Her Nevruz yeni bir doğuştur. Her bahar yeni bir Nevruz ve her yeni bahar yeni bir doğuştur. Tıpkı ademoğlunun daha bir ceninken tomurcuklanan bir fidan gibi insanı sevindirmesi ve yaşanılacak güzel baharları müjdelemesi gibidir. Her baharın bir de sonu olacaktır, her doğanın ölümünün de olması gibi. Ve işte tıpkı Mem ile Zin’in bir Nevruz sabahında kavuşup kara bulutların gölgesinde ölümle ayrılmaları gibi.
Sadık Yalsızuçanlar geleneğin izini doğu klasikleriyle takip etmektedir. Gülistan, Siyasetnâme, Kerem ile Aslı, Hayyâm, Mevlânâ ve Mem û Zîn… Bu eserlerin çoğunda ağırlıklı tema olan tasavvuf düşüncesi yazarın modern eserlerde işlediği temaların da kaynağını oluşturmaktadır. İncelediğimiz Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında adlı eserle yazar bir nevi ilhamına olan vefa borcunu ödemekte, ilham kaynaklarına tekrar dönmektedir.
Yalsızuçanlar’ın Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında adlı eseri binlerce kez anlatılmış ve onlarca kez kaleme alınmış o ezeli macerayı geleneksel Kürt edebiyatı bilgesi Ehmedê Xanê’nin (Ahmed-i Hani) Kürtçe kaleme aldığı Mem û Zîn mesnevisinin Osmanlıca çevirisinden hareketle yeniden yeni bir anlatıya dönüştürüyor. Anlatı diyoruz çünkü yazar kendi modern eserleri için bile roman, hikâye vb. dışında anlatı tabirini kullanmaktadır. Bu eser ise onun kaleminde ne bir mesnevi, ne bir destan, ne bir efsane ne de bir hikâye özelliğine sahiptir. Bu eser, okuyucuda okurken dahi tam anlamıyla bir anlatı intibasını uyandırmaktadır.
Doğu edebiyatında çeviri eserler genellikle çeviri özelliğini kaybeder ve daha çok yeni yazarına ait aynı adla yazılmış yeni hâline dönüşür. Bu nasıl ki Leyla ve Mecnûn mesnevisi için geçerliyse bu eser için de geçerli olup yazarımız bu durumun önünü alabilmek için eseri aslına ve geleneksel anlatısına sadık kalmak şartıyla modern bir anlatıya dönüştürmüştür. Sadık Yalsızuçanlar, eserin sunuş kısmında Mem ile Zin’i Osmanlıca yazma bir nüshadan kaynakla yazdığını ve muhtemelen bu eserin Ahmed Faik’a ait olan nüsha olacağını kaydeder. Yine yazar aynı bölümde, çocukluğu eserin sözlü anlatımından beslenerek geçen eşi Firdevs Hanım’a eserdeki Kürtçe deyimlerin çok anlamlılığını çözmesinden dolayı teşekkür etmektedir. Bu da bize yazarın eserin Kürtçe orijinaline sadık kaldığını ve bu konuda titiz davrandığını göstermektedir.
Eserin kurgusunu ve olay örgüsünü incelediğimizde Ehmedê Xanê Mem û Zîn’i 40 bölüm başlığı altında yazdığını, bu bölümlerin farklı isimlerle Yalsızuçanlar’da 15’e düştüğünü görürüz. Bu 15 bölümün ismi, o bölümlerde anlatılanları ustaca kapsayacak bir nitelikte konumlandırılmıştır. Eser genel hatlarıyla tasavvufî bir varoluş sürecini, vahdete ulaşmayı, ilahî aşka kavuşma serüvenini, insanoğlunun kendi benliğinden sıyrılıp asıl ben’e ulaşma gayretini, mecazî gerçeklerden tek gerçeğe, dünyanın aldatıcı nimet ve güzelliklerinden asıl yegâne güzele doğru yol alışını beşerî bir aşka bağlı olaylar silsilesini bahane ederek dile getirmektedir. Yani eserin kurgu iskeletini ve olayların eksenini çizen yegâne olgu tasavvuf düşüncesidir. Bu tema anlayışı Yalsızuçanlar’ın modern tür eserlerindeki tematiğin tıpa tıp aynısıdır diyebiliriz. Bu anlayış, yazarın bu eserinin başından itibaren kendini şiddetle hissettirmektedir. Âşıkların ilk karşılaşmalarında dahi ilahî aşk, beşerî aşktan daha belirgin olarak kendini hissettirmektedir. Hâlbuki eserin orijinal hâlinde ilahî aşkın eser sonuna yaklaştıkça ivme kazandığını görürüz.
Eserin şahıs kadrosu; Mem, Zin, Botan Beyi, Beko, Siti, Tacdin, Beko gibi ana karamanlarla yardımcı karakterlerden oluşur. Yalnız Yalsızuçanlar’ın metninde fark ettiğimiz bir farlılık Tacdin, Arif, Çaker gibi şahısların kişilik özelliklerinin toplu bir şekilde anlatılmasıdır. Oysaki mesnevinin aslında bu kişiler ve karakter özellikleri ayrı ayrı sunulmaktadır. Bu karakterlerin çoğu mizaçlarına uygun olağanüstülükler sergileyebilmektedir.
Eserdeki mekân genel olarak Botan Beyliği sınırlarıdır. Bu sınırlar tahminen bugünkü Şırnak ili Cizre merkezi olmak üzere onun çevre yöreleridir. Temsili mekânların başında Botan Beyi’nin sarayı gelmektedir ki bu saray gücü, otoriteyi, zenginliği, zalimliği, mahpusu, esirliği, sevgilinin alıkonulduğu yeri kısacası dünya nimetleri adına ne varsa onları temsil etmektedir. Onun karşısında ilahî gücün temsil edildiği, özgürlüğün, vuslatın, teslimiyetin mekânı ise tabiat, kırlar, bağ, bostan ve gülistanlardır. Âşıklar burada aşkı bulur, kavuşur ama sarayda ayrılır. Bu her iki mekânı temsil etme gücüne sahip asıl yer ise kabirdir. Çünkü kabir hem Mem ile Zin’i önce ayıran sonra da aynı yerde kavuşturan ebedî bir mekân olma özelliğine sahiptir. Ayrıca Tacdin’in evi gibi fedakârlığı ve vefayı temsil eden ve manevî hasletler için dünya menfaatlerini gözden çıkaran temsilleri de unutmamak lâzım.
Eserde zaman kavramı tarih olarak verilmemekle beraber Kürtlerin yarı özerk, feodal beylikler hâlinde yaşadığı bir tarih dilimi olduğunu Botan Beyliğinden ve Bey’in yarı hükümdar özelliklerinden anlıyoruz. Yine eserin ana teması ilahî aşk ile Mem (Mehmet-Muhammet), Zin (Zeynep), Beko (Bekir) gibi karakter isimleri Kürtlerin İslamiyet sonrası döneminin açık kanıtlarıdır. Bahsi geçen bu her iki durum eserin oluşum zamanı hakkında bize fikir verebilmektedir. Eserdeki asıl zaman birimi tabiatla ilgilidir ki eserdeki olaylar bir nevruz (bahar) sabahı boy verir. Bu bahar sabahı insanın yeniden doğuşunu, maşuğuna kavuşma gününün, insanın kendisini bulma ve asıl varlığa kavuşma gününün sabahını, asıl mutluluğa ve yaşam sebebine kavuşma zamanını temsil eden sembolik bir kavramdır.
Eserin tümüne hakim olan zihniyet dinî-tasavvufî düşüncedir. Bu yolda karşılaşılan güçlükler ve yolda katlanılan fedakârlıklarla sevgiliye ulaşılma sonucu bu zihniyetin tezi doğrulanmış olur. Ehmedê Xanê’nin orijinal metninde yer alan Kürtlerin sosyal-politik durumuyla ilgili bilgilere, eserin başındaki yazılış amacına Sadık Yalsızuçanlar değinmemiş; ilk bölümden itibaren eserin merkezine tasavvufî anlayışı yerleştirilmiştir. Bu zihniyet daha çok duyguların ifade tarzında göze çarpar. Yazar âşıkların beşeri aşklarını itiraflarında dahi ilahî aşk yoluyla bunu dillendirme yolunu seçmiştir.
Eserin yazılış amaçlarından biri olan tasavvuf düşüncesinde kalıplaşmış olan hikâye içinde hikâye geleneğini yazar burada da göz ardı etmemiştir. Toprak ile Mem’in konuşması sırasında bu kıssadan hisseyi altın, bakır ve kalayın hikâyesiyle dile getirmiştir. Bu küçük hikâyede altının başından geçenler, onun kibri ve sabırsızlığı ibret olarak sunulmuştur. Bu olayda en dikkat çekici nokta ise tasavvuf literatüründeki kamışlıktan koparılan neyin duygularına bu defa ise altının kendisinden koparılması sonucu toprağın tercüman olması, yani geleneksel klişenin farklı bir versiyonu olarak önümüze çıkmaktadır.
Kitabın “Gözyaşlarının Aydınlığında” isimli bölümünde Mem, Zin’e mektup yazar. O mektupta: “O tertemiz yüzüne baştanbaşa Kur’an-ı Azimüşşan yazılmıştır.” ibaresi tasavvuf akidesini yansıtmakla birlikte aynı zamanda bu anlayışın modern dile ve anlatıya uyarlanmış hâlidir. Bu söz ise bize ister istemez Yılmaz Erdoğan’ın: “Sana bakmak Allah’a inanmaktır.” dizesini de hatırlatmaktadır.
Eserdeki tasavvufî zihniyetin kemale ermesi, Mem’in ilahî aşka tam olarak geçişi ise kendisinin zindana atılmasıyla gerçekleşir. Böylelikle Mem; dünya hayatındaki her duygunun -ona göre bu, Zin’e duyduğu aşktı- her işin, her şeyin gelip geçiciliğini, faniliğini anlamış: “Anladı İbrahim (as) gibi batınca kaybolan sevgiliye gönül vermemek gerektiğini.” cümlesiyle bu yükseliş ifade edilmiştir.
Yapı özellikleri olarak yukarıda da değindiğimiz gibi Yalsızuçanlar’ın bu eseri ne bir mesnevi, ne bir destan, ne bir efsane ne de bir hikâye özelliğine sahiptir. O kendine özgü tahkiyeli, destansı, masalımsı bir anlatıdır.
Yazar eseri günümüzün ilahî bakış açısına benzer gözlemci yanının da ağır bastığı geleneksel hikâye anlatıcığına uygun bir anlatıcı ve bakış açısıyla yazmıştır. Anlatıcı sözlü gelenekte bir menkıbe anlatırcasına olayları coşkulu ve aksiyonel bir tarzda anlatmaktadır.
Yalsızuçanlar’ın Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında adlı eserinde üzerinde asıl durulması gereken, bu eseri diğer versiyonlardan ayıran en önemli nokta şüphesiz eserin dil ve anlatım özellikleridir. Dil ve anlatımına dikkat kesildiğimizde günümüz diline yer yer lirik, yer yer destansı, masalsı bir anlatım özelliği katıldığını görüyoruz. Bu biçem tarzı eserin akıcı, aksiyonel tarzda okunmasını, doğu klasiklerinin çoğunda görülen kasvetli, durağan, abartılı ve ayrıntılı anlatımın kırılmasını sağlamıştır. Böylelikle yazarımız, klasik eserlere merakı olup da sırf onların didaktik ve alegorik anlatım tarzlarının doğurduğu olumsuz sonuçlardan dolayı onları okumaktan vazgeçen okurun ilgisini cezp edecek bir alternatif nüsha oluşturmuştur. Eserin orijinalinde bulunan tasavvufî didaktik anlatım burada daha azaltılıp yumuşatılarak verilmiştir. Eserin orijinalinde (Mem û Zin, Ehmedê Xanê) araya sıkıştırılan gazeller bulunmasa da yazar Ahmed Faik nüshasını baz aldığı için bu gazellere de serbest şiir tarzında yer vermiştir. Bu şiirler yazar tarafından daha ziyade kahramanların ruh hâllerini yansıtmak, onların olaylar karşısındaki sözlü tepkilerini ve âşık ile maşuk arasındaki iletişimi sağlamak için kullanılmıştır:
Siyah zülfünden ürkme ey gönül
Güzellik dünyasını süsleyen parlak güneş geliyor
Yanağındaki benden korkma
Al yanağından büyüleyici kokular saçan misk ü amber geliyor.
Aslında Yalsızuçanlar bu tarz bir kullanımla geleneksel anlatının içine modern iç monolog, iç çözümleme ve şuur akışı tekniklerini yerleştirmiştir diyebiliriz. Dilin kullanımında kısa ve eylemsel cümlelerle hem hikâyeye devinimsel bir hava getirilmiş hem de mesnevi tarzının sıkıcı ve buyurgan anlatım özelliklerinden koparılmıştır.
Anlatımdaki bol mübalağalar ve olağanüstülük halk hikâyelerindeki hâliyle modern hikâyeye de adapte edilmiştir. “Bin deve, bin katır, bin at…”, “avuç dolusu altın, gümüş sikkeler…” bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Hz. Hızır’ın Mem ile konuşması, Zin’in odasından ışık çıkması, ışıktan ise sütunun doğup göğe yükselmesi ve anlatının sonunda ise Mem’in cesedinin kabirde Zin’in cesedine sarılması olağanüstülüklere en iyi örnek olaylardır. Aksiyonel hız kazandıran ve geleneğe uygun bir anlatım biçimi olan eylem üzerinden kısa cümleler; bazı yerlerde uzun, bağlı cümlelere, “sanki”li benzetmelere bolca girerek anlatımdaki tınının bozulmasına, akışkanlığın yerini dar virajlara bırakmasına sebep olmuyor değildir. Ancak bu ifade tarzlarının azınlıkta kalması akıcığı ve sürükleyiciliği engelleyememiştir.
Destansı anlatım bazı yerlerde az da olsa yerini tasavvuf geleneğine bağlı olarak didaktik kısa anlatımlara bırakabilmektedir. Cudi Dağı’nın dile gelip nasihat etmesi, altının topraktan kopup aslını kaybetmesi bu sahnelerden bazılarıdır.
Kişileştirme ve konuşturma sanatları da yeri geldiğince ağırlığını hissettirmektedir. Bunların en belirgin olduğu örnekler ise Mem’in toprakla Zin’in de mumla konuşmasıdır.
Kahramanlar arası diyaloglar –bunlar genellikle metin arasına yerleştirilen şiirler aracılığıyla yapılmıştı- aşırı derecede imgesel ve kapalıdır. Alegorik anlatımın tasavvufî terimlerine âdet üzere bolca yer verilmiştir. Bunların göze en çok çarpanları ok, kirpik, gül, mum, yedi sayısı, şarap, zülüf, can kuşu, felek, ateş, kadeh, şarap, varlık, yokluk, sevgili motifleridir. Bu ise sofistike tarzın gereği olarak bu anlayışı sezdirmek amacıyla yazar tarafından bilinçli bir biçimde kullanılmıştır. Yine de bu hususta kendimizi kârlı hissediyoruz. Çünkü Yalsızuçanlar, hikâyelerinde son derece kapalı, sembolik ve dolaylı bir anlatım yolu seçmektedir. Bu eserde ise mesnevinin aslına bağlı kalma gereğince bu anlam kapalılığını istediği kerteye ilerletemediği, biçemini hissettiremediği kanısındayız.
Sonuç olarak Sadık Yalsızuçanların Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında adlı eseri; geleneksel edebiyata ilgi duyup bu edebiyatın sert anlatım ve şekil özellikleri dolayısıyla ona yanaşamayanlara, tabiri caizse modernize edilerek sunulan her doğu klasiğinin bir solukta okunabilecek bir eser hâline dönüşebileceğini kanıtlar niteliktedir.
Mahalle Mektebi Dergisi, sayı 47.