazılarında ilgili makamlara âdetâ bir şikayet dilekçesi mâhiyetinde bildirilir.
Buna benzer bir şikayeti ileriki yıllarda ikâmet edeceği Suadiye’de de yaşayan şairimiz, bu sefer tramvayların yetersizliğinden dem vurur ve bu tramvayları kalabalıklığından ve izdihâmından dolayı “insan sardalyası” ve “tavuk kümesleri” olarak adlandırırken, bunlarda seyahât etmenin adeta bir çileye dönüştüğünden yakınır.
Bir alternatif olarak kendisine önerilen trene binmek istediğinde ise karşılaştığı manzaranın tramvaydaki vaziyetten aşağı kalır bir tarafı olmadığını görünce; “Bana bu mübarek şehrin boş ve tenha bir köşesini göstersenize!...” diye kendi kendine yakarmaktan geri duramaz.
“Gecesi sünbül kokan, Türkçesi bülbül kokan” İstanbul
Necip Fazıl’ın kimi yazılarında da duygusal bir ruh hali belirginlik kazanır ve sözgelimi Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’nin bahçesinde bulunan bir çam ağacının kesilmesini ya da Eyüp Sultan’da, kendi deyimiyle “50 yıl bekçilik yapmış” bir leyleğin ölümünü büyük bir üzüntüyle dile getirir.
İstanbul’a olan sevdasının yanında içinde yaşayan bir birey olarak da sıkıntılarını defaatle dile getiren muharririmiz, İstanbul’un bugünkü durumu karşısında kötümser bir tavır takınır. Bunda hiç kuşkusuz İstanbul’un Bizans ve Tanzimat’a kadar olan Osmanlı dönemindeki şâşaası ve güzelliğiyle bugünkü vaziyetini mukâyese etmesinin etkisi vardır.
Bir şehrin, insanlarıyla birlikte bir etkileşim içerisinde olduğunu ve bu iki unsurun birbirlerini dönüştürmek sûretiyle hareket ettiklerini akılda tutarsak, Necip Fazıl’ın bu derlemede yer alan yazılarını da anlamak ve anlamlandırmak daha mümkün olacaktır. Çünkü her gün yürüdüğümüz asfalt yollar, bindiğimiz ulaşım araçları, oturduğumuz apartmanlar; komşuluk ilişkilerimizden mekân bilgisine değin bütün âdâb-ı muaâşeretimizi şekillendiren niteliklere sahiptir. Bu meyânda bugünün penceresinden “geçmişte ne idik”, “şimdi neyiz” ve “gelecekte ne olmak istiyoruz” hakkında, ayakları yere sağlam basan görüşlere ve projelere ihtiyaç duyduğumuz muhakkaktır. Bu şekilde belki bir nebze de olsa Necip Fazıl’ın ifade ettiği “Gecesi sünbül kokan, Türkçesi bülbül kokan” İstanbul’u yeniden ihyâ edebiliriz.
Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul’a Hasret, Büyük Doğu Yayınları
Oktay Türkoğlu