Kibirli insanların hep mutsuz olduklarını görmüşümdür. Bu tip insanlar maddi/manevi sahip oldukları her şeyin kendilerinin olduklarını öne sürdüklerinden çoğunlukla dünyevi bir hayatı mihenk almışlardır. İnsanın kimi zaman maddi imkânları artabilir. Kimi zaman ise bu durum tam tersine dönebilir. Fakat kibir zengin veya fakir dinlemeyen zehir gibidir. Yeter ki kalbe ulaşabilsin. Hz. Ali (r.a) kendisine atfedilen bir sözde “Bir insanın kalbinde ne kadar kibir varsa o kadar noksanlık vardır.” der.  

Kibir beraberinde bencilliği getirir. Bencillik ise -ben- merkezli hareket etmeyi ve karşısındakiyle bu şekilde konuşmayı alışkanlık haline getirmiştir. Ben merkezli hareket etmek kişiye mutlaka kaybettirir. Kibirli insanların her zaman haklı olduklarını dile getirmesi bilinen bir husustur. İnsan, kendi içinde mukayese etmediği bir hayatın muhasebesini yapamaz. İslam dini, bizleri aşırılıktan ve uçlardan uzak tutan ve daima itidal yolunu tutmamızı isterken, kibir ise bizlere en güçlünün, en çoğun daima kendimizde olması gerektiğini söyler. Kibir bir nevi ben’lik ve en’likten ibaret kendimizle olan kavgamız ve ötekine verdiğimiz bozgunculuktur.

İnsanın insanı tamamlamadığı her çağda sloganlar, alkışlar, yumruklar birbirine destek bulacaktır. Kibir kimi zaman kendini bir imparatorun tahtında, kimi zaman bir teknik direktörün gözlerinde, bazen ise dünyaca ünlü bir markanın CEO’sunun kalbinde yer işgal eder. İnsan olarak fıtratımız gereği nefsani varlıklar şeklinde yaratıldığımız için kibrin bu şahane yaratılışına veya cemiyet hayatına ne gibi faydası var diye bazen düşünmüyor değilim? Ancak Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde kibrin zararından bahsetmesi farz-ı misal beyaz ile karanın bir olmaması fakat beraber olmadan da hareket edemedikleri sonucunu ortaya çıkartıyor. İslam tasavvuf düşüncesinde önemli bir yere sahip olan ve Şeyh-ül Ekber sıfatıyla bilinen İbnü’l Arabi’nin de bu yönde bilinen bir sözü mevcut: “Her şey zıddı ile kaimdir. Kıymetlidir.” Kibir olmadan tevazuu nereden bilecektik. Değil mi?

Her insan kibre bulaşmıştır

Peygamberleri beri tutmak kaydıyla her insana kibir bataklığından bir çamur da olsa bulaştığını düşünüyorum. Nice âlim sahip olduğu ilmi paylaşmadığı için nice zengin kazandığı malın kimin tarafından verildiğini unuttuğu için nice yönetici kendini ilah edindiği için nice fakir ise başlarını aşağıdan yukarıya doğru kaldırdıkları için helak olmuştur. Hatırlamakta fayda var. Kibirli insanlar kıskançtırlar. Aşağıdan yukarı bakanlar günü gelir yukarıdan aşağıya bakabilirler.  

Paylaşamamak da kibirli insanların kötü huyları arasındadır. Materyalist bir yaşantı sergileyen bu insanların aslında ne topluma ne de kendilerine fayda sağlayacak hareketlere giriştikleri görülmüştür. Tekelci anlayışla varlığın sadece kendilerinde egemen olduklarını ileri sürerler. Bu anlayışla kendi zihin dünyalarını inşa ederken menfaat karşılığı itaatten söz ederler. Ayrıca yaptıkları yardımı Allah’ın adını anarak yapar ve kendi narsist kimliklerine din elbisesi giydirirler. Paylaşamayan insan yaşamanın yorgunluğunu da tadamaz. Çünkü hay-at ve vefa-t biz insanlara pay edilmiştir. Kibirli insan hayy sahibi olamayacağı gibi pay sahibi de olamayacaktır. Onlar zaten ölüdürler. Pay sahibi olanlar ise vefa ettiği için vefat ederler.

Postmodern çağ ile beraber insan kibri daha bir olgunluk kazandı diye düşünüyorum. Sanki bu çağ, insanın kendi tanrılarını yaratması bakımından birileri tarafından özenle dizayn ediliyor. Geçmişte insanların putlara, kullara taptığı gerçeği artık günümüzde kendi benliklerle yer değiştirmiş vaziyette. Aynaların yerini artık günümüzde akıllı (!) cep telefonlarının kameraları almış durumda. Sosyal medya ve kitle iletişim (imha) vasıtaları sayesinde tıklanmalar, beğenilmeler insanın kibrini pohpohluyor. Durum böyle olunca sadece ekranların karşısında değil sokakta da iki ayaklı kibir abideleri dolaşıyor. Sokağın dilinin kibir ile kirlenmesi toplum ve cemiyet hayatımızın da giderek buna göre şekil aldığını görmemizi sağlıyor. Bilakis beşeri hayatımız, cemiyet hayatıyla ne kadar mütevazı yaşarsa o kadar zenginlik ve ferah kazanır. Toplumumuzun uğradığı kapitalizm sonrası yaşantı ve özellikle Amerikan yaşama biçiminin getirdiği değişikler maddi imkânların da artmasıyla beraber, kısıtlı dünyaları küreselleştirmiş ve maddiyata daha kolay erişebilmeyi sağlamıştır. Kibir kompleksiyle insan ilişkileri zayıflayan toplumumuzun derinden ve içten içe işgal edilmeye başlanıldığı görülmekte ve yaratılan sanal dünyanın insan zihinlerinde ağır hasarlar bırakabileceği düşünülmektedir.

Kibir insanın kendi nefsini ilah edinmesidir

Kibir insanın kendi nefsini ilah edinmesidir. Nefsini ilah edinenler ise ne insana ne de tabiata saygılı davranır. Tabiatın sonsuz yaratılışı karşısında kendini üstün gören insana Kuran şöyle hitap etmektedir. “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin”.[1] Postmodern insanın tabiatla arası pekiyi değil. Hele ki çağımızda büyük şehirlerde yaşayan insanların büyük bir kısmı kendilerini parklara atıyorsa! Parkın tanımını şu şekilde yapabilmek mümkün; doğal yaşamı mahvettik, eğlenmek, gezmek veya dinlenmek istiyorsanız belli arazi dairesi içerisinde kalacaksınız.

Öte yandan kibir bunalımı yaşayanların topraktan sefa sürdükleri öne sürülebilir. Fakat toprak kindardır. Vefasız olana cefa çektirmesini de bilir. Toprak üzerinde hakkı olduğunu dile getirenlerin toprağa eziyet etmeye hakkı yoktur. İnsanın toprakta değil, toprağın insan üzerinde hakkı vardır. Yaratılışın estetiğini, sanatını, asudeliğini bozan şey çok kazanma arzusu ve kibirdir. Tabiatın gayesiyle taban tabana zıt bir eylem içerisinde bulunan asrımızın kibirli insanı medeniyet ve çağdaşlık adına kâdim bir mirası görmemezlikten gelerek kendine başka menfaat kapıları bulmaya çalışmıştır.

Sözün özü; kibrin, insanın yaratılışından beri var olagelen en keskin nefsani duygulardan biri olduğunu ve insan var olduğu müddetçe kibrin de var olacağını bildiğimiz için en azından kimi olay ve durumlar karşısında kendimizi yüce görmeyi bırakmayı denemeliyiz. Post modern çağın ben-merkezli dünyası karşısında alternatif bir varlık sahası olarak her zaman kendi medeniyetimizin materyallerinin farkına varmalı ayrıca yeniden dirilişimizi tasavvuf düşüncesini benimseyerek ele almayı değerlendirmeliyiz.  

Şerî'atde şu senindir bu benim

Tarîkatde hem senindir hem benim

Hakîkatde ne senindir ne benim

Ma’rifetde ne sen varsın ne de ben…

 

[1] İsra Suresi, 37