Heceöykü 100. sayı

Bir dergi için 100. sayıya ulaşmak, sadece yayıncılık anlamında değil iz bırakmak, sesini çoğaltmak, devamlılığı sağlamak anlamında da önemli bir başarı. Heceöykü 100. sayısı ile karşımızda. Günümüz öyküsünün yükselen çıtasında Heceöykü’nün katkısı çok büyük. Son yıllarda edebiyat dünyamızda öyküler kendine daha geniş bir alan buluyorsa Heceöykü’nün bunda katkısı yadsınamaz.

Arşivlik bir 100. sayı hazırlanmış. Derginin serancamı gözler önüne serilmiş. Dosya, soruşturma, Heceöykü dosyaları gibi başlıklarla derginin yüz sayılık yolculuğunu gözden geçirmiş oluyoruz.

Heceöykü’ye nice yüz sayılar diliyorum. Edebiyat dünyamıza kazandırdığı isimlerle bir mektep dergi hüviyetine sahip Heceöykü’ye emeği geçen herkesi can-ı gönülden kutluyorum.

Rasim Özdenören’den Asım Gültekin yazısı

Rasim Özdenören ile Asım Gültekin’in dostluğunu, yakınlığını onları tanıyan herkes bilirdi. Özdenören’in Asım hakkındaki yazısını okuyanlar bu dostluğu daha iyi anlayacaklar.

“Geçtiğimiz Temmuz ayının 22’sinde Asım Gültekin’in ölüm haberi bir anda hepimizi sarstı. Beklemiyorduk. Sadece henüz genç yaşında olmasından dolayı değil, hiçbir hastalık emaresi göstermemesinden, cevval yaşantısından, daha yapacak çok işi olduğundan dolayı da sarsıldık. Bense bu sarsıntıya eş olarak ciddi bir hüzne gark oldum.

Hiçbir konuşmasında, hiçbir yazısında kimse hakkında olumsuz bir ifade kullandığına tanık olmadım. Olumsuz görünen haberleri bile iyimser bir dille aktarırdı. Herkesi barıştırmak, herkesi herkesle dost etmek isterdi. Kendisi herkesle dosttu. Bu hali ölümünden sonra daha bir açıklıkla ortaya çıktı. Yazın, yayın ve yazar dünyasından verdiği haberleri “Beyaz Haberler” başlığı altında yazıyordu. O yazılara biz de bir süre Hece dergisinde yer verdik. O usanıncaya kadar da yayımlamayı sürdürdük.

Hiç boş durduğunu görmedik. Mesaisinin neredeyse tamamı genç yetenekleri keşfetmek, onlara yol açmak, onları yüreklendirmekle geçti. Telefonu sürekli çalardı. Yemek esnasında bile telefonu kulağındaydı. Öyle olurdu ki kimi zaman “Asım!” diye çıkışmak isterdim. Ama o bir yandan telefondaki kişiye meramını eriştirir, bir yandan sofrayla ilgilenir, bir yandan da yemeğine devam ederdi. Hayatı, benim onu tanıdığım vakitten bu yana sürekli meşguliyet içinde geçti.”

“Tanıştığı herkesle hasbi ilişkiler geliştirdi. Çevresinde devlet adamlarından üç yaşındaki bebelere kadar geniş bir dost yelpazesi oluştu. Taşova’da kılınan cenaze namazında olsun, Fatih Camii’ndeki gıyabi cenaze namazında olsun katılan binlerce kişinin her birinin gönlünde ayrı ayrı yerler edinmişti.

Kitapları: Alışmak Ölümüne Karşı, Birden Bine -Türkçede sayıların kökeni üzerine denemeler-… Dergilere, gazetelere dağılmış daha yüzlerce yazısı kitaplaşmayı bekliyor…
En verimli çağında dünyaya “elveda” dedi.
Gidişine ilk tepkim sağ kolum koptu olmuştu. Bunca yılın deneyimi bile olayı havsalama sığdırmakta zorlanmamı önleyememişti.
 Uçtu… Bize derin bir hicran yarası bırakarak uçup gitti… Mekânı cennet olsun…”

Yüzüncü sayı

Ali Ulvi Temel’in Yüzüncü Sayı isimli yazısı, edebiyat dünyamızda öykü, öykü dergileri ve Heceöykü merkezli bir yazı. Hece’den başlayan, Heceöykü ile devam eden bir yolculuğun okuyuculara sunduklarını gözler önüne seriyor Temel.

“Hece dergisi 1997 yılında yayın hayatına atıldığında dergide; şiir, şiir kitapları üzerine yazılar, edebiyata ilişkin değerlendirme yazılarının yanında öykü ve çeviri öykülere, yine öykü ve öykücüler üzerine yazılara da rastlanmaktadır.

Heceöykü dergisinin ilk sayısı ise Şubat/Mart 2004’te yayımlanır. Bu dergi de Hece gibi Hüseyin Su yönetiminde yayımlanmaya başlamıştır. Hece’den ayrı bir öykü dergisinin yayımlanması Hece’ye bir öykü sağanağı olduğunu akla getiriyor. İlk sayıda; “Öykü Gündemi” bölümünde öykü dünyasına ilişkin haberlerin yer aldığını görüyoruz. Yine üç ayrı bölüm halinde öykülere ve öykü çevirilerine yer verildiği anlaşılmaktadır. Bu sayıda ve her sayıda Hasan Aycın’ın bir çizgisi de vardır. “Öykünün Kuramsal Bağlamı” dosyasında öykü odaklı kuramsal yazılar yer almaktadır. Öyküye dair üç yazıya da “Yazılar” bölümünde yer verilmiştir. Derginin son bölümünde; “Öykücüler ve Öykü Kitapları Sözlüğü-I” yer almakta ardından “Öykü Kitapları” bölümünde üç öykü kitabını değerlendiren yazılar bulunmaktadır.”

“Heceöykü’nün 68. sayısında ilk kez Yayın Kurulundaki isimler yayınlanır: A. U. Temel, D. Eşitgin, H. Sert, H. A. Yıldız, H. Bildirici. Sonraki sayılarda H. Sert ve H. A. Yıldız’ın yerine A. Karaçalı, E. Gürdamur, A. N. Erdoğan isimleri bu listeye eklenir.

Dergide yıllar içinde kapak biçiminde ve dergi içindeki yazı başlıklarında zaman zaman değişiklikler yapılır.

Heceöykü, öykü odaklı Seçilmiş Hikâyeler dergisinin ömründen daha uzun ömürlü, Adamöykü dergisinden sayı ve yıl olarak daha önde olmuş; alanın, öykü dünyasının öncüsü durumundadır.

Heceöykü’nün yayımlandığı sürelerde: Düşler Öyküler, İmge Öyküler, Dünyanın Öyküsü, Eşik Cini, NotosÖykü, Fayton, Üçüncü Öyküler, PostÖykü, Öykülem, Askıda Öykü, Öykü Gazetesi, Sarnıç yayımlanmıştır. Bunların çoğu da şu anda yayınına son vermiş bulunuyor.

Geçen yıllarla birlikte insanlar daha çok konuşmaya, anlatmaya, yazmaya başladılar. İnsanların anlatacak çok şeyleri var. İletişim mecralarının çoğalması, yaygınlaşmasıyla insanların bireyselleşmesi arttı. İnsanlar artık yüz yüze konuşmak yerine iletişim mecralarında yazışmaya, paylaşmaya ve anlatmaya başladılar. İnsanların kolaylıkla yazacak mecra bulmaları yazarak anlatma isteklerini tetikledi. Öykü yazanlar çoğaldı, öykü odaklı dergiler yayımlanıyor. Peki metafizik gerilim taşıyan öyküler yazılıyor mu, yayınlanıyor mu?”

Hecöykü dosyaları

Safiye Gölbaşı yazısına çok isabetli bir başlık koymuş; “Öykü İçin Yol Haritası: Heceöykü Dosyaları.” Sadece bu başlık bile Heceöykü’nün edebiyat dünyamızdaki ağırlığını ve yerini gösteren bir özet gibi. Karşımızda sadece bir dergi olmadığını anlıyoruz “yol haritası” ifadesinde. Gölbaşı, derginin hazırladığı dosyaları gözler önüne sermiş. Bu dosyalar gösteriyor ki Heceöykü öykümüzün hem yol haritasını çıkarmış hem de öykü varlığımıza eşsiz katkılar sağlamış bir öykü otağı.

“Heceöykü dergisi yayın hayatına 2004 senesinde başladı. On altı yıldır da kesintisiz olarak okuyucusuyla buluşuyor. Öyküyle dopdolu bu doksan dokuz sayıya baktığımızda, her sayıda edebiyata ve öyküye ilişkin dinamik bir akışın olduğunu, kuvvetli bir nabzın attığını görüyoruz. Heceöykü, sayfalarında farklı yaş, kuşak, üslup, dil, kültür ve anlayıştan yüzlerce öykücüyü ağırladı. Yayımladığı öykülerle, bir öykü dergisi olmasının yanı sıra, yeni yazarlar yetiştirip okurlarının öykü tecrübesini zenginleştiren bir öykü ocağı olduğunu da yıllar içinde kanıtladı.”

“Heceöykü dosyalarına baktığımız zaman bilhassa dikkat çeken ve daha evvel başka bir kaynakta karşılaşmadığımız bir içerikle de karşılaşırız. O da Türk dünyası ve Ortadoğu coğrafyası öykücülüğüyle ilgili dosyalardır. Bu dosyalarda evvela o ülkelerin genel olarak edebiyatıyla özel olarak öyküsüyle ilgili bilgilendirici yazılara yer verilmiş, akabinde o ülkeyi temsil ettiği düşünülen yazarlarla söyleşiler yapılmış daha sonra da bir öykü seçkisi sunulmuştur. Bu çalışmaların bazıları yıllar içinde yine Hece Yayınları tarafından kitaplaştırılmıştır. “Çağdaş Kırgız Öyküsü”, “Çağdaş Azerbaycan Öyküsü”, “Çağdaş Türkmen Öyküsü”, “Çağdaş Kazakistan Öyküsü-”, “Çağdaş Tatar Öyküsü”, “Çağdaş Gagauz Öyküsü”, “Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü”, “Çağdaş Özbek Öyküsü”. “Çağdaş Filistin Öyküsü”, “Çağdaş Suriye Öyküsü”, “Çağdaş Mısır Öyküsü”, “Çağdaş İran Öyküsü”, “Çağdaş Cezayir Öyküsü”, “Çağdaş Afganistan Öyküsü”, “Çağdaş Kürt Öykücülüğü”, “Çağdaş Pakistan Öyküsü” dosyaları bu minvalde sayılabilir.”

“Heceöykü, dosyaları aracılığıyla öyküyle ilgili teorik meseleleri de anlaşılır hâle getirmiştir. Örneğin “Öyküde Bakış Açısı” dosyasında yazarın ve anlatıcın değişmesi ile ortaya çıkan anlatıcı sesin tanımı yapılmış; bakış açısının öykünün gücüne katkısı anlatılmış; farklı anlatıcı seslerden örnekler verilmiş; 1. 2. ve 3. şahıs anlatım imkânları tek tek ele alınmış; öyküyü anlatan kadar görenin de kim olduğunun önemi üzerine bir yazıya yer verilmiştir. Keza “Öyküde Bilinç Akışı Tekniği” dosyasında bilinç akışının ne olduğuna, dünyadaki tarihi seyrine, çıkış sebeplerine ve şimdiki durumuna bakılmış; öykümüzde bilinç akışı ve iç monolog tarzında yazılan öykülerden örnekler verilmiş; bu tekniği kullanan yazarların eserlerinden alıntılar yapılmış; geleneksel metinlerde bilinç akışına paralel bir anlatım tekniği olarak bilinç dışı, bilinç üstü anlatım imkânları incelenmiş; son olarak psikanaliz ile bilinç akışı tekniği karşılaştırılmıştır. Yine “Öyküde Tasvirci Anlatımdan İmgeye” dosyasında, betimlemenin ne olduğuna, dünyada görüntünün, fotoğrafın, göstermenin neye karşılık geldiğine bakılmış; ardından Türk öykücülerden betimleme yapma şekillerine göre örnekler verilmiş; tasvirin öyküdeki konumu ve kullanım alanına değinilmiş; tasvirin tarihi süreci ele alınmıştır. Akabinde duyum ve algı bağlamında tasvir ve imge kavramları, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Hasan Ali Toptaş’ın öykülerinden birer paragraflık bir karşılaştırmayla açıklanmış; edebiyatın, fotoğraf ve sinemayla ilişkisinin gelişmesi ile kelimenin yerini görüntüye bıraktığı değerlendirilmiştir.”

“Heceöykü açtığı her dosyada, merkezine daima öyküyü ve öykücülüğü alarak, okuruna nitelikli yazılar sunmuştur. Örneğin “Türk Öykücülüğünde Sosyal Değişme” isimli dosyada toplumsal değişimin izlenmesi ve analiz edilmesinde öyküye bakılmış; Türkiye’nin modernleşme sürecinin izlenmesi için öykünün ne açıdan müsait bir zemin sunduğu açıklanmış; değişen dünyayla beraber yabancılaşan insanın serüveni öyküler ve öykücüler üzerinden yorumlanmış; kentleşme, gelenek ve modernleşme kavramlarının aileye yansıması öyküler üzerinden izlenmiş; köy, kent ve sanayileşmenin öykülere yansımasına bakılmış; siyasi kırılmaların edebiyata ve öyküye yansıması, bilhassa 80 kuşağının yön değiştirmesindeki toplumsal nedenler irdelenmiştir.”

“Heceöykü genç öykücülere de her zaman kıymet vermiş, yer açmıştır. “Genç Öykü” isimli dosya üç sayı boyunca devam etmiş, toplam otuz yedi genç öykücüye şu sorular sorulmuştur: “1. Genelde edebiyatın özelde öykünün sizdeki karşılığı nedir? Öykü sizin için bilinçli bir tercih mi? Öyleyse neden öykü yazmayı seçtiniz? 2. Sizde bir öykü nasıl doğuyor yazma aşamasında neler yaşanıyor? 3. Bir yazar için okuma ve yazma birbirinden ayrılamayacağına göre öykünün ustalarından okurken ve yazarken neler öğreniyorsunuz? 4. Genç öykücünün gözünden günümüz edebiyat ve öykü ortamı nasıl görünüyor? Yazma ve yayımlatma aşamasında karşılaştığı güçlükler ve imkânlar neler?” Bu dosyanın üçüncü sayısında ise henüz kitapları yayımlanmamış genç öykücülerden on ikisinin öyküleri yayımlanmış, dergi, bu durumu şöyle izah etmiştir; “Bu dosyada liseli, üniversiteli ve çeşitli mesleklerde çalışan on beş ve otuz yaş aralığında on iki öykü yazarı var. Bazılarının yazı deneyimi olmakla birlikte, hemen hepsi de ilk kez Heceöykü dergisinin bu dosyasında bir araya geldi. Bu dosyada yer alan arkadaşlarımızın öykülerini Heceöykü’nün bundan sonraki saylarında da yayımlamaya devam edeceğiz. Kalemlerinin ucuna, yazdıkları sayfaya ışık tutuyoruz. Bu yazarların da kendilerinden önceki öykücülerle birlikte Türk öykücülüğüne önemli katkılarının olacağını umuyoruz.” Ayrıca iki sayı olarak yayımlanan “Öyküde İlk Kitaplar” dosyasında da ilk öykü kitaplarını henüz yayımlatmış toplam sekiz öykücüye yer verilmiştir. Bu öykücülerin ilk kitaplarıyla ilgili birer söyleşiyi yine bu kitaplarla ilgili birer inceleme yazısı takip etmiş son olarak da öykücülerden birer öykü ile dosyalar zenginleştirilmiştir.”

Heceöykü sizin için ne ifade ediyor?”

Bu soru otuz yazara sorulmuş. Heceöykü’nün yerini sağlamlaştıran çok değerli sözler var bu otuz cevapta. Ben örnek olarak birkaç yazarı buraya alacağım. Devamı dergide.

“Öykü giderek daha çok sevilen, hayatımızda yer tutan bir edebî tür, ancak hâlâ yer yer romana bir giriş olarak değerlendirildiği oluyor. Heceöykü, öykünün apayrı bir tür olarak kendine haslığına çekiyor dikkatleri. Öyküler, öykü üzerine yazılar okuyor, yeni öykücülerle tanışıyoruz; öykünün şimdiki zamanı ve geleceği üzerine düşünüyoruz sayfalarında. Özellikle işte şu tür bir öyküyle sınırlandırılmadığı için kapsayıcı bir yanı var, yazarları cesaretlendiriyor bu da. Genel Yayın Yönetmeni bir öykü ustası Rasim Özdenören. Önyazılar yazıyor dergiye, yayın kurulunda kıymetli öykücüler var. Öykünün ulaşılmaz bir metin olmadığına inandırıyor çeşitli başlıkları, hayata bir öykücü gözüyle bakmanın yollarını gösteriyor. Öykü yazabilmek daha kolay göründüğü için daha çok öykü kitabı çıkıyor, bu elbette iyi, ancak bazen okunmaya değer bir yazarın eserinin bir süreliğine de olsa görünmez olmasına yol açabiliyor kabarık listeler. Heceöykü, görülmeden geçilmemesi gerekenin de altını çiziyor.” Cihan Aktaş

“Heceöykü ise bana göre bir keşif hikâyesi. Modern zamanda içimizde birikmiş kayda değer hikâyelerimizin dağınık halde ortaya çıkışının, gelişmek için zemin arayışının büyük bir ferasetle fark edilmesi. Heceöykü hikâyenin altyapısını kurarak işe başladı. İkinci sayıda Türk Öyküsünün Tarihsel Bağlamı’nı ele alan kapsamlı dosya, hepimiz için derli toplu bir alt yapıya kapı aralamıştır. Birçok özel sayıyla Dünya ve Türk öyküsüne eğilme fırsatı bulduk. Bu sayıların yeni baskıları yapılıp belli başlı bütün kütüphanelerde gençlerin istifadesine sunulmalıdır. Geniş arşivin evlerde muhafazası hiç kolay değil, hatta maddi olarak gençlerin edinmesi ve saklaması mümkün de değil. Oysa bu sayılar hangi altyapıya yaslanarak yazacağımıza dair önemli ipuçları içeriyor. Dergi hikâyeye özel bir dikkat ve ihtimam göstererek hikâye yazmak isteyenleri yüreklendirdiği gibi, daha iyi yazılması için de öncülük etti. Çünkü zamanın insanı hercü merc eden kesintisiz hızı, karşılaştığımız uyaranların sayısı, tazyiki bizi hakikatten uzaklaştırıyor ve bu savrulma olan biteni durup yavaşlayarak yazarak anlamaya çalışmamızı zorunlu kılıyor. Gündelik yaşam döngüsü yazmamıza izin vermez. Böyle özel dergilerin insanı disipline eden özendiren ve hikâyeye odaklanmayı sağlayan yönü var. Dünyada roman revaçta olsa da Türkiye’de hikâyenin yükseleceğini fark etmek, bu kıvılcımı çoğaltmak için ayrı bir dergi çıkarmak ileri görüşlülüktür.” Yıldız Ramazanoğlu

“Hece ve Heceöykü’ye bakanlar bizim kuşağın ya da içimizden kimilerinin bıraktığı çıkış noktalarını açıkça görür. Zaten dergiler edebiyat tarihinin en güzel haritaları değil midir?

Benim için Hece ve Heceöykü vardığım bir menzil gibi demiştim, şimdi, sonraki kuşaklardan kimlerin bu çıkış noktalarından, bu patikalardan yol açacağını izliyorum.” Cemal Şakar

“Heceöykü’nün ilginç bir konumu olageldi dünden bugüne: Çağdaş edebiyatımızın 1960’lı senelerle birlikte girdiği ideolojik bağnazlık açmazını aşmaya çalıştı. Bir anlamda Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisinde sürekli vurguladığı ama uygulayamadığı “ülke edebiyatçılarının diyalog halinde olmalarının gerekliliği” meselesi hem Hece’de hem de Heceöykü’de vurgulanmaktan öte uygulanmaya kondu. Bir anlamda şöyle denebilir: Edebiyat vurguladı, Hece uyguladı. Hece’nin ve Heceöykü’nün gerek ürünlerini yayınladığı isimlere gerekse hakkında eleştiri yazısı yazılan yazarlara bakıldığında, bu dergilerin ülke edebiyatını ideolojik bir tarafgirliğe saplanmadan izledikleri görülecektir. Bu tavır eleştirilere de konu oldu. Hece ve Heceöykü hakkında söyleyebileceğim en önemli vurgu bu. Öte yandan Heceöykü’nün dosyaları, öykücülüğümüze kazandırdığı yeni isimler, derginin aynı zamanda öykü kitapları yayınlayarak ilerlemesi, bütün bunlar, Türk öykü tarihi için ne denli önemli ve değerli olduğunu gösteriyor. Hali hazırda yayınlanmakta olan en eski öykü dergisi olması da Heceöykü’nün başka bir özelliği…” Abdullah Harmancı

“Bir dergi, editörleri, yayın yönetmeni, mutfağında çalışanlar için ne ifade eder bilmiyorum. Ama şundan eminim bir derginin özellikle bir türe hasredilmiş bir derginin anlamı sadece atıf yaptığım emektarların değerlendirmeleriyle ortaya çıkamaz. Elbette onların tutumları, titizlikleri, ufukları, statükocu veya yenilikçi tavırları okur/yazar/izler katında derginin ne anlama geldiği konusunda bir etkiye sahiptir. Ama bir derginin anlamını, çıktığı dile, ortama, kendini bir şekilde ayakta tutan okur/yazara kattığı değer belirler. Bu açıdan bakıldığında Heceöykü dergisinin birinci sayıdan doksan dokuzuncu sayıya kadar bu katkıları yaptığına inanıyorum. Heceöykü, kuram, öykü ve öykü tarihi bağlamalarında birçok usta öykücünün yeni öykücülerle buluştuğu bir edebi ortam oldu; öykünün sürekli gündemde olduğu bir atmosfer oluşturdu. İyi metnin, iyi eleştirinin ve yayımlanmış kitapların mutlaka yankı bulduğunu göstererek özellikle genç öykücüler için güvenli bir alan oluşturdu. 100. sayı kutlu olsun. İnşallah 1000’li sayılara ulaşsın.” Mehmet Narlı

“Yazdığım ilk öykü “Su” ile Heceöykü’nün 34. sayısında yer aldım. Dolayısıyla öykü serüvenimin başlangıcıdır Heceöykü. O günden bu yana -ki 11 yıl olmuş- öykülerim bu derginin sayfalarında şekillendi ve bugüne kadar geldi. Şu an 100. sayıya ulaşmanın güzelliğine içeriden biri olarak bakıyor olmak mutluluk verici. Heceöykü, sadece bir öykü dergisi olarak yayımlanan ve uzun süredir yoluna devam eden nadide dergilerden. Benim için Heceöykü, çatısı öykü olan güçlü ve büyük bir ailedir. Zamanla beraber isimler değişse de aile sıcaklığını hep muhafaza etti. Bu ailenin bir üyesi olarak çalışmak kendinize olan güveninizi artırdığı gibi, kendinizi disipline etmeniz noktasında da olumlu bir etkiye sahip. Birçok çalışmada, dosya hazırlığında zevkle bulundum. Dilerim ömrü, aile üyeleriyle beraber uzun olsun. Nice sayılara, nice öykülere…” Esra Özdemir İnce

“Bu soruya cevap verirken korumam gereken mesafede duramayacağımın idrakindeyim. Yaklaşık altı yıldır; yeni öykülerini özellikle de dosyalarını merakla beklediğim, vakti gelince rafta yerini aldığından emin olarak gidip aradığım, bulunca ayak üstü ilk önce içinde kendi yazıma bakıverdiğim bir dergi değil artık Heceöykü. Uzaktan bakamayacak kadar hayatımın içinde. Oradaki üç ana klasörden biri hatta. Ait, sahip ve üzerinde bir harf hatası varsa okuruna ve ekibe karşı mesul hissettiğim; o ekiple beraber daha iyi nasıl bir dosya hazırlarız, öyküler nasıl sıralanmalı, bu sayıda kapak nasıl olmalı, şuraya bir görsel mi koymalı gibi sorularla didinip durduğumuz, gelen ilk öyküleri yayın kurulunun diğer üyeleri kadar hakkıyla okuyamıyor muyum diye endişelendiğim, kendisi hatırına dostlarla buluşup özelde öykü, kitap felsefe, yazar genelde insan olma bilgisi edindiğim, bazen yazımın önünde engel bazen yazımı açan bir ide’dir, Heceöykü.” Hatice Bildirici

2016 yılında ilk öyküm yayımlandı ve ben artık Hece Yayınlarına her cumartesi giden, o çok etkileyici sohbetlere katılan biriydim. İsimlerini bildiğim yazılarını okuduğum yazarlarla ve efsane öykücü Rasim Özdenören’le sohbet edebiliyordum. Kısa bir süre sonra yayın kuruluna davet edilerek çok sevdiğim bu ailenin bir üyesi hâline gelmiştim. Heceöykü’nün Türk Edebiyatında önemli bir yeri olduğunu ve genç yazarlara kucak açtığını yaşayarak görüyor ve bunu çok önemsiyorum.” Ali Necip Erdoğan

“Bugün dönüp bakınca kaderin kendi adıma çok iyi tecelli ettiğini görüyorum. Nitelikli bir derginin yazıya ilgisi olan insanları bir mektep gibi disipline ettiğine, eğittiğine bizatihi şahit oldum. Çay, simit, peynir, zeytinle yoğrulan edebî muhabbetlerin; insanı yazıya hazırladığını, bir bakıma yazının kozasının orada örüldüğünü söyleyebilirim. Uzun yıllar ürettikleriyle bir derginin memleket adına ciddi bir yazı yükünü ve kültürel verimini tek başına sırtladığını da inkâr edemeyiz. Her düşünceden insana kapılarını açık tutması memleketin haritasını temsil ettiğini de gözler önüne seriyor. Özellikle öyküye ilgisi olan gençlerin derginin mutfağında çok şey öğrendiğini biliyorum. Benim için Heceöykü bir yazma vesilesi olmanın ötesinde ciddi ve derinlikli bir okuma eylemini de içine alıyor. Nice yüzlü sayılar görmesini temenni ediyorum.” Engin Elman

Ali Karaçalı günlüklerinde Heceli günler

Ali Karaçalı’nın günlüklerini büyük bir keyifle okuyup heyecanla bekleyenlerdenim. Özellikle Tokat günleri bizim için ayrı bir değere sahipti. Karaçalı’nın günlüklerinde hayata dair çok değerli notlar var. Yaşanmışlıklar, yol rehberleri, yolumuza tutulan ışıklar…

100. sayının günlükleri özel sayıya uygun içerikte çıktı karşımıza. Hece Dergisi’nin çıkış heyecanını satır satır biz de yaşadık. Sene 1997.

“HECE. Uzun zamandır üzerine titrediğimiz, aylarca peşinden koşturduğumuz, günler, geceler boyu emek verdiğimiz dergimiz nihayet somut bir varlık olarak elimizde. Bir hafta oldu çıkalı nerdeyse. Coşkulu ama tedirgin, sevinçli ama şöyle olsaydı düşüncesi de peşinden gelip duruyor mütemadiyen.

“Genel kanaat: İyi. Ömer Lekesiz’in deyişiyle “Dağ fare doğurmadı, dağ kaya doğurdu.” Onca titizliğe rağmen dizgi yanlışları var. Dizgiden ve baskıdan, kimi yerde de bizim düzenlememizden kaynaklanan kimi hatalar. Olmasa iyi olurdu elbet. Her güzelde bir kusur diyelim. Ne var ki, kimi eksikliklere takılıp karalar bağlamanın da bir anlamı yok. Bu tavır olumsuz bir havanın esmesini de getiriyor yedeğinde.”

“Gündüz mahkemedeydik. Hırsızlık olayıyla ilgili. Evimize hırsız girmişti. Tutanaklar tutulmuştu, bir sonuç alınacağını beklemiyorduk. Günlerden sonra bir gün aradılar ve hırsızların yakalandığını söylediler. Bir başka hırsızlıklarında biri kimliğini düşürmüş ve sorgulamada bizim evi de söylemişler.

İlk kez girdiğimiz adliye binası gerçekten Kafka’nın Bay K’sının mahkeme salonlarını, iç içe girmiş labirentlerde, dehlizlerde kaybolan mahkumları, sorgulamaları hatırlatıyor insana. Kocaman beton bloklar. İnsanın ruhunu kemiren yapılar. Boğuluyormuş gibi oluyor insan. Güvensiz, ciddiyetsiz sorgulamalar. Âdeta bir komedi. Suçlunun -hırsız- pervasızlığı, mağdurun âdeta suçlanan konumuna düşürülüşü. Bir yığın ayrıntı falan.”

“Kemal Sayar’ın Otoyol Uykusu’ndan birkaç öykü okudum. Nitelikli, içsel serüvenlerden yola çıkan incelikli öyküler. Duru ve lirik bir anlatımı var; şairane, kolay yazılmış intibaını veriyor. Hayatın yüzeyselliklerine, insan ilişkilerinin sıradanlığına atıflar yapan, hayatın ötesindeki ya da hayatın içindeki hayatın görülmeyen akışını, zenginliğini kurcalayan, ölüme, ölüm ötesine hayatın anlamına göndermeler yapan öyküler.”

“Hüseyin Su ve Faruk’la birlikte sitelere gittik. Büro için masa ve sandalye baktık. Sonra Büro. Necip Tosun, Ömer Lekesiz ve diğer arkadaşlar (Ali Çınar, Murat Aslan) vardı. Bir ara söz Arif Ay’a geldi. Öfkelendim. Kim kimi kolluyor, gözetiyor, şaşırıyorum doğrusu. Sureti haktan görünerek, adlandırmak istemediğim ilişkileri sürdüren, bildikleri halde bilmiyormuş gibi davranan ve sizden bir söz, bir tavır, bir ima bekleyen insanları gördükçe kendimi tutmakta zorlanıyorum.

Bulunmaz bursa kumaşı ya da Hint kumaşı kimileri… Bulunmaz Bursa kumaşlarına ihtiyacımızın olduğuna kim karar veriyor.

Dün gece. Faruk’la birlikte gittik. Ne olursa olsun bir yarayı deşmek gerektiğine inanıyorduk. Sanırım iyi de oldu. İyice dolmuştu yara. Deştik. Kan aktı.”

“Yoğun günlere giriyoruz. Arkadaşlar Ankara’ya geliyorlar. Bu akşamdan başlıyor. Toplantı yarın. İki gün sürecek olan yoğun görüşme trafiği. Ardından derginin hazırlık çalışmaları. Dizgi, sayfa düzeni, tashih, baskı, gelenler gidenler, oluşması mukadder kırılganlıklar, alınganlıklar, güceniklikler…”

Heceöykü’den üç öykü

Yine adına yakışan bir öyküler geçidi sunmuş dergi bizlere. Bir öykü antolojisi kıvamında öyküler var karşımızda. Yüzüncü sayının oldukça hacimli olması da bizleri daha çok öyküyle buluşturmuş oldu.

Dergiden paylaşacağım ilk öykü Yıldız Ramazanoğlu’na ait; “Evde Kal, Hoşça kal” isimli öykü olacak. Adından da anlaşılacağı üzere yaşadığımız günlerin öyküsünü yazmış Ramazanoğlu. Bunu çok önemli buluyorum. Çünkü yaşadığımız bu günlerin bir şekilde geleceğe aktarılması gerekiyor. Edebi metinler de bu bağlamda önemli bir rol üstleniyor. Bu öyküde anlatım ve yaşananlara bakış olarak insanın içini hizaya çeken bir inceliğe sahip. Salgın günlerine Yıldız Ramazanoğlu penceresinden bakmak da ayrı bir güzsellik sunuyor bizlere.

“Sağlık Bakanı’nın basın toplantısı başlamış bile. Arka fonda ölenlere kalanlara dair endişeyle bütün gün beklenen rakamlar, ekranda gözleri uykusuzluktan kızarmış kravatlı sinirleri alınmış sakin bir adam. Üç saat boyunca birazdan diye alt yazı geçip hepimizi ekrana kilitleyeceğinize beş on dakika kala duyursanız. Karantina yüzünden evdeyiz ya vaktimiz sebil. Virüs dünyada hızla yayılıyor. Bugün memleketteki ölüm sayısı ikiyüzdoksan, vaka sayısı üç binlere çıkmış, pencereyi neden kapamadım ki, dışarıda martılar bizim anlayamadığımız neyi anladılarsa çığlık çığlığalar, annem koltuğun ucuna oturmuş sırtını yaslarsa büyük açıklamadan bir şey kaçıracak. Belki de kaykılıp oturduğumdan yoğun bakımda inleyenlerin sayısını seçemiyorum. Annem yıkayıp yıkayıp giydiği iri lale desenli elbisesiyle sadece uzaktan temaşa edebildiğimiz, hayalini kurduğumuz baharları halılara sürüklüyor, odadan odaya yürüyüşler yapıyor, görüp dokunamadıklarımızın desenini deterjan kokularına buluyor.”

“Çocuklara konan zalim sokağa çıkma yasağı yüzünden rengi solmuş, her an ağlamaklı yüzüyle tekne kazıntısı küçük kız çıktı kapıya. Perihan hanım sesleniyor, zahmet etmeyelim ama bir kilo un, bir paket irmik, kabartma tozu şeker ve vanilya getirirse makbule geçer, yumurtamız var, ha bir de iki şişe süt. Yusufçum tatlıdan yollarım size de gerçi şimdi yokuş yukarı malzeme taşımana…”

“Korona duygusallığımdan istifade bir süredir pişkince içeri girmeye alışan kargacık bilgisayar masama yerleşmiş bulunuyor. Sağ yanağındaki-yanak denirse, canı ne ki- minik beyaz benekten kolayca tanıdığım akıl küpü kuşun güzergahı belli oldu. Virüs havalar ısındıkça etkisini kaybeder safsatasına inansak bile ısı çok düşük hala, iklim değişikliği yağmurlarıyla sel gidiyor. Karga yolun karşısındaki binanın üst kat balkonlarını yurt edinmiş. Geçenlerde binanın çatısındaki ısı panelinin altında ortaya çıkan üç yavru martıya yaklaşıp korkutmasını izledim. Bir yandan da başka balkonlarda ne bulursa, köfte, kâğıt, mandal alıp masama getiriyor. Gözüm ekranda, bakan konuşurken gözünden yaş geldi bu sefer, ölümlerin nasıl acı vererek gerçekleştiğine dair ürkütücü ayrıntılara girdi. Virüs kitleleri yönetmek için uyduruldu diyenlere cevap veriyor zahir. Yan binamızda genç bir karı koca öldü ve hızla akciğer yetmezliği gelişmiş ikisinde birden. Sosyal medyada maske takmayanların çokluğundan şikâyet edip herkes birbirine tükürse ve bu iş bitse yazmış öfkeli biri.”

“Birkaç adım atınca dünyanın yarısını katetmiş gibi mutlulukla kaplanan hüzünlü boncuk gözlere odaklıyorum dürbünü. Balkona düşüveren yavruyu eline alıp sandalyeye çıkan genç adamın üzerindeki koyu yeşil tişörtün sonuncusunu aldım sanıyordum. Demek bir tane daha kalmış mağazada. Alnında çocukluktan kalma ince uzun bir deniz kabuğu izi var. Sürekli düşündüğüm şey buydu, biri gelip yavruları çatıdan aşağıya iteklemeli. Genç adam boşluğa doğru savruluyor yavruyu.”

Zeynep Satı Yalçın’dan Sarışın Soğuklar

İkinci öykü, Zeynep Sati Yalçın’ın Sarışın Soğuklar isimli öyküsü. Canlı bir öykü bu. Hayatın rengini öykü yapıp sunmuş bizlere Yalçın. Duygu seli dedikleri hareketlilik hiç eksilmeden devam ediyor öykünün sonuna kadar. Sağlam bir kurgusu da var. Son cümleye kadar okuyucuyu kendinde tutan öykülerden. Son nokta son cümle. İçimizin kırıldığını hissediyoruz.

“Bir uçurumun kıyısındaki çalılara takılı kalmıştı kanatları ve iç burkan sesi. Birazcık da işe yaramayacak kadar azıcık da ben içime koyup getirdim. Sesi olmadan çırpınamazdı, ağlayamazdı. Kanadı olmasa uçamazdı. İşte bu yüzden sesinin de kanatlarının da çoğu orada, azıcığı bende kaldı. Seneler seneler sonra çıkıp geldi. Geldi ve bana yeniden içimdekilere inanmayı öğretti.

Balkon demirine konmuştu, kocaman gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bakmıştı, bir de meraklı insanlar gibi içeriyi görmeye çalışırcasına kafasını eğmişti. Ellerim deterjanlıydı, yanına çıkamadım, o da uçup gitti.

Sonra yine geldi, daha balkona yaklaşırken ilginç çırpınışından anladım bu karganın gerçekten bir karga olmadığını.

Aylardan nisan, bildiğimiz Ankara nisanı, güneş ısıtır gibi gülümser yüzümüze, ama soğukluğunu fark ettirmeden içten içe dolar hücrelerimize, zangır zangır titretiverir vücudumuzu baharın ortasında. Öyle sinsi bir soğuk işte...”

“Araba ve insan gürültüsü olmayınca, doğanın ayrıntılarla dolu seslerini duydum. Uzaklardan rüzgârın getirdiği fısıltılar doldu kulağıma ilk olarak. Ses, boğuk değil de kuru yapraklara bulanmışçasına biraz hışırtılıydı. İnsanların yoğun ses dalgaları tarafından yutulmadığı için artık duyulabilir kıvamdaydı, gözümü yumup dinledim, bana “Ablan gelecek, ablan gelecek...” dedi, kalbim bir hoş oldu. Sanki kıyı köşeye gizlenmiş börtü böceğin en düşük desibelli cığırtısını, yeraltı kaynaklarının gümbürtüsünü bile işittim, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu, ne heyecan verici!”

“Gak, gak!
Sesiyle hava titreşti, sakin denizin yüzeyinde aniden fırtına çıkmış gibi oldu, güçlü dalganın çarpışını duyumsadım sırtımda, küçük bir çığlıkla yerimden zıpladım. Demin balkon demirine konmuş, balkonu kolaçan ediyordu. Şimdi de konacak gibi yaptı, gözümün içine dik dik bakıp çığlığımı duyunca uçtu gitti. Hamura mı göz koydu bu akıllı?

Yine geldi, dönenip duruyor balkonun çevresinde... Her korkuya pabuç bırakılmaz, altı üstü bir avuççuk kuş. Bildiğimiz karga işte, korkacak ne var… Ben cesur olursam o da cesur olur, anlaşırız belki. Sadece korkaklar anlaşamaz.

Tam da böyle bir havada, kim okur kitabı…”

“Kıvrım kıvrımdı yollar… Yolun yol olduğunu bildiren şey, tekerlek izleriydi. Bir aracın buradan geçtiğini, öyleyse yine geçebileceğini de bildiren izler... Çift değil de tek iz olsaydı, adı patika olurdu. Patikaya keçi yolu deniliyor, hâlbuki insanlar geçmedikçe keçinin geçiş izi belli bile olmuyordu. Keçiler daha yüksek bir tepedeydi, onları okşayacaktık…”

“Dedim ki ona: “Abla, seni ne çok aradık. Hâlâ arıyorlar, bana söylemeseler de biliyorum, hep bir iz peşinde babam. Desem şimdi seni burada diye, inanmazlar, demeyeceğim. Ama ben inanıyorum sana. Her gün gel, ben sana ne istersen alırım. Beslerim, banyoda yıkarım, mikroplardan arınırsın, tüylerini tararım, istersen parfüm bile sıkarız. Bazada senelerdir sakladığımız elbiselerini gösteririm sana, görsen minik minik pijamalar, fiyonklu elbiseler... Hatırlıyor musun onları? Sonra … Neyse boş ver o elbiseyi. Hep gel olur mu?”

Annem çat diye açtı balkonu. Ablam da ben de sıçradık, uçup gidecek diye ödüm koptu, ama o yine kaçmadı benden. Anneme dikti gözünü, ama annem onun varlığıyla ilgilenmeden konuşarak hamura yöneldi.”

“Kollarımı indirdim, ablamın kanatlarını yaptığı gibi iki yanıma yapıştırdım, karşısında durdum. Ablama benzeyen gözleriyle beni inceliyordu. Artık kendimi tutamadım. “Ablama!” diye fısıldadım.

Annemin gözleri fal taşı gibi açıldı. Sanki bana inanmaya hazırmış gibiydi. Uzun uzun yüzüme baktı, ben de ona baktım.

“O karga ablamdı anne…”

Elinin hamuruyla unları saça savura sarıldı bana, ikimiz de ağladık.”

Köprüden Sonra Hep Çıkış

İsmail Sert’in Köprüden Sonra Hep Çıkış öyküsünü bir köprü güzellemesi tadında okudum. Bir köprünün üzerinde akan suyla beraber hayatı temaşa eden bu öyküde yaşanan durum, öykünün imkânları ile buluşarak iki yaka arasında gidip gelen bir ruh haletinin sözcülüğünü üstlenmiş.

“Köprünün başında durdum, nefesleniyorum.
Ne halde olduğuma dair, kendime (evet, kendime) anlatacaklarım olmalı. Ancak olmuyor. Toparlayamıyorum.
Bir nefeste de geçebilirim köprüyü. Adımım uzar köprü olur. Ya da köprü kısalır, sığar adımıma. Köprünün başında aldığım nefes, köprü bittiğinde hala duruyor olur içimde. Başımı gökyüzüne çevirip salıveririm: “Ohh, dünya varmış.”
Ya da durduğum bu yerden geri dönebilirim. Geldiğim yollar aklımda. Hayatımın bundan önce atılmış bütün adımlarının sonunda, köprünün başındayım. Bütün mümkünler bana yakın, bana yapışık…”

“Acilen köprünün dilini öğrenmek istiyorum. Köprünün gülüşlerini ve duruşlarını, gülüşlerini ve soruşlarını, gülüşlerini ve tekrarlayışlarını kapmak istiyorum.
Dünyanın dönüşü en güzel köprüden görünüyor. Seyretmek ve seyretmeye doymak istiyorum. Hafiflemek istiyorum. Köprüde olduğuma göre isteyebilirim.
Yürüyorum. Köprü zaten yürüme yeridir. Yavaş ya da hızlı. Orta yavaş ya da hızlı orta. Ritim size bırakılmıştır. Karışılmaz. Köprüde yürünür. Yürümeye itiraz edemez, duramazsınız.
Altından sular akar köprülerin. Hem de ne sular… Hep bu dille anlatılır. Köprülerin hafızalarında kayıtlıdır. Suların nereye vardığı bilinmese de aktığı bilinir.”

Mustafa Şahin’le Gömleği Yalnız Üzerine

Mustafa Şahin’in Gömleği Yalnız kitabı uzun yıllardır beklenen kitaplardandı. Şahin, nihayet çıkardı kitabını. Kitap hak ettiği ilgiyi de gördü. Öykünün şiirle harmanlaşmış haline örnek olacak öyküler var Gömleği Yalnız’da. Heceöykü’de Şahin ile bir söyleşi yapılmış. Sorular İsmail Sert’ten.

“Yazının, metnin, öykünün, cümlenin her zaman yanında, içinde, kıyısında yaşadım. Hatta başka yerde hiç olmadım ama yazdıklarımın kitaplaşması gerektiğine uzun yıllar ikna olamadım. Öykülerimin zamana mukavemetleri konusunda da tereddütlerim vardı. Şimdi de emin olduğumdan değil iyi birkaç insan “İyi olur” dedi, ben de “Tamam” dedim.

Kitap, bir bütünlüğü gerektiriyor. Ben o bütünlüğü bir türlü yakalayamıyordum. İç dünyamda sık sık kendimden uzaklaşıyor, kendime dönmekte zorlanıyordum. Tabii o beklediğim bütünlüğü hiçbir zaman yakalayamayacağımı, öyle bir şey olmayacağını gösterdi bana hayat. Hâl böyle olunca, ilk öykülerim bana göre değil ama çoğu kişiye göre hayli gecikmeli olarak kitaplaştı. Dediğim gibi, buna da bir başıma karar vermedim. Dergilerde kalan bu öyküleri unutmayan birkaç arkadaşın ısrarıyla, bir arkadaşın da on iki öykünün yer aldığı dosyayı derleyip bana vermesi ve “bu bir kitap” demesiyle kitaplaştı. Daha önceki yıllarda da bunu yapan arkadaşlar olmuştu. Onlara karşı mahcubum ama işte o zamanlar gönlüme yatmamıştı.

Bu gecikmemi daha geriye götürebilirim. Şöyle: Gençlik trenini kaçırınca ve akranlarımdan geride kaldığımı fark edince, kitap fikrinden hicap duyar hale geldim. Vakit saat işte. Gömleği Yalnız’daki öykülerin bazısı otuz, bazısı yirmi beş, bazısı yirmi sene bekledi. Yazmakta değil ama kitaplaştırmada geciktim galiba. Sahi geciktim mi, ondan da emin değilim. Siz “geciktiniz, herkesin ortak görüşü bu” deyince ben de kabullendim. Kafa kâğıdım evet eski tamam ama ne diyeyim, yağmur yağdı böyle oldu. Bir de izninizle başka bir şey söyleyeyim bu bahiste. Metinlerden kopmam kolay olmadı, kolay olmuyor benim için. Onlardan ayrılamıyor, vedalaşamıyor, sonlandıramıyorum. Hayatta arkasına bakanların fazla yol alamadığını gördüm ama elimde değil, ben hep arkama bakarım. Kitaplaşırlarsa onlarla konuşamam, onlara dokunamam, onlardan koparım diye mi yoksa başka kaygılarla mı bilemiyorum ama ben metinden ayrılamıyordum. Nitekim korktuğum oldu. Kitabı, kitap olarak okuyamadım.”

“Eski dilimizin eski şiirimizle birlikte, iç içe yaşadığı, yaşandığı bir evde büyüdüm. Büyüklerimizin dilinde, ezberinde her hâle uygun mısralar, beyitler, dörtlükler vardı. Anadolu’da o canım şiirlerin, hangi yollardan geçerek bizimki gibi köylere ulaştığını bugün dahi anlayamıyorum. Şimdi otobanlardan, duble yollardan şiir yahut şarkı gitmiyor. Büyüklerimiz taşı tam gediğine koyarlardı ve yerli yerince şiir söylerlerdi. Daha sonra, çok sonra o mısraların, o beyitlerin Yunus gibi, Eşrefoğlu gibi, Niyazî Mısrî gibi suyu kaynağından içmiş ulu zatların olduğunu öğrenecektim. Dillerindeki yüzlerce beyit, dünya kadar kıssa ve menkıbe, deyim gibi, atasözü gibi günlük meramlarının birer parçasıydı. Hazin olan bunları önce kaybetmek, sevindirici olansa tekrar bulmak. Okumuşluk malum herkesi önce kendine yabancılaştırıyor. Beni de oturduğum yerde ağız tadıma yabancılaştırdı ve ben de kıymettar olanın uzakta olduğu zehabına kapıldım. Gençken ben de elimdeki avucumdakinin pek de bir şey olmadığını düşündüm. Şükür ki hareket noktamı hatırlayamayacak kadar uzaklaşmadım. Belli bir yaşa gelip kendimi dinlemeye başlayınca ağız tadımın fazla da değişmediğini, değişmeyeceğini, kendimden fazla da uzaklaşamayacağımı fark ettim.”

“Kitap yayınlanınca sadece elime aldım ama açıp okuyamadım. Çok beklemekten bir hâl olan bu öykülerin, “artık senden kurtulduk” dediklerini hissettim. Onlar adına iyi oldu ama benim endişelerim azalmadı, arttı. Onlara hikâye mi öykü mü diyeceğimi bile bilemiyorum. Bir şeyi tahkiye etmediğime göre öykü olmalılar sanıyorum. “Fena” hayattan kurtardım mı onları bilmiyorum. Sadece derlendiler ve benden ayrıldılar. Ayrılık iyi değil aslında. Hayat bize nasıl davranıyorsa metinlere de öyle davranıyor. Hoyrat, kaba, özensiz olabiliyor. Neyse, bu öykülerin zapta geçmeleri, bir kapakları olması, isimlenmeleri iyi mi oldu. İyi oldu.”

Yedi İklim Dergisi’nden Osman Sarı dosyası

365. sayısında Ayasofya kapağı ile okurlarına ulaştı Yedi İklim Dergisi. Dergide Ayasofya konulu birkaç yazı olsaydı kapak kompozisyonunu tamamlardı bu ince ayrıntı. Ali Büyükçapar’ın Ayasofya’nın Gizli Tarihi isimli yazısı dergide kapak bütünlüğünü tamamlayan bir çalışma olarak kabul edilebilir.

Dergide Osman Sarı dosyası geniş bir yer tutuyor. Osman Sarı denince aklıma ilk anda; diriliş, Önce Giden Atlılar, Taş Gazeli gelir. Tüm bu konular işlenmiş dosyada.

Mehmet Özger’in “Osman Sarı Şiiri” isimli yazısı ile başlıyor dosya. Özellikle şiir ve gelenek üzerine dikkat çeken ifadeler var yazıda. Geleneği şiire aktarma bağlamında Osman Sarı şiiri üzerinde duruyor Özger.

“Osman Sarı şiirlerinde geleneğe uygun olarak şah beyit denebilecek beyitler sık sık karşımıza çıkar. Bu sebeple olsa gerektir ki kimi şiirleri de bestelenmiştir. Geleneğin şair için en riskli tarafı, eskileri olduğu gibi tekrar etmektir. Osman Sarı birçok beyitinde bu riskli alanı başarıyla geçmiştir. Söz gelimi belki binlerce şiirde geçen Leyla ve çöl mazmununu (mazmun: kalıplaşmış imge) yepyeni bir imgeye çevirmiştir: ‘Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu Leyla / Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin’

“Geleneği dönüştürmek, göründüğü kadar kolay değildir. Bir mazmunu, bir imgeyi ya da sesi günümüzün söyleyiş biçimine ve sesine uyarlamak gerekir. Bizim gibi kendi kültürüne uzak düşmüş milletlerde bu çok daha zordur. Şeyh Galib’in ‘O zaman ki bezm-i canda bölüşüldü, kâle-i kâm / Bize hisse-i muhabbet dil-i pâre pâre düştü’ beytinin anlamını Osman Sarı’nın ‘Kalmak’ şiirindeki şu dizede bulmak mümkün: ‘Her şey paylaşıldı bir hüzün kaldı bana / Bir de kurşun gibidir o sözün kaldı bana” Yine aynı şiirde ‘Bir gül açmasın diyedir bütün yaptıkları / Ey gül- toprağına bir gübre olmak-kaldı bana’ beyitindeki gül mazmunu, çok müstamel bir mazmunun yeni bir söyleyişidir.”

Taş Gazeli’ne dair

“Modernleşme Paradigmalarına ve Kentsel Düzene Reddiye Taş Gazeli” isimli yazısı ile Beyhan Kanter, Osman Sarı’nın Taş Gazeli isimli şiirini modernleşme merkezine alarak tahlil ediyor. Taşın modern bir imge olarak insanın sosyal imkânları üzerinde oluşturduğu baskıya şahit oluyoruz bu şiirde. Kanter de özellikle çağ eleştirisi vurgusu yapıyor.

“Sarı’nın şiirlerinde beton yapılar, bulvarlar ve duvarlar, modern hayatın eleştirisi için kullanılan araç-semboller olarak yer aldığı gibi hayatın anlamını yitirmesi ve insanî duyarlıkların körelmesi imgelerin ardına yaslanan bir söyleyişle dile gelir. Osman Sarı’nın şiirlerinin geneline bakıldığı zaman kentleşmenin yol açtığı betonlaşmayı eleştiren çağrışımların yoğun olarak yer aldığı görülmektedir. Hem biçim hem de öz bakımından divan şiirinin etkisinin sezildiği ‘Taş Gazeli’ şiiri de beşerî aşkın ve naatın iç içe geçtiği, modern çağın eleştirildiği metaforik yakınmalardan oluşmaktadır.  ‘Taş Gazeli’ şiirinin kelime kadrosunu daha çok taşın çağrışım alanı içerisine giren geleneksel ve modern motifler / unsurlar oluşturmaktadır.”

“Şiirde, modernliğe ilişkin metaforik bir eleştiri de taşın karşısına çöl konularak yapılıyor. ‘Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu Leyla / Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin’ dizelerinde geleneksel anlatıya göre çölde yaşayan Leyla’nın, Osman Sarı’nın muhayyilesinde dağlara çıkmış ve kendi aidiyet alanından uzaklaşmış olarak yansıtılması, metaforik bir söyleyişle yaşanılan çağın ve kalplerin çölleşmesine, kuraklaşmasına işaret eder. Şairin modernleşme eleştirisi sadece taş metaforuyla temsil edilen insanlar üzerinden değil aynı zamanda betonlaşmaya karşı oluş üzerinden de yapılır.”

Taş Gazeli’nde Türkçe’nin imkânlarını yoklamak

Mahmut Babacan, Taş Gazeli’ni dilin kullanım özellikleri ve edebi sanatlar bağlamında ele alıyor. Şiirde kullanılan deyimleri şiire kattığı anlatım zenginliği de yazıda örneklerle veriliyor.

“Osman Sarı’nın şiirlerini okuduğumuzda telmih kıvamında eski şiir geleneğinden yararlanan simgeler yer aldığı gibi hem de Türkçenin deyim imkânlarını kullanan değişik söyleyişe sahip modern bir şairle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.”

“Birine gözümüzü dikersek, nazar değer; ya taşlaşırız, donarız ya da sert isek parçalanırız. Sevgiliye şair gözümü dikme, çünkü şimşek gibi bakışına –nazara- dayanamayan taşın parça parça olduğunu söyler:

Gözünü dikme taşa işte parça parçadır
Şimşektir bir bakışın dayanır mı taş senin”

“Yaşadığı devrin taş devrinden farksız olduğunu anlatan şair, çağımızda insanların beton ve taşa bu kadar rağbet göstermesinden taşı sorumlu tutulmaması ve taşın üstüne bu kadar gidilmemesi gerektiğini söyler:

Bir taş devridir ama bağışla beni
Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin”

“Osman Sarı bir ülküsü olan şairdir. Onun amacı, çürümüş devrimleri bir bir yürürlükten kaldırmaktır. Zaten zaman çürümüş devrimleri arkasından taşlar bırakarak yeni devrimle devirmiştir. Her devrim, devirdiği devrimin liderlerinin taş heykelini devirmekle başlar. Yeni devrimler de devrimcisinin taştan heykelinin dikilmesiyle somutlaşır.”

Şiir atlarının peşinde koşan bir şair

Dosyadan yapacağım son paylaşım Aykağan Yüce’ye ait “Şiir Atlarının Peşinde Koşan Bir Şair” yazısından olacak. Osman Sarı şiirinde doludizgin yol alan atların şairin şiirine kattığı anlam zenginliklerini Önde Giden Atlılar’ın rehberliğinde sunuyor. Şairin duyarlılıkları, ümmet bilinci, hassasiyetleri şiirlerinden örnekler eşliğinde okuyucuya ulaştırılmış.

“Osman Sarı yaşadığı dönemde İslami duyarlılığı en üst seviyelerde yaşamış ve inanç romantizmin duygusallığını şiirine yansıtmış birisi.”

“Kurşun Gazeli, İslam’ın ilk uyanışının özelliklerini taşıyan bir şiir. Müslümanların Bedir’de, Uhud’da, Hendek’teki kutlu yürüyüşünün izleri yansıyor.

Seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste
Bir Ebubekir kıldı bir Ömer kıldı beni”

“Şehit Söylevi epik şiirin bütün unsurlarının kullanıldığı bir şiir. Petrol, silah, tank, jet gibi modern teçhizatın varlığına karşı şair Akif’in tek dişi kalmış canavar dizelerine gönderme yaparak uygarlık vermişsiniz geri alın diyerek konumunu belirler.”

Şiir, iktidar ve kültürel iktidar

Mehmet Özger, şiir ve iktidar ilişkisine geçmişten günümüze uzanan bir çizgide açılımlar getirmiş. Özellikle kültürel iktidar yaklaşımı hepimizin içini acıtan gerçeklikleri barındırıyor.

“Osmanlı’da iktidar, şiiri belirlemiştir. Ne var ki şöyle bir ek bilgi de vermek gerekir bu konuda. Hem Osmanlı hem de Orta Asya’ya hükmeden hükümdarlar, zamanın seçkin sanatkârlarını etrafında toplardı. Bu da dönemin sanatlarının çıtasını yüksek tutardı. Osmanlı’da padişahlar, şiir ve müzik bilgisinden haberdar, zevk sahibi kimseler olarak yetiştirildikleri için meclislerinde sanatkâra kıymet vermişler ve sanat alanında belli bir inceliğe ulaşmışlardır. Bu sebeple mimari, giyim kuşam, vb. alanlarda olduğu gibi şiir alanında da sarayın ölçütleri, şiirin ölçütleri olarak görülmüştür. Sarayın büyük şairi, sultanü’ş-şuara’dır. Doğal olarak sarayın şairi, aynı zamanda o dönem şiirinin ölçütüdür de.”

“Cumhuriyet döneminde şiirin bağımsız olmasına izin verilmemiştir. Ece Ayhan, İkinci Yeni şiirinin ve şairlerinin muhalif tavrıdır. Attila İlhan, Garip şiirini İnönü diktasının bir ürünü olarak görür. Önceki şairlerin çoğu ya biat ederek ya suya sabuna dokunmayarak varlığını sürdürmüştür. Arada farklı sesler çıkmış ama onlar da bedel ödemişlerdir. Ya sürgün ya hapishane ya da yok görülme, muhalif şairlerin kaderidir.”

Yedi İklim’den bir öykü

İsmail Demirel’in Kuşlar da Uçtu öyküsü, rüya ile gerçek arasında hayatın nefes alıp verişinin hissedildiği canlı bir öykü. Dört bölüm var dört ayrı dünya. Şiirin ayak seslerinin hissedildiği Kuşlar da Uçtu, Yedi iklim 365. sayıda okuyucularını bekliyor.

“Derken az önce gördüğümü düşündüğüm kuşlar, kırk kuş yüzleri güler bir halde, karınlarını doyurmanın verdiği mutlulukla uçuyorlardı. Peşlerinde duttaki iki kuş. Bulundukları konumdan alçalıp çocukların oyun sahasındaki cevizin etrafında birkaç tur attılar. Ardından göğe yükseldiler…

Uçtular, uçtular, uzaklaşıp gittiler…
Emir ve arkadaşları da peşlerinden…
Kuş olup uçtular…
Birer birer göğe süzüldüler…”

“Şaşırdım halimi oyun edecekti, biliyorum, fırsat vermedim. ‘Sabah oldu beyefendi haydi, sabah. Haydi bakalım, annem babam gelmeden çık bakalım yatağından.’ diyebildim.  Altta kalmamak için. ‘Tamam be, sen de şakaya gelnmiyorsun hiç’, dedi pis pis sırıtarak.”

“Birkaç gündür aynı rüyayı görüyordum. Zirvesine ulaşmaya çalıştığım bir dağın tepesinden yuvarlanıyordum. Bizim Emir’in arkadaşlarının yanına yüzükoyun düşüyordum. Acıyarak bakıyorlardı bana. Tam da benim onlara baktığım gibi.”

Yedi İklim’den şiirler

 Bir karınca kimleri yerinden edebilir söyle hadi
Söyle kuşların en sevdiği mevsime hangi anne uzak
Sen böyle kaç bin yıl beklemeyi öğreten
Az ötedesin her sabah
Öyle ışıldıyor boşluk baktıkça
Baktıkça sen ne güzelsin

Aynada usulca görünen şu inilti
Nereli şu göğsümüzde çırpınan kuş
Nereli o üşüyen kuşun kalbi

Gökhan Serter

Etimle ve ruhumla buradayım, henüz ölmedim
Yıllarımı sırtlandım, umut etmek için çok yaşlıyım
Tutkunun kanat olduğuna dair şüphelerim var, sizin yok mu
Aynada sürekli cesedini selamlayan benden, başka bir şey beklemeyin

Sulhi Ceylan

vücudu paramparça çehresi mütebessim
yavruyu annesinin son bir kere sarışı

yüreklere oturan boğazda düğümlenen
acının alt yazıda pervasızca akışı

asal yalnızlığını bir ile bölmeyip de
bu kusurlu şairin hep artanlı kalışı

Aziz Kağan Güneş

Yanmak yan gelip yatmak mı dost
Yanmış küllenmiş ismin son haliyim
Ya ışıtmayı unutmuş nücümden
Yarasa burcunda tabir bulmak

Hayretimi kaybettim hayret
Ha odun ha suret olmayan su
Ha siretim daim söyleşen sirkatim
Hay! Hayat nedir bilsem hayıflanmam

İshak Aslan

Ben böyle istemedim kapılar sert çekti beni
ansızın iki kurşunun havada çarpışması gibi
dışımda bitince içimde devam eden savaşlar
silahlı tarafsızlığım en güzel savunma biçimi

Benden sonraki ilk iş günü gibi dünyanın
bir salıncak kurdum hayatla hayal arasında
sesim en derin çukurlara düşüp çıkıyor
gidip geldikçe bir uçtan öbür uçuruma

Mustafa Könecoğlu

alamet ki aşk insan insana taşınır
geceleri Nuh tufanına çalışırım su alırken gemi
bana noktalarımdan başla, hor görülen ellerimden
celladın bıraktığı yerden devam et boynuma
felaha ermeden fenaya tutulmuşsun, alnın ateş
gül görünce terleyen gönlün gözlerinden sürmeli

Cengizhan Konuş

Değildiniz ebu gureybte gövdesi sıyrılmış servi
Bağdat’a Kabil’e yağan rahmetten damla
Büyüyemeyen bebeler şekva etti
Büyüyen son çiçekler de toprağı eledi

Hafif bir tebessümle süslendi gün
İnsi terk edip gülmek dirimden bir cüz
Değil. Fıtri değil, aceme üstünlük

Bir yazılım bir eleman bir teçhizat gibi
Güncellendiniz!

Ethem Erdoğan

olduğu yerde batmak istiyor o vakit güneş
unutulmuş birkaç yıldız kalıyor geriye
provasız bir yalnızlıkta durmak
ki korkunç bir sessizliktir bu durak

çünkü bir ses
aynadan nasıl geri döner bilirim
büyüdükçe kaybolan harfleri
ve çıtırtısız yanan ateşi

Ayşe Altıntaş

Ay Vakti 187. sayı

Ay Vaki Dergisi’nin 187. sayısından yapacağım ilk paylaşım derginin giriş yazısından olacak. Bir Ayasofya yazısı bu. Yapılışından başlayıp Ayasofya’nın yaşadığı değişimler ele alınmış yazıda.

“Ayasofya, Pagan Roma’nın Hıristiyanlara yaptığı zulümlere son verip ibadet serbestliği tanımasının ardından, İmparator Konstantinus tarafından 360 senesinde inşa edilmiştir. Ayasofya, Doğu Hıristiyanlığının Kudüs’ten sonraki dini merkezi olduğu gibi İslamiyet’in yayıldığı coğrafyada da kutsal bir yer olarak görülmüştür.

İnşasından itibaren felaketlere ve güzelliklere tanık, çeşitli efsanelere de konu olmuştur. Hakkında çok şey yazılmış ve anlatılmıştır. Yapımından elli sene sonra çıkan bir ayaklanmada yakılmıştır. Nika Ayaklanmasında (532) yakılıp harap edilmiştir. Üçüncü kez inşası İustinianos döneminde seçkin mimarlar ve binlerce işçi tarafından gerçekleştirilmiştir. İmparatorluğun her yanından malzemeler getirilmiş; Mısır’da Heliopolis’ten sekiz büyük kırmızı porfir sütun, Efes’teki Artemis Mabedi’nden, Kyzikos ve Suriye’de Ba’lebek’ten mermer sütunlar alınmıştır. 537 yılında görkemli törenlerle açılışı yapılmış bu açılışta İustinianos, kilisenin ortasında “Seni geçtim Süleyman!” diye kibrini izhar etmesi kayıtlara geçmiştir. 558’de kubbenin doğu tarafı çöker. İkonaklazm/tasvir kırıcılığı döneminde en seçkin mozaikleri kazınmıştır. 869 depreminde kubbede çatlaklar oluşmuş, elli altı yıl süren bir tadilattan sonra ibadete açılabilmiştir. Latinlerin yani Katoliklerin 4. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’u işgal ve talan edip kiliseyi katedrale çevirmeleriyle Ayasofya başka bir dram yaşamıştır. 1346’da bu kez sebepsiz olarak doğudaki baş kemerle kubbenin bir bölümü çökmüştür.”

“Türkiye’de; Balkan, Cihan ve İstiklal harplerinin ardından bütün kurumlarında olduğu gibi Ayasofya’yı da içine alan bir hesaplaşma dönemi yaşanmıştır. Giyimkuşamdan eğitime, sanat ve edebiyattan siyasete ve dini kurumlara varıncaya kadar her şey elden geçirilmiştir. Çağdaşlık ve modernleşme teziyle adım adım ilerleyen radikal değişim süreci 1930’lu yılların ilk yarısında büyük ölçüde tamamlanır. Sürecin uzantısı olarak ezan Türkçe okunmaya başlanmış, akabinde 1934’te Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii ibadete kapatılarak müzeye çevrilmiştir. Tarihi realite ve zaman dondurulmuş, geçmişe dair ne varsa müzelik malzemeye, gelip geçenlerin seyrettiği nesnelere dönüştürülmüştür.

Kalem erbabı da Ayasofya’yı davalarının mühim bir parçası olarak daima gündemde tutmuştur. Sezai Karakoç, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek gibi birçok şair, yazar ve düşünür “Zincirler Kırılsın Ayasofya Açılsın” çığlığını bayraklaştırmıştır. Serdengeçti bu davada idamla yargılanmıştır. 12 Eylül darbesinden kısa süre önce hünkâr mahfili ibadete açılmıştır. Darbeden iki gün sonra tamir bahanesiyle bu mahfil de tekrar kapatılır. 1991’de mahfil açılmış ve kısmen cami olarak hizmet vermeye başlamıştır. 2013’ten itibaren minarelerinden ezanlar yükselmeye başlansa da ana mekân namaza kapalı kalmaya devam etmiştir.

Tarih 10 Temmuz 2020, Cuma… Ayasofya, Danıştay’ın verdiği kararın ardından siyasi iradenin de onayıyla yeniden cami hüviyetine kavuştu.

Ve 24 Temmuz 2020.
Açılış ve ilk Cuma namazı.
Hayırlı olsun.”

Vusul.. usül.. velhasıl..

Şeref Akbaba; Ayasofya’dan, geçmişten, anılardan bahsediyor yazısında.

“Ayasofya yeniden cami hüviyetine kavuştu.
10 Temmuz 2020 karar, 24 Temmuz 2020 Cuma açılış günü.
24 Kasım 1934’te ibadete kapatılmış, müzeye dönüştürülmüştü.
 1453’te Fatih’in İstanbul’u fethiyle, fethin sembolü olarak tarihi kilise camiye çevrilmiş, bir kuvve-i manevi olarak hayatiyetini sürdürmüştü.
“Zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak” betimlemesi milletin, coğrafyanın, ümmetin ortak sesi, talebi ve feryadıydı.
Seküler dünyadan kopuş, yüzyıl sonrasına geri dönüş, farklı din ve milletlerle diyalogları askıya alma gibi indi yorumlarla kafa karıştıranların tahrik ve tazyiklerinin anlamsız, kasıtlı ve yersiz olduğunu zaman gösterecek.
Ayasofya ibadete açıldı. Mescid-i Aksa’nın da özgürleşeceği, Kabe-i Muazzama’ya Müslümanların pasaportsuz gireceği günleri de görürüz inşallah.
Yol sabırdır.
Başka söze ne hacet.”

“Ay Vakti Dergisi’nin katlamalı, ilk sayılarının çıktığı yıllarda dönemin iki radyo ve tv programcısı aramıştı.
Kenan Işık ve Savaş Ay. Kenan Işık işlenen bir konudan ve kuruma gönderilen dergiden ötürü teşekkür etmişti. Yıllar sonra bir salon programında Ay Vakti’nden sitayişle bahsetmiş, program dahilinde olan dergiden bir arkadaşımız kendilerine özel sayımızdan hediye etmişlerdi.
Savaş Ay’da “Dolunay Zamanı” isimli şiirimi talep etmiş, yayınlandığı dergiyi kendisine göndermiştik ve teşekkür etmişti.
Dergilerle ve yeni yazılanlarla ünsiyetleri açısından yad ettik.
Işık’a Allah şifa versin.
Ay’a da Allah rahmet eylesin.”

Sanatın İnsanla İmtihanı

Salih Uçak, yazısında sanat ve sanatçı üzerinden, zamanla değişen sanat algısından ve estetik kaygının insan üzerindeki etkisinden bahsediyor. İçinin güzelliğini, ruhunun estetiğini sanatına yansıtmanın içtenliğini anlatıyor Uçak yazısında.

“Modern insanın ruhsal sefaletiyle yozlaşan sanat, derinliğini kaybetti. Sanat; derin bir sezgi, ince bir kavrayış, vazgeçilmez bir uyum ve ölçünün kompozisyonuyla var olur. Sıradan olan, sanat olamaz. Etiğin ve estetiğin elini eteğini çektiği bir toplumda sanat adına icra edilen her işte hedonist bir çirkinlik tezahür etmeye başlar. Fıtrî olandan, kalpten uzaklaşan “insanın çirkinliği”, sanatla asla bağdaşmaz. Sığ bir sanat felsefesiyle özgün ve ideal olana ulaşmanın imkânsızlığı ortadayken maddeyi ve materyalist anlayışı öne çıkaran doktrinlerin “unique/biricik” sanat eseri ortaya koyamayacağı muhakkaktır. Bugün içi boşaltılan pek çok kavram gibi sanat ve sanatçı kavramı da aslî anlamından uzaklaşmıştır.”

“Sanat dünyasında bir değer söz konusu olacaksa bu öncelikle sanatçının kendi eserine ve estetik kaygıyla sanatı değerlendiren muhatabı için olmalıdır. Sanat eserinin gerçek muhatabıyla -okur, dinleyici, seyirci, sanatsever- karşı karşıya geldiğinde kazandığı anlam bütün maddi ölçülerin, değerlerin üstündedir. Bu bağlamda estetik değer ölçümünün mahiyeti önemlidir. Eserin ne ile ölçüldüğü nasıl ölçüldüğü bu sayede anlam kazanmış olacaktır.”

Sanatçı, güzelin betiminden sorumludur. Sanatın ve sanatçının gücü de buradan gelir. Toplum adına düş gören, düşleyen; düşlerini hakikat aynasında yorumlamakla mesul olan sanatçı ireel olanı, reel olana dönüştürmektedir. Mimar Sinan, Sedefkâr Mehmet Ağa gibi mimarlar, gördükleri düşleri taşlara anlatabilen ender sanatçılardan oldular.”

Aşkın derûnî yanlarına köprü kurar türküler...

İsmail Bingöl, yazısında türkülerin açtığı gönül yolculuğunun insana kattığı eşsiz güzellikleri sıralamış. Şiirlerle, şehirlerle, gönle sunduğu muhabbet iklimiyle türküler eşlik ediyor yazıda bizlere. Erzurum yöresinden başlayıp türkülerinin sesinin ulaştığı büyük bir coğrafya var karşımızda. Aşkıyla, sevdasıyla, sevinci ve hüznüyle…

“Gecenin bir yarısı… Çoğu kişi uykunun derin kollarına bırakmış bedenini… Böylece gündüz yaşanan birçok gerginliğin, sıkıntının, gerek fizikî gerek ruhî manada yorduğu vücut, git gide bütün azaları bürüyen bir ağırlığın eseri olmuş ve gözler kapanmıştır. Ben ise çoğu zaman olduğu gibi yine masamın başında bir şeyler okumakla ya da karalamakla meşgulüm. Yıllardır aynı minval üzere devam eden ve bırakmak istesem de bırakamayacağım, beni istila etmiş bu durum, alışkanlık desem alışkanlık değil, bağlılık desem bağlılık değil. Ancak kitap ve yazı sevdalılarının daha iyi anlayacağı bu hareket tarzını herhangi bir şekilde tanımlamak ya da isimlendirmek de gerekmez. Yıllardır birbirinin her halini içtenlikle karşılamış, her şekilde birbirine dostça davranmış, hiç ihanet etmemiş, üzüldüğünde teselli etmiş, sevindiğinde buna sevinçle karşılık vermiştir kitaplar ve kalemden dökülen cümleler.”

“Türkülerin görkeminden, güzelliğinden ilham alınarak söylenen, daha nice şiir ve bu şiirleri söyleyen nice şair ve Türkün coğrafyalarına seslenen, sözün ve nağmenin etkisiyle buraları yurt haline getirmemize yardımcı olan, vatan olarak bellememizi sağlayan daha nice türkümüz vardır. Uzun vakitler boyunca hakimiyetimizde kalıp, sonrasında bırakmak zorunda kaldığımız topraklarda bile hâlâ bizim türkümüz söylenmeye, bizim adaletimiz ve kahramanlığımız anlatılmaya devam etmektedir. Artık sınırlarımız için de olmasa dahi, türkülerimiz oralarda söylendikçe ve atalarımızın izleri, yaptıkları, ettikleri o ülkelerde dillendirildikçe, buralar gönül coğrafyamızda yer almaya devam edeceklerdir. Çünkü türkünün sınırı olamaz.”

“Akşam olur karanlığa kalırsın...
 / Derin derin sevdalara dalarsın...

 Beni koyup yad ellere varırsın...
/ Sana zulüm, bana ölüm değil mi?

Kim söylemiştir, hangi yürekten dökülmüştür; bir yalvarışla, bir ağlayışla söylenen bu sözler… Sevdasını anlatırken gövdesini, aşk uğruna ateşlere atan, sevdiği için ölümü bile göze alan bu kişi kimdir, nerelidir, adı sanı nedir? Şekli şemaili bilinir mi? Kim görmüştür, kim konuşmuştur onunla… Ne zaman yaşamıştır ve nerede ölmüştür? Bunların hiçbirinin önemi yoktur. Zaten kimse de dikkat etmez bu ayrıntılara… Asıl önemli olan söyleyen ve söylenendir. Söylenen; zamanın bir yerinden bize seslenen türküdür, söyleyen ise koskoca gövdesiyle vatan toprağını kaplayan büyük bir millettir; Türk milletidir. Onun muhayyilesinden, onun kolektif şuurundan neşet etmiştir bu türküler ve bizim dünya yüzündeki hayat maceramızı anlatmaktadır. Hepsi topyekûn bizi hikâye eder; bizim anlayışımızı, bizim bakış açımızı, bizim ortak yanlarımızı, bizim sevgimizi, bizim şefkatimizi, bizim inceliğimizi, bizim maşerî vicdanımızı ve millet olarak karakterimizle ilgili daha birçok yanımızı ortaya koyar.”

Kudüs Çocukları

Kudüs ve çocuk kavramları yan yana gelince acı ve hüzün de ister istemez gelip içimizin en kuytu yerine yerleşiyor. Kuşların bile hüzünle kanat çırptığı Kudüs’ün bir gün özgür olması ve çocukların umutları için dua dua göğe yükselmeli ümmetin direnci. Fulya Eksik, “Kudüs Çocukları” isimli yazısında içimizdeki acılara ses oluyor.

“İnsanların olduğu gibi şehirlerin de kaderi vardır Frezya. Bazı şehirlerden eğlence sesleri yükselir, sanırsın ki oradaki herkes çok mutlu. Bilmezsin gecenin gürültüsü dağıldığında kim ne kadar yalnız. Bazı şehirlerin de kolu kanadı kırılmıştır; ağıtları, inlemeleri gökyüzünü kaplar, sanırsın ki herkes çok üzgün. Bilemezsin kim kırık gönlüyle şükreder Rabbine ve bu dünyada hüznü isteyip de mutlu olur. Şehirlerin gürültüsü de, acısı da, neşesi de insandandır. İşte bu yüzden her şehir insanların taşkınlıklarından Allah’a sığınır.”

“Bu beşer tezgâhı eğridir, biliyoruz; lakin Kudüs meselesi, içimizin en anne tarafı; sarıp sarmalamaya, koklamaya hasret kaldığımız. Merhamete en muhtaç tarafı; kanayan yerlerini saramadığımız.

Dünya seyr ü sefer ederken acep biz niye yerimizde durmaktayız.

Söylesene Frezya; seferleri kime ola Müslümanların?

Öylece duruyorken şanlı Kudüs davası, neden elimizi kavuşturmuş beklemekteyiz?”

Ay Vakti’nden şiirler

Sabahın rengini sevdiğimde

Kuşlar kelebekler daha erken

Zamanın serin yüzünden

Haydi gülümse canım

İyi gelecek kalbimize dedim

Kumrular konup havalanırken.

Esmesi başka mıdır rüzgârın

Gelmişin gitmişin ardından

Bu çağrılmamışın derdi ne ki

Çekilse aradan bunca sızının

Bir şeyi kalmayacak belki de

Gözü aydın olacak gelinciğin

Nurettin Durman

Önümüzdeki günler güneş saatiyle geçiyor bak

Beni yaşat istedim yer yataklarında her gün üstüme

Dökülen oda dolusu hülyalı kavgalara da razıyım

Sen gelince aklıma gölgemin ıslanması bundandır

Adın kalır kıtlık zamanı yoksulluk karnelerimde

Gidersen bir gün kara trenler bir de siyah beyaz

Fotoğraflara düşmüş zencefil dalı yaralı bir kunduz

Gibi uzattım boynumu Şah Damarımdan Yakın Olana

Teslim olduğumu göreceksin müjdeyi getirir sana

Masa üstünde dumanı göğü yeşerten inmeli mektup

Kurşun kalemimi sivrilttim kömür damarlarından

Akan bu şiir evlenmiştir böcek sürüsü kelimelerle

Aldırma aradaki boşluklar kristal vazoya dikilmiş

Yorgunluk çiçeğidir yazgımın iyi bak güzel sula

Binmezsen bir gün belki Ankara kervanlarına

Yaşamaktan yoruldum bak parmağım derin ağrılı

Demir işçisi gibi her cehennem çukurundan

Göğe serilmiş keder örtülerini indirmekle meşgul

Çek çıkar beni kabuslarında her gün her gece

Güncel kavgalarına düştüğüm sokaklara bırakma

Ben de barınayım gölgende sahi saat kaç orada

Aynı mı akrep yelkovan kim kimi kovalıyor durmadan

Ekmek aynı mı mesela tuz kokuyor mu orda da

Yorgun mu tanıdığın Egeli tayfalar kayıklar ve sular

Ateşler içinde mi okunmamış kırmızı kitap sayfaları

Özcan Ünlü

sözümü ağzımdan aldı çığlıklar bu gece

dağlara vura vura parçaladı kelimelerimi

son tren de gitmişti susmaların garından

oysa her kelimeyi yıkamıştım kalbimde

aşk bir sevda elbisesi dikmişti seher vakti

iğnesiz ipliksiz küntü kenz kumaşından

şimdi bak gözlerime rabıta ile

içinde ne var birkaç damla kanlı yaş

ırmaklara denizlere kurban ederler belki

Selami Şimşek

dönmede, ayaksız kolsuz kanatsızlar

salt büyüklükten başı dönmüş gezenlerin

dönememişim ben, ne ay ne güneşim meğer

bütün dönüş varsayımlarım ise

dağın eteğinden doruğuna değin.

büyüklüğünü ilan içindir Allahu Ekber

us-kalp-dil söylemim, sınırlı, ezber

büyüklüğünce büyüklüğüne

dönüştüremediğim söz yine Allahu Ekber

Sema Saraç

bir ceviz kabuğunun içine sıkıştım

sesimin yankısında boğdum zamanı

üç tarafı denizlerle çevrili yüz haritamı kararttım.

yağmurdum denizlere yağdım

göç ettin kavimler misali içimden geçtin

bir bütündüm dünyayı ikiye ayıran bir çizgiyle bölündüm

iki yakası kavuşmayan bir şehir gibi kaldım

denizler taştı kuşların çığlığında

tufan koptu gerdanında boğulan güvercinleri sayamadım

Muhammed Korkmaz

I.

susuyoruz bir acının kıyısında hep susuyoruz

ve düşünüyoruz bize biçilen her şeyi geleceğin terkisinde

bizi avutmuyor sıcacık bir gülüşü yamalı çocukların,

hayatın tozunu almış yaşlıların yapayalnız ölümü

acıtmıyor dünyanın yalanına dalmış kalplerimizi.

ve gelmiyor artık bir hayli uzaktan da olsa

parkları park yapan çocuk sesleri.

dikenler, güllerini acıtmaz oysa bahardan sonra da.

II.

sağır şimdi tüm kulaklar ötekilere, aynı acının

sesi olsa da kırılan kemik sesleri.

yarpuzlar kurumuşsa yaylaların dumanı altında

ve kapı önlerinde mermi kovanları karargâh

kurmuşsa, kalabalık durmadan cana kastediyordur orda.

ve artık bütün kentler betondan putlara sığınıp

bakıyorlar bir hüznün ardında

bir duvarın ardı bir devrin kapanışıdır demekse ger,

şimdi devrik cümleler zorda!

bozulmuş kuş yuvalarıyla dolu her yer,

gökler sığınaksız kalmıştır artık sağanaklarda

Ferhat Öksüz

Sebilürreşad’da Ayasofya coşkusu

Sebilürreşad Dergisi’nin Ağustos 2020 sayısı derginin sayfalarını Ayasofya’ya açmış. Birçok yazardan Ayasofya’nın açılışına dair yazılar yer alıyor dergide. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Ayasofya Camii Kebir – Fatih Bayhan

“Sadece gövdesi bırakılan koca imparatorluğun, binlerce camisi, han, hamam, kervansarayı, kutsal saydığı onuru ve şerefiyle çiğnenmişti. İşgal ordularıyla ilk sıcak çatışmayı Medine-i Münevvere’de Fahrettin Paşa göğüslediğinde anladık ki, bu işgal öncekilere benzemeyecek. Aylarca susuz kaldık, aç bırakıldık, kutsal beldeye küffar postalı girmesin diye. Sonra gördük ki postalıyla kutsal beldeye küffarı sokanlar da Müslüman… Kuşatmanın kırıldığı gün, işte o gündür. Kut’ul Amere zaferiyle at sırtında şehre yeniden girdiğimizde bizi saran gurur ve ihtişamın yerini çok geçmeden gelen “sancak düştü” haberleriyle yıktılar.

Ne Nuri Paşa’nın Bakü’ye ihtişamlı girişine sevinebildik, ne Çanakkale’de batan gemilere… Zira çok geçmeden içimizdekilerle iş birliği halinde bu kez mantar tabancası dahi patlamadan geldiler… Ayasofya, “harimi ismetine” girilmiş bir milletin bu toprakların merkezinde kalmış bir “iç kalesi” idi. Oraya da girdiler… Ancak Medine gitmiş, Mekke küffar postalıyla lekelenmişken Ayasofya’yı düşünen kim?”

“Ayasofya’nın Camii olarak yeniden açılması bize yüksek bir sevinç yüklemiştir. Bu sevincimizi paylaşırken, DİB Başkanı Ali Erbaş’ın ilk hutbede kılıçla verdiği görüntü, ardından vakfiyesine yaptığı atıf tarihi gerekçesinden habersiz kişilerce eleştirildi. Çok kıymeti yok… Kılıç elde verilen hutbenin sembolik anlamını İŞİD ile eşdeğer halde göstermek, dini ve İslam’ı bilmemektir. Tarihten habersiz olmaktır. Vakfiye meselesi ise tam bir cehalet halidir…

Fatih Sultan Mehmed, her vakıf gibi bir vakfiye irad etmiş, orada belli şartlar koşmuş ve Ayasofya camisini de bu vakfın emlaki arasında sayarak, yine her vakfiyede bulunan beddua bölümünde de cami olma halinden çıkartana kötü duada yer vermiştir. Metnin aslı şöyledir;

İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fâsık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.”

Ayasofya Camii'nin müzeye dönüştürülmesine Bulgaristan'da mı karar verildi?

Fatma Türk Toksoy

“Doğrudur efendim hem de çok doğru! Ayasofya Camii yapılma kararı alınınca ilk itirazi ses, yine Yunanistan’dan, Papa’dan ve Hristiyan dünyasından geldi! Batı ülkeleri kararı hararetle tartışarak; Türkiye’nin “Seküler anlayışına darbe”, “İslamileşme” ve “neo-Osmanlıcılığa dönüş” olarak gördüklerini söyleyip kınadılar. Ne gam! Belirtiğiniz gibi onlar, her daim Ayasofya hayaliyle yatıp kalmaktalar çünkü… Size itirazi o mektubu yazana ve onun gibi düşünenlere şöyle demek isterdim: “Sizler için, Haçlılar için Birleşmiş Milletler Kuruluşuna gerek yok, sizler her daim birleşiveriyorsunuz davalarınız etrafında… Ümitleriniz de, emelleriniz de hiç bitmedi ki…” Gerçekten ümitleri de, emelleri de hiç bitmedi ki… Muhterem okurlarımız Hatırlar mısınız bilmem, Avrupa Ligi playoff maçında Fenerbahçe’yi berabere kalarak eleyen Yunanistan takımını! Bu Yunan takımı Paok’un taraftar sitesinde yer alan açılış introsu oldukça manidardır. Yunanlıların hâlâ Ayasofya ve İstanbul özlemiyle yanıp tutuştuğunu anlamamak için deli olmamız gerek! Sitede yer alan giriş animasyonunda Ayasofya Camii’nin kubbesinde bulunan hilal yerine haç dikildiği görülüyor. Daha sonra Paok Kulübü’nün simgesi olan kartallar gökyüzünde uçarak Ayasofya Camii’nin 4 minaresini teker teker yıkıyor. Ayasofya’nın minarelerini yıkacak kadar hınç dolu Yunanlılar ve onun hamisi Haçlılar. Demem o ki dün Ayasofya’yı kilise olarak görmek isteyenler bugün de bu emel ve isteklerinden vazgeçmiş değiller. Yunanistan’ın Kral Marşı’nda halen bulunan “Kralımız Konstantin olduğu halde gidip İstanbul’u ve Ayasofya’yı alacağız” cümlesi bu emellerini yeterince açığa vurmaktadır zaten…

Ancak Batı’dan gelen negatif tepkilerin, resmî olmasa da İslâm dünyasındaki bazı devletlerden de gelmesi üzmüştür, Müslümanlar olarak bizi. Bu da İslam birliğini tesis etmemizi sekteye uğratan davranışlardır. Üzüntümüz o yüzdendir. Verilen tepkilere bir baksak anlayacağız aslında Ayasofya’nın bir mâbed/cami olmasının ötesinde, esasen önemli bir “sembol” olduğu… Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılma kararı, hiç şüphesiz Türkiye’de ve Müslüman coğrafyalarda genellikle büyük bir sevinçle karşılanmıştır, bazı Müslüman görünümlü devletler kişiler hariç…”

“Haçlıların, ülkemiz ve Ayasofya üzerindeki bu emellerini, içimizdeki aydınların görmezden gelmesi de manidardır. Mesela, Atay; Ayasofya’yı camiye açmanın şeriatçılığa giden yol olduğunu2 anlatmış; Oktay Akbal ise “İstanbul’daki camiler her gün dolup taşıyor mu? Cami olmasını isteyenler camilerde yer mi bulamadılar?” demiştir köşesinden. Burhan Felek de Ayasofya’da kılınan namazın diğer camilerde kılınan namazdan daha fazla sevap getirmeyeceğini özellikle gazetedeki yazılarında belirtmiştir. Dışardakilerin emelleri doğrultusunda yaptıkları söylemleri anlayabiliyorum da içimizdeki bizden birilerinin, bizden gibi görünenlerin bu ve bunun gibi tepkilerini söylemlerini anlamakta zorlanıyorum muhterem okurlarım. Öyle ki yakın zamanda “Ayasofya’yı cami yapmak hastalıklı ruh halidir” beyanları verilerek, “Ayasofya müze olarak kalmalıdır” diyerek imza kampanyası başlatanlar vardı. Yine gazetenin biri uzak değil, yakın, 2006 yılında: “Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor. Çalışanlar için yapıldığı söylenen mescit halkla dolup taşıyor. Mescidi uzun süredir gayri resmi olarak halkın ibadetine açık olan Ayasofya’dan son dönemde ezan sesi de yükselmeye başladı. Topkapı Sarayı tarafındaki minarede bulunan beş hoparlörden ezan okunuyor” diye serzenişte bulunuyordu sanırsınız ki Avrupa ülkesindeyiz ve orada ezan sesi duymuş da yakınan bir Avrupalı (!) Hayır, bizi kime şikâyet etmekte? Hristiyanlara. Gelin ey Haçlılar kilisenizde ezan okunuyor müze olarak bile koruyamadık siz gelin de koruyun mu demek ister bu Müslüman (!) gazete! Ne yani Ayasofya’da çan sesi mi duymayı bekliyorlardı bakın merak ettim şimdi? İşte böyle muhterem okurlarım, bu ve bunun gibi gazeteler ve yayın organlarıyla “Cami olmalı” veya “müze olarak kalmalı” gibi karşılıklı sözüm ona fikir çatışmalarıyla kitleler oyalanmakta ve bu konu öyle ya da böyle siyasete malzeme olmaktadır ve Haçlıların emelleri bize hep unutturulmaktadır. Oysa Ayasofya’nın ibadete açılması bir egemenlik meselesidir. Haçlıların tepkisi de bu yüzden değil midir zaten? Onun kiliseden camiye çevrilmesiyle bir çağ kapatılıp yeni bir çağ açılmıştır. Ayasofya’nın cami olması Hristiyanlığın İslâmiyet’e teslimini sembolize eder. Türkler’in “Kızıl Elması”dır Ayasofya… Ayasofya, Hakk’ın Batıla, Hilal’in Haç’a galibiyetinin simgesidir. Müze olunca Ayasofya Hristiyan âlemi yeni bir zafer kazanmışçasına sevinmiştir. Müslümanlardır üzülen. Çünkü Ayasofya’nın kapısına vurulan müze prangası Müslümanlara vurulmuştur önce. Sebilürreşad gibi dergiler, yayınlar yazılarıyla bu prangayı açmaya gayret etmişler, şuurlu hamiyetli insanlar muhterem büyüklerimiz, Ayasofya Vakfı yöneticileri mahkemelerde bu karara yıllarca itiraz etmişlerdir. Nihayet pranganın kilidi açılmıştır Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın gayretleriyle… Devam etmekte olan bu son Haçlı Seferinde Haçlılar ve maşaları destekçileri Cumhurbaşkanımızın bu kararıyla yenilmiştir… Ayasofya’nın cami olarak açılması kararıyla Evanjeliklerin Tanrılarını kıyamete zorlamaları boşa çıkmış, bekledikleri Mesih kehaneti sekteye uğratılıp, Haçlıların apokaliptik çıkarımlarına, kehanetlerine emel ve ihtiraslarına da bir darbe indirmiş olduk! Elhamdülillah!”

Ayasofya'nın başına gelen en güzel şey, camii olmaktır! – Mehmet Akif Işık

“Evet, Ayasofya’nın başına gelen en güzel şey cami olmasıdır. Zira; Ayasofya Cami olmadan önce başına birçok felaket gelmiştir: Şu anda ayakta olan Ayasofya, M.S.537 yılında yapılan 3. mabettir. İlk Ayasofya, M.S. 360 yılında Bizans İmparatoru I. Konstantios döneminde inşa edilmiş olan bu yapı, 404 yılında İmparator Arkadios zamanında çıkan bir isyanda yakılmış, yerine 415 yılında İmparator II. Theodosius tarafından ikinci mabet inşa edilmiştir. Ne hikmetse bu mabet de 532 yılında İmparator Justinianos zamanında çıkan bir isyan sonucu, yine Bizanslı isyancılar tarafından, yakılıp yıkılmıştır. İmparator Justinianus aynı yıl bugünkü Ayasofya’nın inşaatını başlatmış ve inşaatı 537 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır. Ayasofya bu kere haçlı seferleri sırasında büyük zarar görmüş, en büyük zararı da 1203 yılında Dördüncü Haçlı Seferi sırasında yaşamıştır. Bu sefer sırasında haçlı orduları tarafından İstanbul işgal edilmiş, şehir yakılıp yıkılmış ve yağmalanmıştır. Bu vahşetten Ayasofya da nasibini almış; tahrip edilmiş ve yağmalanmıştır. Açıkça görülüyor ki ister Bizanslı olsun ister haçlı ordularına asker veren diğer ülke mensupları olsun, hiçbiri hiçbir zaman Ayasofya’ya değer vermemişlerdir. Bu gerçeklik bir yana, Ayasofya’ya karşı olan kin, nefret ve düşmanca tavırlarıyla onları ilk fırsatta onu yakıp yıkmaya kalkışmalarına sevk etmiştir. Hâl böyleyken şimdi biz, bir müze olan Ayasofya’yı onararak ayağa kaldırıp cami olarak düzenleyince mi kıymete bindi? Müzeye çevrilince, kimsenin gıgının çıkmaması dikkate şayan değil midir? Şimdi Ayasofya konusunda ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkan Batılı zihniyete “Siz değil miydiniz Ayasofya’yı yakıp yıkan, talan eden… ve müzeye tahvil edilirken dilleri lal olan?” bu samimiyetsizliğe artık, “Hadi Oradan” demek gerekmez mi?”

“O yıllarda Ayasofya’yı yeniden ibadete açma düşüncemizi tahakkuk ettiremediğimiz için; sadece, Hünkâr Mahfili bölümünü 10 Şubat 1991 tarihinde ibadete açabildik ve 3 Mart 1991 tarihinde de Ayasofya Camii’nin minarelerine hoparlör bağlantısını yaptırarak ezan okutmayı başarabildik. O yıllarda Ayasofya’yı yeniden ibadete açma düşüncemizi tahakkuk ettiremediğimiz için; sadece, Hünkâr Mahfili bölümünü 10 Şubat 1991 tarihinde (bazı hayırsever vatandaşlarımızın katkılarıyla) ibadete açabildik ve 3 Mart 1991 tarihinde de Ayasofya Camiinin minarelerine hoparlör bağlantısını yaptırarak ezan okutmayı başarabildik.(Gerekli olan hoparlörleri almak üzere Karaköy’deki elektrik aletleri satan mağazaya giden müze müdürüne “nasıl bir hoparlör istiyorsunuz” diyen satıcıya müze müdürümüz “Ayasofya minarelerinden ezan okutabilmek için” deyince; satıcının “Ayasofya mı? Yıllardır bunu özlemle bekliyoruz. İstediğin kadar hoparlör alabilirsin, kardeşim” dediğini duyunca da gözlerim yaşarmıştı). Ayasofya Camii’nin yeniden resmen ibadete açıldığını görebilmeyi öyle yürekten istemişim ki, Yüce Rabbim bana bu sevinci yaşattı ve bu satırları kaleme aldığım tarihte Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılması ile ilgili kararnameyi görebilmeyi nasip etti. Çok şükür ki; 89 yıldır beklenen büyük bir özlem giderilmiş ve Ayasofya Camii de huzur bularak Müslümanlara cami olarak yeniden hizmet verebilmenin mutluluğuna ermiş oldu.”

Ayasofya Camii'nin açılması Yeni fetihlerin habercisi – Recep Garip

“Ayasofya’nın açılması yeni bir fetihtir. Bundan böyle yeni fetihler için Akıncı atları kaldığı yerden kıtalara atlarını süreceklerini söyler. Yeniden Endülüs’e, Semerkant’a, Buhara’ya, Türkistan’a ulaşmak demektir. Yeniden Mescidi Aksa’nın özgürlük anahtarının yola çıktığını kavramak icap eder. İslam dünyasında var olan aşağılanma ve mağlubiyet hislerinin dağılarak Türkiye’ye bakışlarının güçleneceğine de işaret eder. Güçlü, özgür, bağımsız bir Türkiye, Türk İslam âleminin kurtuluş merkezidir. Birleşmenin, kaynaşmanın, dayanışmanın adresidir Türkiye. Türkiye’nin kazandığı özgüven, kendine has bir güven tazelemesi değil, büyük coğrafyadaki varlığın harekete geçmesi, hücrelerin tazelenmesi anlamına gelir. Tam özgür olmadan atılan adımlar akim kalmıştır. Son yüzyıldaki bütün kalkınma hamleleri, ekonomiden siyasete, sosyal dayanışmadan ümmet kardeşliğine atılan bütün adımlar koparılmış, sonuçsuz bırakılmıştır. Kuşkusuz bütün bu yaşanılan geçmişi, Türkiye; münevverleriyle, devlet adamlarıyla, ekonomistleriyle, savunma hatlarıyla, istihbarat teşekkülleriyle çok iyi bilmektedir ve bütün disiplinlerini, içte ve dışta yankısı olabilecek tedbirlerini almıştır. Türkiye kuşkusuz yeni Türkiye’dir. Büyük Cihan Devleti Türkiye anlayışı 2023’den, 2053’e, 2071’e doğru bütün hazırlıklarıyla sürmektedir. Ülkemizin sınır boylarındaki hareketliliklerin, darbelerin, kalkışmaların, muhtıraların, terörlerin çember daraltılma hayallerinin giderek bittiğini batı dünyası, emperyalistler görmektedir.

Ayasofya’nın açılmasıyla birlikte alınacak yeni fetih hareketlilikleri devam edecektir. Ayasofya ile Kudüs (Mescid-i Aksa) arasında bilinen-bilinmeyen bağlar mevcuttur. Ayasofya’daki hareketlilik Kudüs’ü harekete geçirecek atardamardır. Ayasofya’nın açılması bir meydan okumadır. Yeni fethin müjdesidir. Yeni fetihler için hazırız demektir. Bir vakitler Müslüman ülkelerin devlet adamları, Ayasofya’yı açarsanız çevre düzenlemesinde destek çıkarız cinsinden ifadelerini hatırlıyorum. Kuşkusuz Türkiye’nin buna ihtiyacı yok. Lakin Büyük Coğrafyadaki halklarımızın birlik ve beraberliğe her geçen gün daha çok ihtiyaçları vardır. Maddi ve manevi dayanışmalara, kültürel berberliklere, ekonomik hareketliliklere, siyasi birlikteliklere ihtiyacı vardır. Ortak dil, ortak para, ortak pazar, ortak kültür, ortak ekonomi, ortak banka, faizsiz ekonomiye biran evvel geçilmesi gibi hususlar biran evvel başlatılmalıdır.”

Tabiatta ahlâk

Lütfi Bergen, yine ufuk açıcı bir yazı ile dergide. Tabiat kavramına yaradılış zaviyesinden bakan bir yazı bu. Kulluğun sadece insanlara değil tüm yaratılana ait olduğunu, dünyayı topyekûn bir bakış açısına çeken bir bakış açısı. Yazının kaynağı net; “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan (dabbe) ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” (6 Enam 38)

Lütfi Bergen’in bu sağlam kaynaklı hâkim bakış açısı, ele aldığı konuları temellendirmesi anlamında kendisi için de sağlam bir dayanak oluyor. Çünkü onun düşüncelerini algılama sorunu yaşayanların kaynak sorunu yaşadığı muhakkak.

“Öncelikle Allah’ın El-Câmî ismi, Arapçada “toplamak”, “bir araya getirmek”, anlamındaki “cem” kökünden bir sıfat olup sözlükte “toplayan, bir araya getiren, buluşturup birleştiren” demektir (Yurdagür, 1996: 230). Kur’an’da “câmi” kelimesi üç ayette geçmektedir: 3/9, 4/140, 24/62. Bunların dışında Kur’an’da “cem” kökünden türeyen çeşitli fiil kalıpları muhtelif ayetlerde Allah’a nispet edilmektedir. Bu kök, daha çok Allah’ın kıyamet günündeki cem fiilini ve bu fiilin uhrevî tecellilerini ifade etmektedir. Nitekim “yevmü’l cem” (toplanma günü) (4/140) ayetinde mahşerdeki toplanmayı ifade etmektedir. Bazı ayetlerde ise “cem” kökü, Allah’ın dünya hayatıyla ilgili toplama ve düzenleme faaliyetine işaret etmektedir. Gazzâlî, bu ismin birbirine benzeyen ve birbirinden çok farklı, hatta birbiriyle çelişen birçok unsurun tam bir âhenk, nizam ve düzen içinde birleşerek tam bir “kozmos” oluşturan bu âlem, Allah’ın “Câmî” isminin tecellisi ve O’nun ilahî terkibinin eseridir.”

Fârâbî’ye göre varlıkların bazısı, varlıklarını “tür” olarak ve bir topluluğun birlikte bulunmasıyla sürdürebilir:

“Hayvan ve bitki türlerinden bazılarının, zorunlu olarak yapmak durumunda oldukları işleri, ancak, bireylerinden oluşan bir topluluğun birlikte bulunmasıyla olur. Bazıları da ayrı ayrı olsalar bile o zorunlu işi yapabilirler. Ancak durumlarından en üstün olanı üyelerinin bir araya gelmesiyle elde edebilirler. Bazılarının da her birinin zorunlu ve üstün işleri birbirlerinden ayrı olsa bile tamamlanır. Ancak, birleşirlerse, kendileriyle ilgili şeylerde birbirlerine engel olmazlar. Bazıları da bir araya geldiklerinde birbirlerinin zorunlu ya da üstün olan işlerine engel olurlar. Bunun içindir ki, birçok deniz hayvanı gibi, üremede dahi bütün işlerinde daima bireyleri birbirinden ayrı yaşayan hayvan türleri vardır. Bazıları da sadece üreme zamanı bir arada bulunurlar. Karınca ve arı gibi, çoğu kez birbirlerinden ayrılmayanlar da vardır. Bu iki türden başka, kuşlar gibi sürüler halinde beslenen ve uçan hayvanlar da vardır.”

Fârâbî’nin yukarıdaki ifadesi, varlıkların tamamının değil bazılarının varlıklarını bir tür olarak sürdürdükleri fikrinde olduğunu göstermektedir. Ancak Kur’an’da “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan (dabbe) ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” (6 Enam 38) ayetinin beyanıyla hayvanların da bir “topluluk” (ümmet) olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda “yeryüzü tabiatı”nda varlıkların “cansız-canlı” olarak tanımlanmalarında bir sorunun bulunduğu da ifade edilebilecektir. Nitekim “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (33 Ahzab 72) ayeti cemadât diye bilinen varlıkların da iradelerinin bulunduğuna işaret etmektedir.”

“Bu makalenin ileri sürdüğü tezler şöyledir:

Yeryüzündeki her mahlûk, varlığını topluluk (ümmet) olarak yaşamaya borçludur.

Mahlûkların tamamı “canlı”dır; cemadât diye bilinen mahlûklar “cansız” değil, “donuk varlıklar”dır.

Yeryüzündeki mahlûkların tamamı Allah’a âşık olduğundan onu kendisine verilmiş bir marifet, bir ilham ile sevmekte, O’na iradî olarak boyun eğmektedir.

Tabiat kötülük için yaratılmamıştır. Örneğin domuzun yenmesi haramdır; ancak onun yaratılışı “şer” değildir. Aksine bu hayvan leşleri ve pislikleri yiyen, yeryüzünü temizleyen bir varlıktır.”

Erdal Noyan’dan “Necid Çölleri’nden Medine”ye Şiiri Tahlili

Erdal Noyan, Çetin Yol isimli yazısına Mehmet Akif’in Necid Çöllerinden Medine’ye şiirinin tahlilini yapıyor. Hayatının tümü bir çetin mücadele içinde geçen Akif’in attığı her adım bir zorluklar silsilesiydi. Bu şiirde de yaşanan sıkıntıların bir kısmına şahit oluyoruz.

“1915 yılındayız.
Her birinin amacı, aynı yolcular, aynı yöne doğru yola çıktılar.
Belki Akif de aralarındadır ya da varacakları yerdedir. Nereden belli derseniz, o yıl bir görev nedeniyle oralardadır.
Bu yolcular, paralarından güç alıp kerelerce gidenlerden değiller. Havadan uçarak varmayacaklar. Kırlangıçların bıraktıkları taşlar gibi konmayacaklar varılacak yere. Tantanalı yapıların serin odalarında kalmayacaklar.
Kavuşmaya götüren yol, güneşin bembeyaz bir ateş gibi üzerine çöktüğü uçsuz bucaksız çölden geçmektedir. Sıkıntıları aştıracak güçte istenç, çaba, dayanç gerekiyor; sevgi, içtenlik, bağlılık gerekiyor. Zorlu ve uzun yolculuk, onlarsız başarıyla sonuçlandırılamaz.
Cehennemi görmemiştir insan. Kendisine bildirilen kadarını bilebilir ancak… Vakit öğleyi getirdiğinde; duyularak, okunarak öğrenilen Cehennemi iyice andırıyor Necid Çölü. Akif’in sözcükleriyle söyleyelim: “Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamânında Güneş?/ Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş!”

Gökyüzü maviliğini yitirmiş, yaşam belirtisi sunmuyor. Güneş sanki ak bir kor. “Yıldırım yağmuru” biçiminde iniyor çöle! Alev rüzgârlarıyla taranıyor ortalık. Kuytular, havayı “yalayan, parçalayan” alevlerden sığınmakta yetersiz kalıyorlar. Kumlar yanıyorlar, yolcular yanıyorlar. Topluluğun bireyleri Mecnunluğa adaylar, varmayı umdukları yerde Leylâ’yı görecekler… Vazgeçemeyişleri o yüzden. “Ölmek var, dönmek yok!” denir ya, onlar için öyle… İki aydır yoldalar.”

“Üç ay geçmiştir yola çıkalı. Bitecek gibi görünmüyor. Son bir çaba… Denir ya, aydınlık, karanlığın en koyu vaktinde doğar. Bu kez de öyle olur. Cennet karşılarındadır: “Yeniden cûşa gelirken bir alev tûfânı,/ Karşıdan «Kubbe-i Hadrâ» edivermez mi zuhûr?” Onları oraya götüren Cehennem de anlam kazanmıştır, değer kazanmıştır. Yaratıcı; kudreti bilinsin, sanatı görülsün diye karşıtlarla öğretir eksiklikten arınık olduğunu: “O cehennem gibi vâdide bu cennet ne güzel!/ En büyük şi›r tezâdın mıdır, ey Hüsn-i Ezel?” Mutluluğu tanımak için mutsuzluğun, güzeli sevmek için çirkinin, iyiyi anlamak için kötünün, kavuşmayı yüceltmek için özlemin ayırtında olmak gerekiyor. Olumlunun değeri, olumsuzla karşılaştırıldığında anlaşılıyor.

Yolcular Canan’ın yeşil yurdundalar.
Direncin semeresi alınmış, çekilen çile unutulmuştur.
Burada ruh titrer, her zerresi haykırır bedenin! Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram sabahı başlıklı şiirindeki deyişiyle, “Gönlü bir, imanı bir” insan yığınının soylu sessizliğinde beş minarede birden başlayan ezanla insan okyanusu dalgalanıyor, kalabalık inliyor, haykırıyor. Canan, bunca velvele üzerine uykusundan uyanarak topluluğun başına geçecek sanıyor insan…”

Sebilürreşad’dan bir şiir

Bir müjde tohumunu
Ruhunda duya duya,
Çınar büyüsün diye
Veda etmiş uykuya.

Allah’ın keremiyle
Tutmuş ilâhî maya,
Bir gün bismillah deyip
Atını sürmüş suya.

Gerçek oldu ümmetin
Gördüğü kutlu rüya,
Fatih’in armağanı
Açıldı Ayasofya!

Bestami Yazgan