Her yılın Nisan ayında ülke olarak bir stresin, bir sinir harbinin içinde buluyoruz kendimizi. Bu zamanlarda Avrupa’da özellikle Fransa’da Ermeni kökenli gruplarca parlamento ve sivil toplum kuruluşları düzeyinde bir tahrik başlatılıyor ve o küçücük dediğimiz Ermenistan’ın adını dünya yüzeyinde duymayan da duymuş oluyor. Bununla da bitmiyor, aynı zamanlarda bizim haritada yerini güçlükle göstereceğimiz devletler sözde Ermeni soykırımını tanıyan kararlar alıyorlar ve Ermeni lobilerinden desteklerini kapıyorlar.

Mustafa Serdar Palabıyık, 1915 Olaylarını Anlamak: Türkler ve Ermeniler kitabında akılda soru kalmayacak biçimde izahatta bulunuyor. Normalde işin içinde siyasal ve ekonomik saikler olmasa kanaatim odur ki tek bir Ermeni lobisi bile ağzına bu pis kelimeyi almaz. Ama siyasette ve ekonomide işler böyle yürümüyor. Siz vazgeçseniz de kan davasını yaşatacak birileri mutlaka çıkacaktır. Hatta soykırımın olmadığına dair devletlerarası anlaşma dahi olsa Ermeni tarafında anlaşmayı imzalayanları hain ilan edecek pek çok grup ve tabii ki lobi ortaya çıkacaktır. Bu nedenle konu; kapanması imkânsız, söndürülmesi mümkün olmayan bir yalancı ateştir. Son yıllarda adı pek zikredilmeyen bir planı da ben burada zikredeyim:  4T planı. 4T içerisinde tanıtım, tanınma, tazminat ve toprak talepleri söz konusu. Ama bu planın bir ütopyadan ibaret olduğunu da söylemeliyim. Türkiye siyasal ve bölgesel alanda güçlendikçe böyle ipe sapa gelmez hayali planlarla sıkıştırılamayacak duruma gelecektir.

Kitapta olaylar çok yönlü olarak ele alınmış ve en başta soykırım ifadesinin teknik açıdan nasıl tanımlanması gerektiğinden bahsedilmiş. Sahi soykırım nedir ve neye soykırım denir? Bu ifadenin öyle herkese yapıştırılamaması için sınırları son derece kesin çizgilerle çizilmiş bir tanıma ihtiyaç vardı. Bu da Soykırım Sözleşmesi ile sağlanmıştır zaten. Sözleşme maddesini buraya nakledecek değilim ama bir amaç ve bir kasıt olması gerektiğini söyleyebilirim. Ayrıca belirli bir gruba dönük de bir eylem gerçekleştirilmiş olmalıdır. Hâlihazırda tüm dünyanın ortak kanaati Nazi Almanya’sının belirli ırk ve din mensupları üzerinde uyguladığı vahşetin bir soykırım olduğu istikametinde. Aynı olayı 1915 olayları üzerine yapıştırmanın doğru olmayacağı açıktır. Ayrıca Ermenilerin Osmanlı içinde ve şimdi de Türkiye içinde ne ifade ettiğini bilmeden böyle bir tanıma başvurmak çok yanlış olacaktır. Yazar, kısaca Türk tezlerini savunmakta ve yaşanan ortak acıların tartışılması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu coğrafyada yaşanmış çokça benzer olaylardan örnekler vererek yalnızca Ermenilerin değil Müslüman Türklerin de benzer vakalara maruz kaldıklarını söylemektedir. Üstelik asli unsurun Müslüman ve Türk olduğu bir coğrafyada…

Ermenilerin imparatorluk içindeki konumları

Genel olarak kitapta anlatılanların temelinde yaşanan acı tecrübelerin soykırım yaftasıyla yaftalanamayacak şeyler olduğu var. Üstelik Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu içindeki konumlarına ilişkin de kritik bilgiler verilmiş. Tanzimat Fermanı olsun, Islahat Fermanı olsun azınlık haklarını genişleten ve hatta onları belirli alanlarda üstün tutan maddelerle doludur. Osmanlı’da hiçbir zaman Ermenilerin yok edilmeye çalışıldığına dair ne bir delil bulunabilir ne de buna emare olabilecek bir icraat gösterilebilir. Hatta Yunanistan’ın on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etmesiyle bürokrasideki Rum unsurların yerini Ermeniler almaya başlamıştır. Bu arada bürokraside zaten bir Ermeni unsurunun varlığını da hatırlatmak isterim. Osmanlı İmparatorluğu işine yarayacak ve güvenebileceği kişilere dinine ve milliyetine bakmadan vazife ve sorumluluklar vermekten kaçınmamıştır. Bu noktada kitapta verilen örnekler arasında çok ilginç olanlar da var. 1912-1913 yılları arasında Hariciye Nazırlığı yapan Gabriel Noradonkyan, aynı nezarette müsteşarlık yapan Artin Dadyan Paşa, Sultan İkinci Abdülhamid’e çok yakın bir isim olan ve sultanın şahsi malvarlığının idaresinden sorumlu Hazine-i Hassa Nazırı Ohannes Sakız Paşa örnek olarak gösterilebilir. İttihat Terakki Cemiyeti yönetimi ele geçirdiğinde de bu tür görevlendirmeler devam etmiş ve Ermenilere olan güven devam etmiştir. Esasında devlette devamlılık esastır ve çokça eleştirilecek yönleri olsa da İttihat Terakki’nin bu tarafını yani Ermenileri dışlamama ve salt Ermeni oldukları için görevlerden el çektirme eylemi içinde olmadıklarını görmek gerekir. Fakat İttihat Terakki maalesef uzun boylu övgüler düzülecek faaliyetler içinde olmayı başaramamış, devletin yıkılmasında etkili olmuş bir oluşumdur. Övgü sözlerinden çok daha fazla bundan söz etmek yerinde olacaktır.  

Ayrıca Ermenilerin artık ezberlediğimiz “millet-i sadıka” konumundan devletlerine dünyanın en ağır suçunu yüklemeye çalışan bir millet olma konumuna düşmeleri de ibret vericidir. Burada da görülüyor ki Osmanlı’nın Ermenilerin ne diniyle ne de milliyetiyle alakalı olarak herhangi bir rahatsızlığı vardır. Zaten dünyaya hükmetmiş bir imparatorluğun aksi yönde bir politika izlemesi mümkün değildi aksi halde 600 seneden fazla ayakta kalması imkansızdı.

Bir soykırımın varlığının kabulü için gereken şartlardan birinin de bir soykırım kararının alınması, bunun kanunlarla belli edilmesi ve buna sistematik olarak uyulmasıdır. 1915 olayları öncesinde böyle bir planlama ve altyapısal hazırlık görmüyoruz. Esasında bu plansızlık nedeniyle tehcir sırasında kayıplar artmış ve sonradan kötü muamele olarak adlandırılan sebeplerden dolayı Türkiye bu iddialarla baş başa bırakılmıştır. Daha evvelden bir plan, proje olmadığı için ve neredeyse spontane gelişmiş olaylar karşısında alınmış kararlar uyarınca hareket edilmiş ve yer değiştirme sırasında Ermeni iddialarının abarttığı kadar olmasa da kimi önceden tahmin edilemeyen sorunlar ortaya çıkmıştır. Zaten Osmanlı’nın mevcut durumu gerek ekonomik gerekse de altyapı olarak bu tehciri kaldıracak durumda değildir. Yollarda bu kadar can kaybının olmasının sebebi de budur. Ancak Osmanlı yine de iyi niyetli bir biçimde bu iş için çaba göstermiştir. Ayrıca bu tür yok etmeye dönük ve karşı tarafın varlığına tahammülsüzlük Osmanlı kültürü içinde hiç olmamış bir şey. Biz sürekli bir “Osmanlı Barışı”ndan, bir “Pax Ottomana”dan bahsederiz. Burada bir ortak yaşamdan, ortak ideallerden ve ortak gelecekten bahsediliyor. Yani Osmanlı’nın kurduğu düzende bir dışlama, yok etme, ortadan kaldırma fikri yoktu ve hiç olmadı. Osmanlı, tebaası olarak gördüğü tüm gruplara belirli sınırlar ölçüsünde özgürlükler tanımış ve onların yaşam hakkına daima saygı göstermiştir. Bir sistematik hareketin sonucu olarak Almanların 1942’de Wannsee Konferansı’nda aldıkları kararlar var. Ayrıca Hitler’in Kavgam kitabı da delil olarak kabul edilebilir. Ermenilere ya da başka Müslüman olan olmayan gruplara yönelik olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun belgeli ya da belgesiz bir çalışması olmamıştır.

Kitabın dikkat çeken taraflarından birisi Ermeni tehcirinin Osmanlı tarafından da sorgulanmış olduğunu göstermesi. 1916 yılında hem de İttihat ve Terakki'nin iktidarında bir Divan-ı Harp ile tehcir sırasında meydana gelen ve suç unsuru taşıyabilecek olaylar sorgulanmış, gerek görülen kişilere cezaları verilmiştir. Fakat bunun yüzde yüz oranında yeterli bir muhakeme ve cezalandırmayla neticelendirildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Mahkeme sadece tehcir sırasında hayatını kaybedenlerin yaşam hakkı üzerinden değil geride kalan malların ve taşınmazların durumu ile ilgili kararlar da almıştır. 1919-1920'deki Divan-ı Harp ise işgal kuvvetlerinim sıkıştırmasıyla sadece cezalandırmaya dönük sağlıklı olmayan bir mahkeme olmuştur. 1916'daki Divan-ı Harp dikkate alındığında soykırım yapma niyetinde olan bir devletin olayları araştırması ve kötü muameleye tabi tutanlar için müsebbiplerine elinden geldiğince cezalar vermesi iddia edilen soykırım yalanını ve propagandasını da ortaya çıkarmaktadır.

Ermeni diasporasının faaliyetleri

Hatta 1916 yılında kurulan mahkemelerde idam cezası dâhil olmak üzere pek çok ağır cezalar verilmiş ve bu cezalar infaz edilmiştir. Art niyetli ya da değil bir grubun kötü muameleye uğratılmasına karışan her kim varsa onlara adalet yoluyla cezalandırılma yapılması şüphesiz ileride karşı karşıya kalınacak bir soykırım iddiasının ihtimal dışı tutulmuş olmasındandır. Aksi takdirde bu ihtimale karşı herhangi bir ceza verilmemiş olması ve suç unsurunun ortaya çıkarılmaması gerekirdi. 

Mustafa Serdar Palabıyık, kapsayıcı bir biçimde diaspora kavramına da değinmiş ve Ermeni diasporasının sözde soykırım iddiaları karşısında durduğu yeri belirtmiştir. Ermeni diasporasının anavatana dönüş, orada yaşama gibi arzuların bulunmadığı ve bunda anavatanın yani Ermenistan’ın şimdiki sınırlar çerçevesinde yaşamak için cazip bir yer olmadığı fikriyle hareket edildiğini söylüyor. Diaspora denilince daha çok zor şartlarda azınlık olarak ve hâkim devletin boyunduruğu altında yaşayan gruplar akla gelse de Ermeniler için bu durum pek de öyle değildir. Gerek Amerika’da gerekse de Fransa’da lobileri sayesinde ve senato ve parlamentolardaki ağırlıkları sayesinde hem o ülkeler üzerinde etkili olma noktasında hem de Ermenistan’ın ezkaza barış yanlısı olabilecek hükümetleri üzerinde etkili olmaya gayret etmektedirler. Şimdiye kadar bunda başarılı olmuşlardır. Fakat sahadaki gerçeklikle diasporanın gerçekleri birbiriyle örtüşmeyebiliyor. Hatta bu konuda epey sıkıntıların olduğunu da görmekteyiz. Belki yurtdışında yaşayan Ermenilerin maddi açıdan bir sorunu yok ama Ermenistan Ermenilerinin sıkıntıları büyük. Türkiye ile olan kötü ilişkiler 328 kilometre sınıra rağmen ticari hareketliliklerin önünü tıkamaktadır. Bir de üstüne Karabağ sorunu gibi Türkiye’nin tarafsız kalamayacağı bir sorun eklenince bu ilişkilerin düzelme ihtimali günden güne azalmaktadır. Bu konuda Ermenistan’ın artık soykırım iddialarını bir kenara bırakıp tarihsel süreç içerisinde çok uzun seneler bir arada yaşamış iki milletin gelecek planlarına yoğunlaşması daha doğru olacaktır. Türkiye için Ermenistan kalibresinde herhangi bir üretimi ya da pazara sunacağı olmazsa olmaz malı olmayan bir ülke çok fazla önem taşıyor olmasa da Ermenistan’ın kindar grupların etkinliğini kırıp politikasında değişikliklere gitmesi şarttır.

Peki, 1915 olaylarının çıkış noktası nedir? Neden tehcire gerek duyuldu ve bu tehcir hangi istikamette oldu? Başta yazacaklarımı sona sakladım. Malumdur ki 1914 yılında başlayan bir dünya savaşı vardı. Bu savaş Osmanlı İmparatorluğu’na rağmen çıkmış ve imparatorluğun sonunu getirmiş bir savaş olacaktı. Almanya ile beraber savaşta yer alan Osmanlı pek çok cephede savaşıyor, büyük kayıplar veriyordu. Bu ortamda bir askeri gereklilik olarak Ermenilerin tehcirine yani göç ettirilmesine karar verilmiştir. Bu kararda düşman ordularında kendi devletine karşı savaşmış grupların, ordunun lojistik ağını sabotajlar ve saldırılarla işlemez hale getiren milis kuvvetlerin, düşmanın bir yeri ya da şehri işgal etmesini sağlayacak isyanları tertip eden çetelerin büyük payı vardır. Üstelik her şeye rağmen Osmanlı karar alıcıları söz konusu etnik grubun tümünü tehcire dâhil etmemişler, çok önemli bir kısmını hariç tutmuşlardır. Tehcir edilen grupların ne dini, ne milliyeti, ne de başka özellikleri Osmanlı’nın umurundadır. Osmanlı kendisini hem de savaş sırasında paçalarından aşağı doğru çeken odak noktasına yönelmiştir. Yukarıda da belirttiğim gibi planlı, programlı ve sistematik bir hareket ve en önemlisi bir yok etme amacı güden hareket söz konusu değildir.
İstanbul’da bu tehcirler sırasında bürokraside var olan vazifelerine devam eden çoğunluk, memuriyetine ve normal yaşamına devam eden Ermeniler aynı şekilde durmaktadır. Ruslarla işbirliği yapıp şehirlerin işgalini kolaylaştırmak, çeteler vasıtasıyla kapı kapı gezip Müslüman Türk diye çoluk çocuk demeden işkenceler yapmanın bir cezası olmalıydı elbette. Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde acı hatıralar fazlasıyla mevcuttur. Literatüre “Ermeni Mezalimi”ni sokan da yine o çeteci Ermeni gruplardır. Osmanlı İmparatorluğu sorunlu bu grupları destek verdikleri Rus sınırından uzaklaştırmak için Suriye sınırına doğru göç ettirmeyi uygun görmüştür. Bir garip tecelli olarak günümüzde rejim güçlerinin katliam stratejisiyle Suriye’den göç etmek durumunda kalan Suriyeli bu Ermenilere yine Türkiye kucak açmıştır. Dil, din, ırk ayırt etmeksizin dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğramış milletlere yardım elini uzatan Türkiye’nin holokost, soykırım gibi yaftalamalarla kirletilemeyecek kadar derin ve temiz bir tarihi vardır.