Dilimizde ilgi alanları geniş olanlar için özel bir deyim vardır; çok yönlü bir şahsiyet. Ülkemizde bu tanıma en fazla uyan insanlardan birisi sanırım Nazif Gürdoğan’dır. Öyle ki hangi yönünde yoğunlaşsanız, diğer yönlerini ihmal etmiş olursunuz. Bu yazımızda onun akademik kariyer ve kimliğinden ziyade düşünür ve yazar kimliği üzerinde durmak istiyoruz.
Öncelikle o bir bilim adamıdır. Ülkemizde, yurtdışında muhtelif üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı, yapıyor. Buna bağlı olarak iş dünyasında, finans kurumlarında önemli görevlerde bulundu. Akademi ve iş dünyasındaki bu birikimi, düşünce dünyası üzerine ipuçları vermesi açısından oldukça işimize yarayacaktır. Ama bizim tanıdığımız, burada anlatmaya çalışacağımız Gürdoğan, başka birisidir.
Nazif Gürdoğan adı, kültür ve yayın dünyamızda düşünür ve yazar kimliğiyle daha çok tanınıyor. Eserlerinde adının “Ersin” adıyla birlikte veya ayrı yazılması merak uyandıran bir husus olsa da ülkemizin belli başlı yazar ve düşünürleri arasındaki yerini on yıllardır koruyor. Deneme, gezi, günlük alanında birçok eseri bulunuyor. Uzun yıllar gazete köşe yazarlığı yaptı.
Mavera dergisinin kurucuları arasındaydı. İlk sayısında yer alan ve onun da katıldığı “Edebiyatımızda Evrensellik ve Yerellik Sorunu” başlıklı konuşma, yazı dünyamızda bir fenomen olmuş, halen unutulmamıştır. Kolay değil, 1976’dan söz ediyoruz. Neredeyse yarım asır olmuş. Sonraki yıllarda İslam ve İlim ve Sanat dergilerinin yayın kurulunda yer aldı. Yazılarıyla katkıda bulundu. Esasen onun yazılarını veya yapılan konuşmaları dergilerde görmek okuyucu için bir alışkanlık haline geldi.
Çok yönlü bir kişilik
Yazılarına ve konuşmalarına yansıyan temel özellik, çok yönlü kişiliğidir. Bulunduğu ortamların ve yayınların dünyaya açılan penceresi oldu. Bir ayağıyla kültür ve medeniyet dünyamıza dayanırken öbür ayağıyla dışımızdaki dünyaya uzanmayı, yorumlamayı prensip haline getirdi. Dışarıdan bakmadan kendimizi bütünüyle göremeyeceğimizi hep vurguladı. Dışarısı derken bunu iki anlamda söylüyordu; coğrafi anlamda dışımızdaki dünya; Ortadoğu, Avrupa, Asya, Afrika, Amerika… İkincisi, kültür anlamında dışımızdaki dünya; İslam kültür coğrafyasının sınırları, kapsamı, diğer kültür ve inanç dünyalarıyla teması.
Kendisi bu anlamda yorumlayıp karşılaştırmalar yapacak donanım ve deneyime sahipti. Uzun yıllar yurtdışında kaldı. Mühendis ve işletmeci bir aydın olmak sanıyorum ona farklı avantajlar sağlıyordu. Dünyada sanayi ve ekonomi alanındaki gelişmeleri, verileri, eğilimleri yerli bir düşünür gözüyle hakkıyla değerlendirebilecek birikime sahipti. Bunu düşünce ve kültür dünyamıza uyarlama vazifesi hep ona kaldı. Toptancı yargılar, üstünkörü ve hamasi yaklaşımlar ona göre değildi.
Eserlerinde, konuşmalarında, ilhamını Sezai Karakoç’tan alan bir medeniyet perspektifi sundu. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera dergisi geleneğine bağlıydı. İslam toplumlarının bugünkü durumunu, sebep ve sonuçlarını gerçekçi ve cesur bir yaklaşımla değerlendirdi. Medeniyetimizin geldiği noktayı ve geçmişini gözlemlemek için İslam dünyasını doğudan batıya gezdi. Büyük birikimlerin yaşandığı merkezleri dikkatle inceledi. Medeniyet ekseninin uğradığı şehirlerde odaklandı. Aldığı notları kitaplarında değerlendirdi. Hicaz’dan Endülüs’e, Zamanı Aşan Şehirler adlı eserleri bu anlamda önemli ipuçları veriyor.
Batı dünyasını çok iyi tanıyordu
Batı dünyasını çok iyi tanıması ona verimli karşılaştırmalar yapma imkânı sundu. Yazılarında tüketime dayanan, insanın arka plana itildiği kapitalist yaşam tarzına karşı sürekli ve sağlam bir duruş sergiledi. Bu anlamda Nuri Pakdil ile olan duyuşsal ve düşünsel yakınlığından söz edilebilir. Fakat Nazif Gürdoğan şair değildir. Elbette yazılarında ilham ve düşüncenin önemi büyüktür. Ama o, Batı dünyasının işleyişini yakından, profesyonel olarak izleme imkânı buldu. İlhamını, irfanını bulgularla destekleyen bir yaklaşım sergiledi.
Onun bakışı, yorumları, düşünce ve kültür evreninin dışında, sosyoekonomik verilere, hatta rakamlara dayanır. Bunun için bizimle Batı dünyası arasındaki karşılaştırma, değerlendirme ve eleştirilerinde bilgiye dayanan bir zeminde durduğunu hissedersiniz. Reaksiyoner değildir, ezik değildir, umutsuz değildir. Aksine sürekli yol gösterici formül arayışı içindedir. Ne de olsa hastalıklar, devaya giden yolu da işaret etmektedir.
Bir proje adamı
Her şeyden önce o bir proje adamıdır. Bu anlamda onun Teknoloji’nin Ötesi (1985) ve Kültür ve Sanayileşme (1987) adlı eserleriyle İsmet Özel’in Teknik Medeniyet, Yabancılaşma (1978) adlı eserinin karşılaştırması ilginç sonuçlar ortaya koyabilir. Çünkü bu eserler ülkemizde ve dünyada belli ekonomik, siyasi ve kültürel koşulların yaşandığı birbirine yakın bir dönemde kaleme alınmışlardır.
Türk aydını belli zamanlarda ortaya çıkan sorunlara karşı ortak bir duyarlık geliştirmiş ve ortak duruşlar sergilemiştir. Sonuçta aydınların toplumun aynası olma gibi bir vazifeleri veya özellikleri vardır. Bunu yapabildikleri ölçüde topluma mal olurlar ve kalıcı eserler ortaya koyarlar. Bu bağlamda, belli dönemlerde yazılan eserlerin ortak bir arka planı, ruh akrabalıkları oluyor. Söz konusu Görünmeyen Üniversite (1993) olunca, önce Necip Fazıl’ın O ve Ben (1975) ve Nuri Pakdil’in Bağlanma (1979) adlı eserlerini hatırlamakta fayda vardır.
Nazif Gürdoğan’ın Görünmeyen Üniversite adlı eseri, o dönemde ülkemiz sosyal yaşamında, hatta aydınlar arasında etkili olan ve bu topraklarda derin kökleri bulunan tasavvufi anlamda “bağlanma” kültürüyle yakından ilgilidir. Bu kapsamdaki önemli eserlerin üç beş yıl arayla arka arkaya gelmesi elbette bir rastlantı değildir. Dönemin sosyokültürel kodlarına tekabül eden özellikleri vardır. Bunları bırakalım uzmanları araştırsın.
Biz burada Gürdoğan’ın dünyasında yoğunlaşmak istiyoruz. Açıkçası Gürdoğan’ın kurucuları arasında yer aldığı Mavera dergisi ortamında da tasavvuf geleneği açısından yoğun bir dönem yaşanmıştır. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu bu alanda özel tecrübelere sahiptir ve bu yönleri, eserlerine bir şekilde yansımıştır. Zarifoğlu, Arvasi hazretlerinin manevi dünyasından feyz almıştır. Necip Fazıl ile manevi akrabalığından söz edilebilir.
Meşrebi onu İskenderpaşa’ya götürdü
Nazif Gürdoğan’ın yolu ise İskenderpaşa ekolüne çıkmıştır. Bunun nedenleri “iki tarafın” özelliklerinde aranmalıdır. Gürdoğan İTÜ Makine Mühendisliği mezunudur. Sonra işletme ve yönetim alanına kaymıştır. Akademik çalışmaları devam etmiştir. Belli bir dönem ülkenin kalburüstü bürokratları veya iş dünyasının önemli kadroları arasında yer almıştır.
Bu özelliklerin işaret ettiği yön, eğer tasavvuftan söz ediyorsak, İskenderpaşa ekolünden başkası değildir. Gerçekten Zahid Kotku hazretleri yaşadığı dönemde ülke ve dünya siyasetini, ekonomisini yakından izlemiş, kalkınma için milli bir ekonomi ve sanayi düşüncesini teşvik etmiştir. Burada İskenderpaşa’ya yakınlığıyla bilinen Erbakan ve Özal’ın da İTÜ çıkışlı olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
Bugün mevcut iktidar partisinin kendisini ekol olarak Erbakan, Özal ve Menderes arka planına dayandırdığı düşünülürse, İskenderpaşa Camii’nde görevli olan Zahit Kotku hazretlerinin nasıl önemli bir noktada durduğu daha iyi anlaşılır. Evet, o “gönüller sultanı”dır. Ama ülkesinin sorunlarına yabancı değildir. Devrinin en önemli aydınlarına, bürokratlarına hitap eden, manevi destek veren, işaretleriyle yol gösteren bir özelliğe sahiptir. Adeta Sultan Abdülhamid devrindeki Gümüşhanevi dergâhının işlevini üstlenmiştir.
Mehmet Zahit Kotku: Görünmeyen Üniversite
Birçok kimse, birçok aydın ve yazar, Zahit Kotku hazretlerini tanımış ve bir şekilde feyz almıştır. Ama bu ruh halinin ve insanlar üzerindeki etkilerinin manifestosunu yazmak, Nazif Gürdoğan’a nasip olmuştur. Farkında mıdırlar bilmem ama bu eser en çok da tasavvuf tarihçilerini ilgilendirmektedir. Literatürde yer alan bütün o tasavvuf büyüklerine ait eserler, menkıbeler ve usul kitapları kendi dönemlerinde büyük bir fonksiyon görmüşlerdir. Dönemlerinin “geride kaldığını” söylemek, elbette doğru olmaz. İnsanoğlunun zamana bağlı olmayan, yaratılışa bağlı temel özellikleri vardır.
O büyükler kendi zamanlarının önde gelen manevi liderleri, düşünür ve aydınlarıdır. Nice şairler gibi onlar da zamanı aşan sözler söylemiş, insanın temel özelliklerinin üzerine gitmiş, bununla kalmayıp bizzat model ortaya koymuşlardır. Onlardan günümüzde alınacak nice dersler vardır. Tamamen insanların alma kabiliyetine ve isteğine bağlıdır. Ama belli zamanlar belli insanları ortaya çıkarıyor. Onlar topluma yön verme işlevini görüyor. Manevi iklime katkıda bulunarak sosyal hayatı, insan ilişkilerini olumlu yönde etkiliyor. İnsanların karamsarlığa düştüğü zamanlarda onların içlerini aydınlatarak yollarını bulmalarını, insanlığa faydalı işler yapmalarını sağlıyor.
Gürdoğan Görünmeyen Üniversite adlı eserinde günümüz dünyası karşısında saflığını, özgünlüğünü koruyan bir manevi liderin ve ekolün üstlendiği fonksiyonu, verdiği ilhamları söz konusu ediyor. Bir yanda Hz. Peygamber’e (sas) kadar uzanan bir geleneğin sağlam bir temsilcisi olarak günümüz dünyasını yakından izleyen, ülkemizin içinde bulunduğu problemleri ve çözüm yollarını düşünen ve teşvik eden bir tasavvuf büyüğü. Öte yanda günümüz üniversitelerinde hocalık yapan, eserleriyle tanınmış, aynı zamanda sosyal benliğimizin bir parçası olan manevi değerlerimize sahip çıkan bir aydın. Görünmeyen Üniversite bu iki tarafın buluşmasının hikâyesidir.
Girişimci ve çözüme odaklanan bir ruh
Nazif Gürdoğan düşüncesi deyince aklımıza önce modern dünyanın temel özellikleri ve sorunları için çözüm arayışları geliyor. Tüketim çılgınlığı, kültür kirlenmesi gibi deyimler bir bakıma onun tarafından literatürümüze kazandırılmıştır. Bunu kökten bir reddiye olarak anlamaksa doğru değildir. Dengeli bir yaklaşım arayışı içindedir. Bunalımlar üzerinde yoğunlaşıp, başarıya götüren faktörleri ihmal etmemeye çalışır. Ne de olsa Batı yüzyılında yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz dünya sisteminin temel dinamikleri üzerine çok kafa yormuştur. Bu çerçevede çok kullandığı anahtar kavramlardan birisi, girişimciliktir. İş dünyası onun bilim ve düşünce adamı olarak odaklandığı bir alandır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ticaretin ülkeler ve toplumlararası ilişkileri düzenlemede önemli katkıları olduğuna inanır:
“Girişimciler ürün, hizmet ve bilgi akışında sınırların önemini yitirdiği yüzyılın yeni fatihleridir. Sınırsız dünyanın en etkili ve güçlü ordularıdır. Onlar toplumları silahlarıyla değil, ürün ve hizmetleriyle değiştirirler.”
Gerçekten, İslam’ın ilk asırlarında orduların yanında ilk dönem Müslüman tüccarların büyük rolleri olmuştur. Orduların hiç ulaşmadığı Uzakdoğu’daki İslam varlığı, ticari ilişkilerin bir sonucudur. Bunu yaparken Endülüs’ün, İstanbul’un fethini önemsemediği anlamı çıkmamalıdır. Çağımıza uygun ve uygulanabilir söylemler bulma çabası içindedir. Gürdoğan, günümüz dünyasında ticaretin, hizmet sektörlerinin kültürler ve toplumlar arası ilişkilerde önemli fonksiyonlar üstlendiğini, bu alanda kıyasıya bir rekabet yaşandığını, bizim de etkili bir şekilde bu yarışta yer almamız gerektiğini vurgular. Ona göre bu yarış bir varoluş sorununa dönmektedir.
Kapitalist dünyanın devası tasavvuf olabilir mi?
Gürdoğan tasavvuf geleneğinin günümüz dünyasının yorumlanmasında önemli fonksiyonlar üstlenebileceğini, esasen mevcut kapitalist dünya sisteminin böyle bir katkıya şiddetle ihtiyaç duyduğunu her fırsatta vurguluyor. Tüketim çılgınlığı karşısında sade, mütevazı, paylaşımcı, empatik, doğayla barış içinde bir yaşam tarzını öngören tasavvufun, sürdürülebilir bir sosyoekonomik yapı için model sunduğunu söylüyor. Gürdoğan’ın yaklaşımı siyah ve beyaz şeklinde değildir. Yapıcı öneriler ortaya koyan, günümüz dünyasında verimli, etkili bir katılım arayışı içinde olan İskenderpaşa ortamı bu açıdan ona uygun gelmiş olmalıdır.
Zahit Kotku hazretleri, bir yandan gönüller inşa ederken, bir yandan bu insanları pozitif düşünmeye, projeler ortaya koymaya sevk eden bir ekol, bir üniversite işlevi görmüştür. Üniversitelerde adeta nelerin yapılamayacağının öğretildiği, bir çeşit aşağılık kompleksinin aşılandığı bir dönemde Zahit Kotku, bizzat üretim ve sanayi ile ilgilenmiş, o dönemde büyük bir proje olan Gümüş Motor fabrikalarının kuruluşunda manevi anlamda önemli bir rol oynamıştır. Hatta işbirliği yapılan Almanya’daki dizel motor fabrikalarını ziyaret etmiş, istek üzerine, ziyaret defterine bir şeyler yazmıştır. O sırada Almanya ile aramızda ekonomik anlamda devasa bir uçurum söz konusudur.
Görünmeyen üniversite eğitime devam ediyor
İstikrarsız bir siyasi ve ekonomik ortamın hâkim olduğu devirde bu dergah bir çeşit tamamlayıcı mektep rolü oynadı. Gönüllü olarak yolu buraya düşen gençlere bir şeyler yapılabileceği, hatta bunu kendilerinin yapacağı duygusunu vermeyi başardı. Bu kuşkusuz o dönemde bizdeki üniversitelerin ve yaygın kültürün yapabildiği bir şey değildir. O zaman sosyal anlamda karamsar bir atmosfer hâkimdir. Ülkemize zayıf Ortadoğu ülkelerinden birisi olarak bakılmaktadır. Bu bakış uzun yıllar boyunca insanımızın ruhuna sirayet etmiştir. Eğitim kurumları ve medya, bir duyguyu pekiştirme yarışı içindedir; Sen yapamazsın!
O günlerden günümüze bir şeyler değişmiş olabilir ama bu anlamda atılacak daha çok adım vardır. Günlük hayatla daha yakından ilgili olan Batı dünyasındaki üniversitelerde görülen temel özellik şudur: Gençleri dünyaya hazırlamak, belli alanlarda verdikleri bilgi ve donanımın yanında onlara girişimci, buluşçu bir ruh kazandırmak. İşte Görünmeyen Üniversite, tam da bu durumun üzerine gitmiştir. Gençlerin manevi dünyalarına, bu toprakların birikimine dayanarak özgüven aşılamak için kuvvetli bir şekilde seslenmiştir: Yapabilirsin!
Bu sesin ne kadar etkili olduğunu geçtiğimiz on yıllar boyunca gözlemledik. Dünya sistemindeki rekabet, propaganda ve toplum mühendisliği çalışmaları, yeni araçlarla, yeni söylemlerle devam ediyor. Onlara karşı ruh dünyamızı takviye edecek, motive edecek, besleyecek, sağlam ve yerli kaynaklara dayanan, geçerli, yapıcı, etkili bir duruşa, bir modele olan ihtiyaç da devam ediyor. Görünmeyen Üniversite, işlevini tamamlamış değildir.
Kemal Kahraman