Bir şairi büyük şair yapan, çok şiir yazmış olması değildir
Dünya edebiyatında örnekleri çoktur ama mesela bizde Ahmed Arif’in sadece 19 şiiri var. Bir döneme kadar, (belki de Leyla Erbil’den “umudunu kesinceye” kadar) yazdıklarını yazmış, ölümsüzler mertebesine ulaşmış, daha sonra da çeşitli “bahaneler” ileri sürerek şiir yazmayı bırakmış. Belki de yazacakları bu kadarmış, kim bilir! Ama mesela Can Yücel öyle değil; eli kalem tuttukça şiirler yazmış ama son yıllarda yazdıklarına şiir demek için bin şahit gerekir. Sezai Karakoç’un “Ağustos Böceği Bir Meşaledir” şiirinden sonra şiir yazmayı bırakmış olmasına birçok kişi hayıflanır ama bana göre Sezai Bey yazmak istediği şeyleri şiir yoluyla ifade etmeyi bitirmiş olmalı ki işi “tadında” bırakmış.
Mesela “dünya şiirinin gözbebeği”; bizde Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip, İlhan Berk, Melih Cevdet, Attila İlhan, Ece Ayhan (düzyazışiir tekniğini, anarşit dil, kapalılık), İsmet Özel, Sezai Karakoç gibi şairleri derinden etkilemiş, dünya şiirine yeni bir yön çizmiş, modern şiirin kurucu babası Arthur Rimbaud, 17 yaşında şiir yazmaya başlamış, bu işi topu topu dört yıl yaparak 21 yaşında da şiir yazmayı tamamen bırakmış. Ama dört yılda edebiyat tarihine, “onun yazdıklarından sonra şiir namına ne yazılabilir ki” sorusunu geçirmiş.
*
37 yıllık kısacık hayatına bakmayın; yüzlerce şaire ebelik yapmış bir büyük şairdir Rimbaud. Mevcut şiirin tahtını sallamış olan dünyanın en genç şairidir; hatta ona “çocuk şair” diyen bile var.
Şiiri terk etmesinin sebebini hiçbir zaman açıklamadı. Kendince o işi bitirdi mi, “ben buraya getirdim, çıtayı bir hayli yükseğe koydum, nasılsa orayı kimse aşamaz” diye mi düşündü, yoksa “bilinmezi bildim, bundan sonrasına ne gerek var” diye mi düşündü bilinmez ama onca araştırmaya rağmen onun şiiri terk etmiş olmasının sebebi, o günden bugüne edebiyatın önemli “sırlarından” birisi olarak kaldı.
*
Bilincin değil, bilinçaltının şairiydi Rimbaud. Zahiriyi değil, görünmezi görmeye çalıştı. Kendi hayatını değil, hayatının ötesindekini merak etti. “Ben”i bir başkası olarak tanımladı. Öğretmenine yazdığı bir “düzyazı şiir mektupta”, tarihe geçen “Ben bir başkasıdır” ünlü sözünün geçtiği paragraf şöyledir:
“Bütün duyuların karıştırılmasıyla, düzenlerinin bozulmasıyla bilinmeze ulaşmak söz konusu… Acılar çok büyük ama güçlü olmak, şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum. Bu hiç benim suçum değil. ‘Düşünüyorum’ demek yanlış bir şey. ‘Beni düşünüyorlar’ demeli. Kelime oyununu bağışlayın. Ben bir başkasıdır. Kendini keman olarak hisseden oduna yazık. Hiç bilmedikleri konularda tartışan insanları küçümsüyorum.”
Şair olmakla ilgili bir yığın malumat verir bize şiirlerinde ama şiiri neden bıraktığını hiç açıklamaz:
“Şair olmak isteyen insanın yapacağı ilk özel çalışma, kendi varlığını bütünüyle tanımaktır; kendi ruhunu arar, onu dikkatle inceler, onu sınar, onu öğrenir. Kendi ruhunu tanıdığı andan itibaren onu geliştirmek zorundadır; bu kolay bir şeymiş gibi görünür: Her beyinde doğal bir gelişim olur; nice bencil kendini yazar diye ilan eder; niceleri de vardır ki düşünsel gelişimlerini kendilerine mal ederler!
Kâhin olmak, kâhin’e dönüşmek gerekir diyorum.
Şair, bütün duyuları, uzun süre sonsuzca ve bilinçle karıştırarak düzensizleştirerek kâhin’leşir. Sevginin, acının, çılgınlığın bütün biçimlerinde kendini arar, kendinde tüm ağuları tüketir ve bunların yalnızca özünü, en güzel kısmını tutar kendine. Şairin tam bir inanca, tam bir insanüstü güce ihtiyaç duyduğu, herkesin arasında en büyük hasta, en büyük câni, en büyük lânetli ve en yüce Bilgin olduğu dille anlatılmaz işkencedir, acıdır bu! -Çünkü bilinmeze ulaşmaktadır şair! Çünkü daha önce herkesinkinden daha zengin olan ruhunu işleyip geliştirmiştir. Bilinmeze ulaşmıştır, ama çılgına dönüp isterse gizli görülerini sonunda anlayamaz duruma gelsin, bir kere onları gördü ya, ona yeter! Duyulmamış ve adlandırılamaz şeyler karşısında yapmış olduğu sıçramada isterse gebersin: Ardından başka korkunç emekçiler gelecektir; ötekinin silip gittiği ufuklardan başlayacaklardır işe!”
Bu fikirlerini dile getirdiği mektuplara “Kâhin’in Mektupları” adını vermiş.
Ona göre, “Şair ilk önce hasta biri, sonra lanetli biri, sonra da bilge birisi olur. Şair, duyguları altüst eden ve baş dönmelerini zapt eden kişidir.”
*
Şiir yazmayı bıraktıktan sonra seçtiği hayat, bir şairin hayatından fersah fersah uzak bir hayattır. Hatta kendi memleketinden çok uzak bir yerde Somali kıyılarında Müslümanlar arasında yaşamayı seçmiş; olur olmadık düşük ücretli işlere girip çıkmış, kahve tüccarlığı, ustabaşılık, tercümanlık yapmış; kâşif olmuş, seyyah olmuş, silah ve bir iddiaya göre köle tacirliğine bile bulaşmış ama zinhar, bir daha şiire elini sürmemiş; şiiri bıraktıktan sonra yazdığı mektuplar bile bir şairin kaleminde çıkmış şeyler olarak görünmesin diye özel bir çaba harcamış.
Yaşadığı çevrede sevilmemiş bir şairdir o. Çevresindekiler ve arkadaşları Javier Marias’ın deyimiyle ondan “vebadan kaçar gibi” kaçmış ancak ölümünden sonra da o berbat herifi “aziz mertebesine” ulaştırmayı ihmal etmemiş, yazdığı şiirleri derinliğine vara vara, büyük bir zevkle okumaya başlamışlar. (Rimbaud’ya benzer büyük şairleri, yazarları, sanatçıları tanımamak en iyisi… Çoğu çekilmez lanet heriflerdir. Onları hiç tanımadan yazdıklarını okumak veya öldükten sonra eserlerine gömülmek en iyisi, insanda bıraktıkları duygu yazdıklarının bıraktığı şey neyse o olmalı, lanet varlıklarının çekilmez halleri değil!)
Hakkında yazanların hepsinin ortak fikri şudur: Rimbaud, “pasaklı” bir şairdi. Kıyafetlerini değiştirmez, üstü başı iğrenç kokar, devamlı içer, arkadaşlarına, tanıdıklarına, karşılaştığı tanımadıklarına hakaretler eder, ağza alınmaz şeyler söyler, kaba saba davranır, üstünden başından bitler dökülürmüş. Sezai Karakoç çevrisiyle “Bit Kıran Kızlar” şiirinden iki dörtlük şöyledir:
(….)
Oturturlar çocuğu pencere kıyısına
Geniş açık pencere gök birçok çiçeği orda yıkar
Ve çocuğun çiğ yağan kabarık saçlarının arasında
Gezdirirler ince, korkunç, çarpıcı parmaklarını
(…)
İşitir çarpışını siyah kirpiklerinin sessizlikler altında
O kokulu kirpiklerin. Ve o tatlı mıknatıslı elleri
Çıt çıt yapar boyuna loş bir umursamazlıkta
Ve o şahane tırnaklar arasında minicik bitlerin can verişi”
Javier Marias, “Yazınsal Yaşamlar, Ünlü Yazarların Gizli Yaşamları” kitabında Rimbaud’nun bazı “sevimsiz davranışlarını” şöyle sıralar:
Bir arkadaşını bir cenaze alayında görür, ondan sonra her karşılaştığında “ceset selamlayıcısı” diye çağırır onu, oysa arkadaşının katıldığı alay, annesinin cenaze alayıydı. Bir başka arkadaşı, okusun diye yazdığı şiirlerini verir, Rimbaud şöyle üstünkörü bir göz attıktan sonra, güzel bir el yazısıyla, büyük bir özenle yazılmış tertemiz sayfaların üzerine tükürür. Dönemin büyük yazarlarının bulunduğu bir akşam yemeği davetine katılır, yazarlar eserlerinden parçalar okur, Rimbaud okunan her satırın arkasından “bok” diye bağırır, o sırada toplantıda bulunan bir fotoğrafçı onu sertçe uyarır ve yumruk atmakla tehdit eder, şair yanında bulunan dostu Verlaine’in kılıçlı bastonundan kılıcı çeker ve fotoğrafçının üzerine yürür.
Şair arkadaşı Verlaine ondan on yaş büyüktür, evlidir, bir de çocuğu var, o da lanet bir heriftir, karısına da çocuğuna da kötü davranır, bir seferinde bebeği duvara bile fırlattığı söylenir. Sonra ikisini terk ederek Rimbaud’la beraber olmaya başlar. O da şiddete meyillidir, bir kez Rimbaud onu bıçakla yaralar, bir sefer de o Rimbaud’ya üç el ateş eder, iki mermi ıskalar, biriyle de onu yaralar ve hapishaneye düşer. Rimbaud, hiç deniz ve gemi görmeden meşhur şiiri “Sarhoş Gemi”yi yazdıktan sonra birlikte Londra’ya kaçarlar, her iki şairin annesi yaşadıkları serseri hayattan dolayı ötekini suçlar.
Rimbaud taşrada yaşarken onu Paris’e getirten sevgilisi Verlaine’dır. Gelip evlerine yerleşir. Marias, büyük şehre yeni gelmiş olan bu taşra delikanlısını şöyle tarif eder:
“Yüzü güneş ve rüzgardan kızarmış kaba, genç bir köylü; üzerine küçük gelen giysileri, tarak görmemiş saçı, kollarını kıvırdığı kirli gömleğine kravat niyetine bağladığı pis urganla son derece sevimsiz bir delikanlı. Yanında hiçbir eşyası yoktur; ne bir diş fırçası ne de yedek iç çamaşırı vardır.”
Ama bir dil avcısıdır şair. Almanca, Arapça, Hintçe ve Rusça bilir. Daha sonra kendini sürgün ettiği yeni yurdunda Habeşistan’da yerel diller öğrenir. Gördüğü her şeyin yüzeyini piyano olarak düşler ve onu çalmayı kolayca öğrenir. Annesi ona piyano almayınca, yemek masasının kenarına bıçakla tuşlar oyar ve saatlerce büyük bir sessizlik içinde hayali piyanosunu çalar.
Rahatsızdır. Yerinde duramaz. Bazıları bu rahatsızlığını bir “iman ağrısına” bağlar. Aradığı şey neyse hiçbir yerde değildir. Ama kendini özgür hissedebileceği bir yer de mutlaka vardır yerkürede.
Orhan Veli’nin “Duyum” adıyla çevirdiği şiiri şöyledir:
“Mavi yaz akşamları, patikalarda, dalgın
Gideceğim sürtüne sürtüne buğdaylara.
Ayaklarımda ıslaklığı küçük otların
Yıkasın, bırakacağım başımı rüzgara.
Ne bir şey düşünecek ne bir laf edeceğim;
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi;
Göçebeler gibi uzaklara gideceğim;
Mes'ut, sanki yanımda bir kadın varmış gibi.”
Daha çocukken evden kaçtı. Kısacık hayatında hiç yerinde duramadı, hep gitti. Üç kere Brüksel’e ve Paris’e, iki kez de Londra’ya gitti. Almancasını ilerlettikten sonra da ver elini Stuttgart dedi, oradan İsviçre, İsviçre’den de İtalya’ya Milano’ya gitti. Hep yürüyerek. İskandinavya’yı ve Danimarka’yı bir panayır tiyatrosuyla gezdi. Roterdam’da gemiye bindi, Java’ya gitti, orada Hollanda ordusuna katıldı. Paralı askerliktir bu; parayı aldı ve firar etti. Bir defasında Viyana polisi onu yakaladı, serseri diye Bavyera sınırına bıraktı. Yine yaya olarak birkaç kez Avrupa kıtasını adım adım dolaştı. Balkanlar üzerinden Yunanistan, oradan da Kıbrıs’a gitti, Kıbrıs’ta şantiye şefliği, Rum, Türk ve Araplara tercümanlık yaptı. Orada da duramadı, ver elini Afrika dedi. Hayatının son on yılını Aden Körfezi’nde bulunan Harer’de, Müslümanlar arasında bir tüccar ve seyyah olarak geçirdi. Buradayken gezi yazıları yazdı, bazı dergilere gönderdi. Silah ticareti yaptı. Köle alıp sattı. Harer’de çocuklara Kuran-ı Kerim’i öğretmeye çalıştı, ne de olsa Kuran’ı Fransızcaya ilk defa çeviren bir babanın oğluydu.
*
Eşcinseldi, alkol, uyuşturucu müptelasıydı, kaçkındı, serseriydi, serkeşti, aksiydi, kabaydı, kavgacıydı, tutkuluydu, bohemdi, şairdi, iş adamıydı, seyyahtı, öğretmendi, kâhindi, büyücüydü, müneccimdi, lanetliydi ama en çok gittiği her yerde onu çok küçükken terk eden babasını arayan saf bir çocuktu.
Paris Komününe katılmıştı. Sivil anayasa taslağı yazmaya çalışmıştı. Fanatikti. Devrimciydi. Şiirlerinde en çok sonsuzluk, yalnızlık, korku, aşk, güzellik, güneş, ışık, cennet ve cehennem kelimelerini kullandı. Ölüm-hayat, iyilik-kötülük, melek-şeytan, lanet-kurtuluş, kendini bilmek tanımak gibi zıtlıklar arasında mekik dokudu. Paris’te tanıştığı Victor Hugo ona “Küçük Shakespeare” dedi. Çok genç yaşta, daha 17’sindeyken kendi dilini inşa etti, sonra da modern şiirin babası mertebesine ulaştı. Meşhur “Cümleler” şiirinden birkaç dize şöyledir:
“Dört şaşkın gözümüz için tek bir kara ormana indirgendiğinde dünya,
Bir kumsala, birbirine gönülden bağlı iki çocuk için,
Bir ezgili eve, bizim apaçık duygudaşlığımız için,
İşte o zaman bulacağım sizi.
(…)
Anılarınızın tümünü kavrarsam,
Sizi sımsıkı bağlayan kadın ben olursam,
İşte o zaman boğazlayacağım sizi.
(…)
Süslenin, oynayın, gülün. Hiçbir zaman fırlatıp atamayacağım pencereden aşkı.
(…)
Hoş bir çini mürekkep tadı uyandıran kara bir toz yağıyor gece uyanıklığımın üzerine usulca,
Kısıp lambayı, yatağa atıyorum kendimi ve yüzüm dönük karanlıktan yana, sizleri görüyorum kızlarım, ecelerim benim!”
*
Mektuplarını “Bu kalpsiz Rimbaud” diye imzaladı.
Habeşistan’dayken “olduğu kişi olmaktan” sıkıldı, görünüşünü değiştirdi, daha sert, sakallı ve bıyıklı biri olup çıktı. Değişmeyen tek şeyi, bir şairi ele veren pırıl pırıl parlayan o mavi gözleriydi. Önce hemen zengin olmak istedi, sonradan bu isteğinden vazgeçti, yaşayabileceği kadar bir kazancı olsun yeterdi. Evlenmek, çocuk sahibi olmak istedi ama uygun adayı bulamadı. Daha otuz üç yaşına basmadan ailesine yazdığı bir mektupta şunları söyledi:
“Saçlarım neredeyse kır, sanırım yaşamım sona doğru yaklaşıyor… çok yorgunum, işim yok, elimdekini avucumdakini de kaybetmekten korkuyorum.”
Zor bir hayat sürdürdü. Tam bir köylü gibi çalışarak para biriktirdi. Kazandığını daha sonra abuk sabuk bir projeye yatırdı, ya da dolandırıldı, kendisini dolandıranlara sonradan yardım etti, her şeyini kaybettiği zamanlarda işe sıfırdan tekrar başladı. Bu kısır döngü böyle devam ettikçe etti. Aden Müslümanları arasında yaşarken onlardan İslam’ı öğrendi. Müslümanlar ona “Abdo Rimbo” adını taktı. Kuran okudu, çıktığı yolculuklarda Müslümanlar gibi giyindi. Sezai Karakoç’a göre “büyük ihtimalle Müslüman olmuştu” ama Müslüman olup olmadığı hiçbir zaman açıklığa kavuşmadı.
Bu arada Paris’te ünü yayıldıkça yayıldı. Herkes onu ölmüş biliyordu, o ise uzak bir kıtada yaşayan bir efsaneydi.
Günün birinde dizi iltihaplandı. 1891 yılının ocak ayında şişmeye başladı. Kısa sürede dizinde yumruk büyüklüğünde bir şişkinlik oluştu. Onu ölüme götürecek olan hastalık böyle başladı…
Korkunç bir acı içinde kıvranarak Afrika’daki sahra hastanesinden Marsilya’ya gitti. Konulan teşhis, kanserdi. İstemediği halde bacağı kesildi. Koltuk değnekleriyle yürürken bir protez bacak düşlemeye başladığı sırada kanser yayıldıkça yayıldı, bütün bedenini sardı. Artık ne bacaklarını ne de kollarını hareket ettirebiliyordu. Durmadan afyon çayı içerek, hastanede kendisiyle birlikte yatan hasta arkadaşlarına uzak geçmişinden hikayeler anlatarak çektiği acıyla baş etmeye çalıştı.
10 Kasım 1891 günü, daha otuz yedisine basmadan öldü. Öldüğünde ağzından çıkan son iki kelimenin “Allah Kerim” olduğu söylendi.
Doğduğu ve hep nefret ettiği taşra kasabası Charlesville’e gömüldü. Mezarı başında hiç kimse nutuk atmadı.
*
Çok hastayken, bir ahbabı edebiyattan ve şiirden söz etti ona, o da hiç hoşlanmadığı bir el hareketiyle arkadaşının sözünü yarıda keserek şunları söyledi:
“Tüm bunların artık ne önemi var. Si.tir et şiiri!”
Javier Marias’ın yazdığına göre, yıllar önce “Cehennemde Bir Mevsim” kitabının taslağına şunları yazmıştı:
“Artık sanatın bir saçmalık olduğunu söyleyebilirim.”
Belki de Kâhin’in büyük sırrı buydu. Belki de bu yüzden, başladıktan dört sene sonra şiir yazmayı bırakmıştır kim bilir.