Osmanlı modernleşmesinin bir sonuç ifadesi diyebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı askerî kadro ve bürokratlarla kuruluşunu gerçekleştirmiş ve oluşumunu Osmanlı devlet mekanizmasının üzerine inşa ederek de kurumsallaşmasını tamamlamıştır. Bu noktadan bakınca aynı ilişkinin Selçuklu ve Osmanlı arasında da mevcut olduğunu görebiliriz. Bu süreci çok daha gerilere, belki teşkilatçı yapımızın tohumlarını atan Mete Han’a kadar götürmek mümkündür. Dolayısıyla tarih boyunca bir süreklilik arz eden devlet geleneğimiz, rejim değişiklikleriyle varlığını daima muhafaza etmeyi başarmıştır.
İslâm’ın halk nezdinde yavaş yavaş kabul edilmesinden sonra bunun Türk devletinin bir politikası haline gelmesiyle birlikte, İslâm siyaset felsefesinin ve devlet anlayışının daha sağlam zeminlere oturduğunu söyleyebiliriz. Emevi ve Abbasilerin saltanat tecrübesi ve sultanların aynı anda hilafet makamını temsil etmeleri, her otorite boşluğunda çeşitli devletçiklerin ve hilafet iddialarının ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Bunun sonucunda da Müslüman toplumlarda, özellikle siyasal anlamda ve diğer birçok konuda sıkıntılar meydana gelmiştir. Hemen her bölgede farklı mezhep ve fırkaların teşekkül etmesi ve bu oluşumların kendi meşruiyetlerini siyaset üzerinden din aracılığıyla ifade etmeleri, bugün Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki sorunların kaynağını oluşturmuştur diyebiliriz.
İslâm dünyasına yeni bir soluk getiren Türkler, kutlu akınlarıyla kısa sürede Ön Asya’da söz sahibi olmuş ve bu coğrafyada Büyük Selçuklu gibi ilk ciddî devletlerini kurmuştur. Tuğrul-Çağrı Beyler ve Alparslan’ın ardından kalıcı bir yapı inşa edilen Melikşah döneminde Türk devleti, Müslümanlar arasındaki sorunların çözüm mercii hâline gelmiştir. Yine bu dönemde Melikşah, Nizamülmülk ve Gazzali öncülüğünde Sünniliğin devlet koruması altına alınarak özellikle eğitim faaliyetleri üzerinden kurumsallaşması, Şii zihniyetin Müslümanları daha fazla ifsat etmesinin önünü kesmiştir. Türk devletinin böyle bir adımı atmadığını varsaydığımızda, Muhammed ümmetinin ne gibi sorunlarla karşılaşacağını kestirmek çok güç olacaktır.
Büyük Selçuklu’nun mirasçısı Anadolu Selçukluları’nın da aynı tavır ve anlayışla hareket ettiğini söyleyebiliriz. İslâm’ın Türkler arasında iyiden iyiye benimsenmesi ve özellikle Ahmed Yesevi ve alp-erenlerle birlikte bir Türk İslâmı’nın ortaya çıkması, insanlık kurtarıcı mayanın yoğrulmasına vesile olmuştur. Hanefi fıkhı, Maturidi akaidi ve Yesevi irfanı doğrultusunda şekillenen sağlıklı bir din ve dünya tasavvuru, Anadolu’yu İslâm ahlâkının ete kemiğe büründüğü bir yurt hâline getirmiştir. Maddi manevi birçok saldırıya rağmen bu devlet yapısı çökmemiş, asırları aşan bir heyecanla her defasında yeni atılımlara ilham kaynağı olmuştur.
Selçuk hanedanından bayrağı devralan Osmanoğulları ise aynı zihniyetin izini sürerek doğudan batıya hakikatli bir medeniyetin taşıyıcılığını üstlenmiştir. Fakat bununla birlikte Osmanlıların çöküşü, Abbasiler dönemini andırmaktadır. Saltanat-hilafet makamının gücünü yitirmesi, Abbasiler döneminde birçok devlet ve hilafete zemin hazırlamış ve kavgalar, ihtilaflar, savaşlar birbirini izlemiştir. Aynı şekilde Osmanlı sonrası coğrafyamızda sınırları cetvelle çizilen ulus-devletlerin kurulması süreci, benzer sorunları hâlen yaşıyor olmamızın nedenlerindendir. Devlet yapısı zayıf ülkeler üzerinden çeşitli projelerin gerçekleştirilmek istenmesi, yine Müslümanları sonu gelmeyen sorunların içerisine itmektedir.
Türk devletinin son temsilcisi Türkiye Cumhuriyeti, etrafındaki kaostan uzun yıllar uzak kalmayı başarmıştır. Bu başarı, hiç şüphesiz tarih boyunca taviz verilmeyen devletçi anlayış sayesinde olmuştur. Devlet erkini ne babasıyla ne oğluyla paylaşan irade, otorite boşluğuna müsaade etmemiştir. Bütün bunlar, ülkemizi her şeye rağmen ateş hattından koruyabilir. Devlet geleneğimiz ve dinî düşüncemizdeki sağlam zemin; mezhep kavgalarını, dış müdahaleleri, komplo teorilerini, yabancı servislerin istihbarat oyunlarını bertaraf edecek güçtedir.
İran ve Suud rejiminin, Şiilik ve Vehhabilik üzerinden Müslümanları ifsat edici rol üstlenmesi; Yemen’den Suriye’ye, Mısır’dan Lübnan’a, Libya’dan Afganistan’a bütün bir İslâm coğrafyasında emperyal güçlerin rahatça at koşturmasına fırsat vermektedir. Ekonomik sorunlar, siyasi çıkmazlar, askeri darbeler, psikolojik bunalımlar, intiharlar, çarpık kentleşmeler, radikal örgütler, selefi yapılanmalar ve daha birçok sorun Müslümanlarda korku ve ümitsizlik uyandırmaktadır. Müslümanların benzer bir krizden Türk devleti öncülüğünde daha önce kurtulmuş olması ve devamında İslâm aydınlanmasının yaşanması, günümüzün çıkmazlarına ışık tutabilir.
Mevlâna ve Yûnus sayesinde din üzerinden, Alaaddin Keykubat ve Celaleddin Karatay sayesinde siyaset üzerinden, Sahabiye Medresesi ve Cacabey Medresesi sayesinde eğitim üzerinden, Ahilik ve Sultanhanı Kervansarayı sayesinde ticaret üzerinden, Divriği Ulu Camii ve Ahlat kümbetleri sayesinde sanat üzerinden, Konya ve Sivas sayesinde şehircilik üzerinden insanlığa armağan edilen bu yapıyı küresel sistemin karşısına koyabilirsek çift başlı kartalın gölgesinde yeniden serinleyebilir, İslâm toplumunun emniyet ve huzurunu tesis edebiliriz.