Annem bana küstü. Elbette geçici bir küslük bu. Arada sırada böyle yapıyor, “yap” diye ısrar ettiği ama benim yapmadığım/yapamadığım/ayak sürüdüğüm şeylerde özellikle… Bir şekilde çok geçmeden gönlünü alıyorum ama hem o orada düşündüğüyle/kafasına taktığıyla kalıyor, hem de ben burada azap çektiğimle…
Düşünüyorum da basit bir ölçüt aslında her birimiz için annemize ‘iyi bir oğul’ olmayı başarabilseydik sanırım dünya daha ‘çekilebilir/yaşanılabilir’ bir yer olurdu. Her ne olursa olsun, nerede yaşıyorsak yaşayalım, varıp yanına elini öpmekte sayısız hayırlar var. Belki dizine yatırır, ellerini saçımızın arasında gezdirir, “olişim” der; arınırız birkaç küçük hareketiyle onun. Ali Ayçil de Kovulmuşların Evi kitabında durumu irdelemiş; hem de ‘iyi soru’larla. “Daha güvenli bir yüz” onlardan biri mesela. Sahi ne zaman yüzümüz güvenli görünecek onlara?
Anneme iyi bir oğul
“İki ay önce”, diye geçirdim içimden; “iki ay önce Louis-Ferdinand Celine’i okurken, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, aylak oğulların kaderinin hiç mi hiç değişmediğini düşünmüştüm.” “Gecenin Sonuna Yolculuk’un kahramanı Bardamu, bütün izlerin birbirine karıştığı sayısız alacakaranlıkta yolunu bulabilmek için, her seferinde bir dua gibi aynı adresi telaffuz ediyordu: Anne. Zamanın bütün mola yerlerinde, günlerin ve saatlerin aklını çeldiği bütün kavşaklarda, yıkılmayan tek uygarlığı olan annesine geri dönüyordu Bardamu. Anne, onu hayata yapıştıran biricik yapışkandı sanki ve darda kaldığında o yapışkanı diliyle ıslatmaz, kalbiyle yeniden kıvama getirmezse dünya diye iliştiği duvardan çözülüp, adını bilmediği bir karanlığa devrilmekten ödü kopuyordu. Bu yüzden, “insan anasında her istediğini bulur, kaderin her cilvesine uygun. Yeter ki seçmeyi bilsin” diye söyleniyordu bir yerde. Kafasının pek karışık olduğu başka bir yerde de bakın nasıl sızlanıyordu: “Giyotine giderken bile atkını unuttun diye azarlamaya kalkabilir annem beni…”
Benim bir sığınağım var
“İki ay önce Celine’i okurken nasıl da ikiz gibiyiz biz bu Bardamu’yla” diye geçirmiştim içimden. Annemle olduğumuz günler bir elin parmaklarını geçmese de; her ağır yağmurda, her deriye işleyen güneşte, o görünmez şemsiyeyi açtım üstüme. Tamam, kabul ediyorum; günlerin şamatasında, mevsimlerin renklerine daldığımda, ya da kendimi gizli bir defter gibi yeniden okumaya koyulduğumda aylarca unuttuğum oldu onu, bir kez bile aklıma getirmedim. Ama ne zaman dünya bir sarmaşık gibi incelmiş boynuma dolansa, ne zaman kendimden başka gidecek bir dünya bulamasam, birden o şifalı sözcüğü hatırladım, o hane numarasını asla değiştirmeyen evi. Ve her seferinde, ağır bir ameliyattan çıkmışım da yeniden konuşmayı deniyormuşum gibi, kurumuş dilimi ıslatarak, “ben elbette bir annenin oğluyum, benim bir sığınağım var” diye tekrarladım. Kendince bir kıyıda, uzaktan uzağa yanıp duran bir fenerdi annem; onu her aradığımda, durduğu yeri işaret etmekten vazgeçmeyecekti, bunu iyi biliyordum. İyi biliyordum çünkü, ne zaman ihtiyaç duysam, ne zaman çalkantılı sularımda rotamı kaybetsem, hep yanar gördüm o ışığı; huzmeleri, sükunetle kendisine demirlenecek bir sahile düşüyordu.
Bütün dünya koca bir ana rahmi
Celine’i okurken “Peki sen annen için iyi bir oğul oldun mu?” diye geçirmiştim içimden. “Annen düzendi, sen karmaşa; annen evdi, sen sokak; annen terziydi, sen makas ve annen yüzünü hep sabaha döndü ama sen hep akşamın kapılarını çaldın. Annen için nasıl iyi bir oğul olabilirsin ki? Bağışlanacak bir yanın yok senin!” Biliyorum, bağışlanacak bir yanım yok ama annem bir kere bile suçlamadı oğlunu. Bir sabah ansızın yola çıkıp gittiğimde, yalnızca sessizce uğurladı; bir akşam geri döndüğümde haberi varmış da, kapının önünde bekliyormuş gibi karşıladı. O titrek el o kapıyı her açtığında, aslında hiçbir yere uğurlanmadığımı, onun, bütün dünyayı koca bir ana rahmine dönüştürerek beni yorulmadan içinde taşıdığını hissettim. Daha anahtar sesinden hissettim bunu, kapının kolunun çevrilişinden, bir sabah dinginliğiyle aralanışından… Aslında hep uzağa gittiğimizi sanıyor, ama bir annenin her yeri kaplayan o büyük rahmi içinde dönenip duruyorduk işte. Yola koyulup bir kez daha annemizi görmeye giden bizdik, annemiz bir kez bile ayırmamış oluyordu bizi yanından…
Daha mı güvenli bulurdu yüzümü acaba?
Louis-Ferdinand Celine’i okuduktan iki ay sonra bayramda, görmeye gittim annemi. “Genç kız gibisin,” dedim ona; “hiç yaşlanmamışsın,” dedim; “bak yanakların hâlâ al al” dedim; hem doğru hem yalandı söylediklerim! Yaşlanmıştı annem. Dehşetle fark ettim ki, sadece o değildi yaşlanan; aramızdaki ilişki de yaşlanmıştı. Onun, hayatın hiçbir albenisine kanmadan ısrarla devam ettirdiği bir töresi vardı; hiçbir kuşku duymuyordu döndüğü cepheden. Durduğu yerde duruyordu o; içtiği su aynı suydu, kilitlediği kapı aynı kapı. Başından beri, son nefesine doğru çıktığı bir yolculuktu günler; “insan kimdir?” diye asla sormazdı. Oysa ben, bütün uğraşıma rağmen, onun beni ağırladığı kadim hayata, elim ayağım dolaşmadan geri dönemiyordum. Bazen bir şehir giriyordu araya, bazen kirlenmiş bir ırmak, bazen işlenmiş bir günah. Sorduğum sorulardan, merakla daldığım karanlıklardan, üstüne titrediğim teferruatlardan çopurlaşmıştı aklım.
Annem, beni dizinin dibine oturtmanın verdiği iştahla hiç durmadan konuşurken, benim aklım hep aynı soruya takılı kaldı: “Anneme iyi bir oğul olabildim mi? Şair değil de bir zanaatkâr olsam, daha mı güvenli bulurdu yüzümü acaba? Acaba ilk kitabımın ilk sayfasına yazdığım ‘anneme’ ithafını okudu mu?”
Ali Ayçil, Kovulmuşların Evi
Mehmet Emre Ayhan alıntıladı.