Yeşilçam, Türk sinemasının kalbinin attığı apayrı bir dünya. Bu dünya, bazılarına göre bir hayalin gerçekleştirildiği düşler ülkesi, bazılarına göre ise ateşi bile kara bir cehennem. Kim ne derse desin, orada gizemlerle dolu bir dünya var; insanların hayallerinden, insanların enerjilerinden ve insanların canlarından beslenen bir dünya. Bazıları bu cana, bu kana basarak güç devşirirken bazıları da bu dünyadaki çark dönsün diye ömrünü sunar bu tapınağın sunağına.

Ayşe Şasa da Yeşilçam adlı bu dünyaya genç yaşında uğramış cerbezeli bir ruh. İçimizden biri gibiyken aslında Yeşilçam’ın o efsunlu dünyasında yaşar gibi yaşamış, bir senarist olarak Yeşilçam’a dâhil olduğunda ise Kur’an’ın tarif ettiği “insan” olabilmenin eşiğine yanaşıvermiş belki de hiç farkına varmadan. Ayşe Şasa için herkes farklı bir şey söyleyebilir ve üstelik herkes de bu söylediğinde haklı olabilir ama kesin olan şudur: O, her zaman sıra dışı biridir, hayatının her anı için bir bedel ödemiştir.

Durdurulmuş bir medeniyetin öz benliklerine yabancılaştırılmış çocukları

“Benim o dönemde sola dönmem veya daha doğrusu, o dönemde birçok insanın sola temayül etmesi, şuradan ileri geliyor: İslam’la ilgili hiçbir şey bilmemek; ama hiçbir şey. İslamiyet’le ilgili hiçbir fikrim yok benim o dönemde; çok insanın yok. Gelişme çağında verilmiyor bize bu kültür, yok sayılıyor. Geleneksel ahlak, geleneksel kavramlar, geleneksel değerler, sadece öğretilmemekle kalınmıyor, yok sayılıyor.” (Delilik Ülkesinden Notlar, s. 138) Bu cümleler, Ayşe Şasa’nın bir psikiyatrist gibi kendisi üzerine, bir sosyolog gibi de içinde yaşadığı toplum üzerine kafa yorup sorunları kendince teşhis ettiğini ve bu sorunlara çözümler ürettiğini gösterir bize.

Gerçekten de öyle olmadı mı? Çok rafine yöntemlerle ve ‘içimizden’ birilerinin marifetiyle yabancılaştırılmadık mı kendimize?! Şu günün Türkiye’sinin yaşadığı sorunların altını kazıdığımızda, ‘Durdurulmuş bir medeniyetin öz benliklerine yabancılaştırılmış çocukları’ olduğumuz gerçeği çıkmıyor mu o yaldızlı sıvanın altından? İşin tuhafı, yaşadığımız bu hayatı o kadar içselleştirmişiz ki bu yabancılaşmayı ne işitmeye ne de kabule hazırız! Bu tespitiyle Ayşe Şasa, çile dolu kişisel deneyiminden yola çıkarak sorunu adlı adınca haykırmakta ve bizlerin de en az kendisi kadar irkilmesini beklemektedir.

Günümüz modern insanının sahip olmaya can attığı imkânlara daha doğuştan sahip olmak, Ayşe Şasa’nın en büyük talihsizliklerinden biri olmuş kendi ifadesine göre. Soylu bir aile şeceresi var Ayşe Şasa’nın ve babası da o gün için, İstanbul’un en zengini… Paradan yana hiç sıkıntısı yok yani ailenin ama belki de bu ‘Her şeye para ile sahip olabilirim’ duygusunun verdiği güven, hem sorunların başlangıcı hem de Ayşe Şasa’nın bir aile ortamında yetişmesini engelleyip onu krizlere iten olayların da yegâne sebebi…

‘Sevgisiz büyüdüm’ ifadesi, neredeyse her cümlenin satır arasında şaklayan bir kırbaç gibi kendisini gösterir. Ve ilerleyen zamanlarda bu cümleye ‘Toplum ve eğitim sistemi bana geleneksel değer yargılarını vermedi, ahlaki değer yargılarından mahrum edildim.’  cümlesi eşlik eder. Bu iki hayati cümle, onun hem sorunlarının çıkış noktası hem de önce entelektüel, sonra da mümin kimliğini oluşturan temel unsurlar olarak boy verir.

Batı aklının, anlamsızlaşan dünyalarını anlamlı kılma çabası

Daha önce Özbek lider Muhammed Salih’in ağzından duyduğum “Batı’nın demokrasi anlayışı kendi insanına göre başka, diğer insanlara göre başkadır. Batı ikiyüzlüdür! Bunu anlamam için Batı’ya gitmem gerekti” cümlesi aklımda asılı bir halde, Ayşe Şasa’nın Batılı kavramları sorgulamasını düşünüyorum.

Aslında bizim şimdilerde (yapay bir şekilde, zorla dayatılarak) yaşadığımız var olma krizini Batı daha önce yaşayarak kendince bir çözüm bulmuş buna. Ayşe Şasa’nın ifadesine göre, ‘sonsuz olanı da, mutlak olanı kavrayamayan Batı’, bu boşluğu insanı yücelterek doldurmuş. Bunun şık ambalajı da ‘hümanizm’ kavramı olmuş. Ayşe Şasa’ya göre, bunlar hep ilahi olandan uzaklaşan Batı aklının, anlamsızlaşan dünyalarını anlamlı kılma çabasıdır. Kısacası hümanizm, insanın değerini ifade etmekten çok, insanı ilahileştirerek insanın ilahi olanla bağını koparma aracı olmuştur. Bu yönüyle hümanizm, Batı aklının insanın manevi dünyasını iğva etme aracıdır.

Kuşkusuz ki her insanın ve her toplumun çilesi kendine özgüdür. Bu anlamda her deneyim biriciktir. Birisinin kişisel deneyimi, diğerinin kişisel deneyimiyle açıklanamaz ama toplumun insanı biçimlendirdiği gerçeğini hesaba katarak en azından sorunları üreten yapının ortak noktalar içerdiğini, Ayşe Şasa örneğinden yola çıkarak söylemek mümkün. Hoş, zaten bu, bilinmeyen bir şey de değil. Sorun, söz olarak binlerce kez ifade edilen bu hastalık üreten yapının toplumca kabul edilmemesi ve ondan sonra da ortak mutabakatla ne yapılacağına karar verilememesinde. Buna karar verilmeli ilkin; tıpkı Ayşe Şasa’nın bu kararı verip kendisini İbn-i Arabi’nin munis ve müşfik dünyasına atarak çilelerinden kurtulması gibi kurtulmak neden gelmesin ki bu kararın ardından?

Delilik Ülkesinden Notlar, sinir uçları ilahi olana açık olup da bir şeylerin sancısını çeken herkesin, kendisini biraz daha tanımasına yardımcı olacak sarsıcı bir kitap.

Ahmet Serin, okuma notlarını aktardı