Hâlis bal

İnsanın girişeceği bir işte bütün ihtimalleri tek başına önceden görüp değerlendirebilmesi, faydasına ve yararına olacak şeylerin takdirini kimseye danışmadan tastamam yapabilmesi aklî istidâdının çok üzerinde bir husustur. Bu sebeple insan gerek yeni bir başlangıç yaparken gerekse de önemli bir karar alırken önce çevresiyle istişâre etmeli, büyüklerine, tecrübe ve ilim sahiplerine danışmalı, sonra yapacağını yapmalıdır. İslâm'ın emri (Âl-i İmrân 3/159) ve sünnete uygun olan budur (Tirmizî, Cihâd, 34).

İstişâre ve müşâvere kelimeleri terim anlamları itibariyle "ehline danışıp görüşmek", "fikir alışverişinde bulunmak" manalarına geldikleri gibi kelime anlamları itibariyle de "arı kovanından bal almak" manasına gelmektedirler (Cevherî, es-Sıhâh tâcü'l lüğa, Dâru'l fikr, 1972, c. 3, s. 226-227). Dolayısıyla istişârenin bu anlamında şöyle bir çağrışım vardır: İstişare eden kötü sonuç ve pişmanlıktan korunup birçok görüş, seçenek ve alternatiften bal gibi en saf, en hâlis, en faydalı olan kanaati elde etmeye muvaffak olur. Konuya ilişkin bir beyitte şöyle denmektedir:

"Meşveretsiz kim ki bir iş işleye, şol nedâmet parmağın çok dişleye." Yani kim istişâresiz bir iş yapmaya kalkarsa pişmanlıktan dolayı çok parmağını ısırır ama iş işten geçtikten sonra bunun bir faydası olmaz.

"(O mü'min kullar ki) Rableri’nin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri aralarındaki danışma (istişâre) ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da başkaları için harcarlar." (eş-Şûrâ 42/38)

Cevat Akşit Hoca

Gelin bir kişiyi de vefatından önce anıp anlamaya çalışalım. Çünkü vefat edince her şey için çok geç oluyor artık.

Böyle kopup gidenleri görünce Cevat AKŞİT Hoca geliyor hep aklıma. Cânım hocam, sen ne güzel adamsın! Tasavvuf desen var, akademi desen var, entelektüel mi entelektüel, yabancı dil desen var, ilmî çalışma desen var. Ama tüm bunlarla birlikte halkla iç içe. Öyle ki bir vaazını dinleseniz kendiniz gibi sanırsınız. Zaten vaazını dinleyenler de hocanın Fransızca bildiğini, profesör olduğunu, vaktiyle avukatlık yaptığını, Avrupa'daki üniversitelerde ders kitabı olarak okunan kitaplar neşrettiğini, Hanefî fıkhının başat eserlerinden biri olan Mebsût'u 31 cilt halinde tercüme ettiğini filan bilmezler. Özellikle akademiden sonra cami kürsüsü bırakıldığı için hocanın bu gayreti oldukça anlamlı ve örnek alınası. Zaten neden öğrenir insan, neden eser verir? En nihayetinde her şeyini borçlu olduğu bu millete dönüp onlara kurtuluş yollarını göstermek için değil mi?

O kadar candan, sıcak ve samimi konuşur ki herkes onu kendi mahallesinin hocası zanneder bu yüzden. Zira herkes konuştuğunu anlar, herkese anlayabilecekleri şeyleri anlayabilecekleri şekilde anlatır. Bugün kendine "hoca" diyen bazılarının yaptığı gibi karmakarışık konuşup insanların akıllarını, gönüllerini bulandırmaz hiç. Cepheyi terk etmez bir de. Müslümanları kimseye bırakıp gitmez. Şu yaşında hala ders verir. Adam gibi adamdır, kendine inananları satmaz!

Seyyah mı seyyah, gezmediği yer yok. İyi bir aile babası, bunu çocuklarının ahlâkî durumlarından ve başarılarından anlıyoruz. Hem madden hem mânen çakı gibi adam! Kısacası İslâm'ı hem içselleştirmiş hem de etrafına çok güzel anlatmış hayatı boyunca.

Sözün özü "Kimi dinleyelim?" diye soran herkes "Süleymaniye dersleri"nden başlayıp yavaş yavaş dinlemeye başlamalı Akşit Hoca’yı. Zaten o tatlı üslubuyla sizi kendine bağlayacak ve bir daha bırakamayacaksınız. İyi ki varsın cânım hocam, iyi ki bize örnek oluyorsun. Yoksa bunca kaypaklığın içinde biz de gevşer giderdik...

Yazımızı onun bir duasıyla bitirelim: "Allah'ım, sen bizi Resûlullah'ın (s.a.s) katarından ayırma!" Âmin.