Bir kitabı incelemeye, daha ilk andan başlamak için isminin veya kapağının sizi çağırması, sarması veya rahatsız etmesi gerekir. Bazı kitaplarsa, ismiyle hem çağırır hem de rahatsız eder. Buradaki rahatsızlığı, kitap hakkında, ilk elden olumsuz bir yargıya varma olarak kullanmıyorum. Okurun kitapla konuşması, ‘Kitaba, neden böyle bir isim verilmiş olabilir ki’ merakını duyması manasında kullanıyorum. Bu yüzden gönül rahatlığıyla şunları söyleyebilirim: Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız, kitaba verilecek olan ismin kısa olması gerektiğini düşündüğümden uzunluğuyla; hadi uzun olsun diyelim, isminin söylenişindeki zorluğuyla, ilk karşılaşmamızda bana bir rahatsızlık vermişti. “Sevinebilirsin İşte Yalnızız” olsaydı daha etkileyici olurdu diye içimden geçirirken, Suâdâ isminin anlamını araştırdım. Elbette anlamını araştırmadan önce ilk aklıma gelen Fuzulî’nin Hadîkatü’s- Suadâ isimli eseri oldu. Kerbelâ Olayı’nın anlatıldığı bu eser, “Saadete Ermişlerin Bahçesi” olarak tercüme edilmiştir.
Arapça/Osmanlıca anlam itibariyle saîd sözcüğünün çoğulunu karşılıyor suadâ sözcüğü. Türkçede ise genellikle kız çocuklarına Sueda/Süeda şeklinde verilen bir isim. Kamûs-ı Türkî’ye göre suadâ, bahtiyâr, mübarek, uğurlu gibi anlamlara geliyor. Dağarcık’ın Arapça-Türkçe Sözlüğü’ne göreyse, mutlu, mesut, neşe dolu, memnun, şanslı anlamlarına geliyor. Bu anlamlar penceresinden Sevinebilirsin Suâda’nın öykülerine baktığımızda, evet, kısmen bu anlamları karşılıyor. Ancak kitabın kapağındaki yazımla, sözlükteki yazımları karşılaştırdığımızda, ‘Suâda’ şeklinde değil de ‘Suadâ’ şeklindeki yazımın doğru olduğunu söyleyebiliriz. Kapaktaki yazıma göre ayn harfinden sonra bir uzatma varmış gibi anlaşılıyor. Oysa uzatma harfi, dâl harfinden sonra geliyor.
Online Osmanlıca sözlüğe göre, bahse konu olan sözcüğün bir de şu şekilde bir yazımı var: Suada’. Sondaki kesme işareti, kelimenin ayn harfiyle bittiğine işaret ediyor. Fakat bir türlü, bu kelimenin asıl harfleriyle yazımına ulaşamadım. Bu nedenle online sözlükteki anlamını vermekle yetiniyorum. Yazımı Suada’ şeklinde olan sözcük: “Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak” ve “Ev ortası” anlamlarını karşılıyor.
Her kitabın, özel bir teması olduğu gibi genel olarak söylediği bir şeyler de vardır. Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız’ın bana söylediğidir: Hakkını sessizce arayan insanların, ödenilmez haklılığı… Hüseyin Ahmet Çelik ile ilk öykü kitabı üzerine konuştuk.
Suâda sözcüğünü epeyce araştırdım. Online sözlüklerin bazılarında Suada’nın karşılığı “Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak” olarak geçiyor. Sözcüğün yüklendiği bu anlamı, öykülerinizdeki temaya ve anlatıma yakıştırdım. Siz neler söylersiniz bu konuda, neden Suâda?
“Suâda” hakkında konuşmayı sevdiğimi anladım. Bazı okurlar için tekrar olacak ama en baştan anlatmak istiyorum: Bu ismi lise yıllarımda kaydetmiş, şiirini yazmaya çalışmıştım. Araya yıllar girdi, öyküde karar kıldım. Bosna’nın soykırıma giden sürecinde şehit edilen ilk Bosnalı’nın adıydı Suâda. Lügât anlamına gelince, doğrusu o kısmını pek dikkate almadım. Okurlardan farklı yorumlar geldi. Kapaktaki illüstrasyonla ilişkili bir anlam bulundu mesela: “evin ortası.” Siz söylediniz: “sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak” Ne hikmetse, “Suâda” hakkında ortaya atılan tüm anlamlar, öykülerle ilişkilendirilebiliyor. Buna şaşırdığımı söylemeliyim. Said’in çoğulu “mesud olanlar” gibi bir anlamı var ki doğrusu da bu, fakat ben herhangi birini kastetmedim. Sadece bahsettiğim Bosnalı’nın ismini anmak istedim.
“Zindan İki Hece” öyküsünü, Necip Fazıl’ın dizelerinden yola çıkarak kurguluyorsunuz. Biyografiye kaçmadan, ama Necip Fazıl’ın fotoğrafını da yıpratmadan yapıyorsunuz bunu. Edebiyatımızın seçkin isimlerini bu şekilde anlatmak güzel bir yol/yöntem olabilir. Böyle bir öykü dizisi düşünüyor musunuz? Aynısı olmamakla birlikte, Güray Süngü de benzer bir şeyi, Sezai Karakoç’un “Doğu’nun Yedinci Oğlu” şiiri üzerinden yapmıştı.
“Zindan İki Hece” Necip Fazıl’ın meşhur şiirinde yer alan Ali karakterine yoğunlaşmıştı ilk önce. Sonra şiirin tamamına yayıldı ve öyküdeki kişi ve varlıklar üzerinden bir kurgu ortaya çıktı. Doğrusu benzer bir niyetle Sezai Karakoç’un, Mevlana İdris’in, Kemal Sayar’ın, Attila İlhan’ın, İlhami Çiçek’in bazı şiirlerini gündemime aldığım zamanlar oldu fakat henüz bir çalışmam yok. Güray Süngü’nün daha farklı bir pencereden kalkış noktası şiir olan öyküleri var. Tür olarak birbirine benzetilen şiir ile öykünün yakın ilişki içinde olması, bence edebiyatımız adına bir imkân. İyi romanların sinemaya uyarlanmasına sıcak bakıyorsak, iyi şiirlerin de öyküsünün yazılması niçin kötü bir fikir olsun?
"İnsan dokunduğu şeye taşıyor acıyı"
Öykülerinizin genelinde ‘soyut’ ve ‘somut’ gerçeklik iç içe. Öykünün karakteri, bakışlarını dış dünyadan iç dünyasına çeviriyor. Burada olup bitenleri paylaşıyor. Sonra yeniden dış dünyaya dönüyor. Hangi gerçeklik daha çok acıtıcı diye düşünmeden edemiyor insan?
Ben size sorayım, acının düşüncesi mi kendisi mi daha çok acıtır? “Farksız” dediğinizi duyar gibiyim. Ayağınıza diken batar, acır. Dikeni çıkarırsınız, yara da iyileşir ama üstüne basmaya hâlâ çekinirsiniz bir müddet. Acısı geçmiş korkusu kalmış bir yaradır o artık. İster iç dünyaya ait olsun, ister gerçekler dünyasına ait olsun, acı acıdır bence. Yalnızca iç dünyada kalmış bir acı hayalden; yalnızca dış dünyada kalmış bir acı ise çocukluktan ibaret olabilir. O halde iç içe olmalı öyküde. Hayatta hiçbir şeyin acı ile birlikte var olduğunu zannetmiyorum. Acıyı eşya ve olaylarla bağdaştıran bizleriz. Necip Fazıl’ın “Reis Bey” piyesinde şöyle bir yer var: “Bakarken gözle bıçaklıyoruz, dinlerken kulakla boğuyoruz, koklarken burunla zehirliyoruz. Damak kirletiyor, el solduruyor.” İnsan dokunduğu şeye taşıyor acıyı.
Rüya mefhumunu genellikle olumsuz bir izlekte sunuyorsunuz. Daha doğrusu karakterleriniz, rüya ve rüyalarıyla pek barışık değil. Oysa rüya, insanı başka düşlere uyandıran bir dünya olarak bilinir.
Bazen şöyle sorarım kendime: “Korku tüm duyguların anası mıdır?” Bir cevap bulabilmiş değilim. Hayata, rüyalara, geleceğe dair ilk hissettiğim duygu korku olur nedense. Sağlıklı bir ruh hali olmasa gerek. Öykülerime de buradan yansımış olmalı. Bununla birlikte rüyalar bir öykücü için imkândır da. Erich Fromm, yorumlanmamış bir rüyayı, okunmamış bir mektuba benzetir. Bedeninden ayrılan bir ruhun macerası değil mi rüyalar? Bağlamından koparılarak yeni anlamlar yüklenen sözcükler… Bir başkası olmak isteyen kahramanlar… Klişeleşmiş bir tarz olması, rüyaların iyi bir öyküye dönüşmeyeceği anlamına gelmez. Bu sebeple öykülerimde rüyalar hep yanı başımda durur.
İnsanların anlamazlığı, işitmezliği, kadirbilmezliği üzerine sözler var Sevinebilirsin Suâda’da. Yine de insana konuşuyoruz, insana yazıyoruz. Yazmak sizin için nasıl bir şeye tekabül ediyor?
Annesinden azarı işitip yine annesine sarılan çocuklar gibiyiz. İnsanlardan dert yanıp yine insanların anlayışına sığınıyoruz. Edebiyatın, kime ne dediği meselesi, kafamı her zaman kurcalamıştır. Bir üvey babanın çocuklarına karşı acımasızlığını anlatan bir öykü yazıyorsunuz ama bu öyküyü o kötü adamlar okumuyor, canı yanan yetimler okuyor yine. İşçilerin hakkını gasp eden fabrikatörler, ağalar anlatıldı bir dönemin öykü ve romanlarında. Acaba hangi iş adamı, hangi toprak ağası okumuştur onları. Yine ezilen halk yığınlarından başkası okumadı. Bu sanatın çıkmazlarından biri. “Kötü”yü anlatan sanat eseri yine “iyi”nin ilgisine mazhar oluyor; kötü olan bitenden habersiz, kötülüğe devam ediyor.
“Kitaptan önce dergiler kuşattı hayal dünyamı”
Ümitsizliğin dağılması için ve yaratma isteğinin coşkusunu dindirmek için yazdığını söyleyen yazarlar var. Birincisi insanın acizliğini; ikincisi insanın tanrısal eğilimini gösteriyor bence. Yazmak her ikisinden de ırak mıdır, yoksa her ikisiyle de malul mü?
“Yaşamın gürültüsünü bastırmak için yazarız” diyordu bir kahramanımız. Bizim de söylemek istediğimiz aslında bu. Kulağımızı tıkamak çare değil. Gürültülü ve şiddetli bir yaşam akıyor tepemizden, altımızdan, her yerden. “Sana bir karşılık vereceğim” diyordu ya hani şair, ısrarla. Yazmak bir karşılık oluyor bu manada. Bahsini ettiğiniz acizliğin de yaratma coşkusunun da yalnız başına “yazma” eylemini karşılayacağını zannetmiyorum. Belki anahtar kelime “niyet” olabilir. Bir bilge şöyle soruyor bir müellife: “Dünyada bir tek sen kalsaydın, yazar mıydın?” Bir çırpıda “yazardım” ya da “hayır, yazmazdım” demekle çözülmeyen bir düğüm atılıyor.
Muhayyel dergisinin editörleri arasındasınız. Her ay, yaşadığım ildeki kitabevine gidiyorum ve dergilerin neredeyse hiç satmadığını görüyorum. Hem bunca dergi, hem de dergilerin kıymetinin pek bilinmemesi… Yine de yeni bir dergi çıkarmak ve bunun sorumluluğunu üstlenmek… Bu konuda neler söylersiniz?
Dergi derseniz, benim için anlatmakla bitirilemeyecek bir kapıyı aralamış olursunuz. Çocukluğumda, ortaokula giderken tanıştım dergilerle. Kitaptan önce dergiler kuşattı hayal dünyamı. İlk şiirim, lisede Gerçek Hayat’ta çıktı, Mevlana İdris’in hazırladığı “Teneffüs” sayfasında. Üniversiteye kadar o sayfada görünmeye devam ettim. Kitabevlerine kitap almak için değil, dergi almak için giderdim. Deftere yazdırarak dergi alırdım lise öğrencisiyken. Okul çıkışı, simit çay ve yol parasından geriye bir şey kalmışsa götürür verirdim borcumu kapatmak için. Dergi derseniz benim için, çocukluğumdan kalma bu heyecan ve heves dışında kalan gerçekleri umursamayacağım bir kapıyı aralamış olursunuz. Bir de “yeni dergi çıkarmak” derseniz hiç gerçekçi olamamam. Hislerime yenilirim ve koşar adım bir istek uyanır bende. Tabii, ben böyle kişisel tarihimle bağdaştırarak mevzuya girsem de Muhayyel gibi mutfağında bulunduğum dergilerin var olmasının elbette gerçekçi açıklamaları var. Güçlü bir yazar kadrosu ve üründen ziyade kuramsal yazılara ağırlık veren bir tavır benimsemesi, Muhayyel’in niçin çıkmaya başladığının cevabı niteliğindedir. Kıymetinin bilinip bilinmeyeceği zamanla anlaşılacak bir şey olsa gerek. Kitaplarla aşağı yukarı benzer bir akıbeti paylaşıyor dergiler. Denize atılan bir şişenin içindeki mektup gibi.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Asıl ben teşekkür ederim.
Röportaj: Hatice Ebrar Akbulut