Harun Kaban

Dünyada yaşanan gelişmelere anlam veremediğim bir durum olduğunda tarihe döner, İngiltere ne yapmış diye bakarım. Siyasi tarih okumalarımın bana kazandırdığı böyle pratik bir yöntem oldu. İngiltere Brexit ile Avrupa Birliği’nden çıktığında meseleye anlam verememiştim; bir barış projesi olarak “Avrupa Birliği ideali”ni başarılı ve anlamlı görüyordum.

Avrupa’nın bir süredir yaşadığı türbülansa ABD Başkanı Donald Trump’ın ikinci dönemi adeta hız kattı, Trump’ın ilk aylardaki politikalarıyla birçok şey altüst oldu. Tüm bu süreçte İngiliz gazetelerini takip etmeye devam ettim. Fakat son gümrük vergilerinin yükseltilmesi hadisesi İngilizler için en ciddi şok ve bardağı taşıran son hamle oldu. Yaşanan büyük kırılmayı anlamlandırmak adına ilk şoku atlattıktan sonra ciddi bir muhakeme sürecine girdiler, artık yeni dönemin ayak sesleri çok daha belirgin duyulmaya başladı. İngiltere Avrupa’yı terk ettiğinde bir şeylerin geleceği belliydi, çünkü tarihte hep öyle olmuş; İngilizler ne zaman beklenmedik bir tavır alsa, sonrasında dünya büyük bir kırılma yaşamış. Yine benzer bir şeyle karşı karşıyayız: Brexit sürecinden yaklaşık on yıl sonra “Avrupa ideali” çöküyor.

KIRILMANIN EŞİĞİNDEYİZ

“21. yüzyıl muhtemelen bu yıl başlıyor” başlıklı bir yazımda meseleyi kısaca şöyle özetlemiştim; “20. yüzyıl Batı’nın ‘evrensel değerler’ adı altında bir dizi değeri kutsallaştırıp dünyaya dayattığı ve büyük oranda başarılı olduğu bir yüzyıldı. 21. yüzyılın ilk çeyreği ise Batı’nın tüm bu değerlerini birer birer ayaklar altına aldığı, çiğnediği ve nihayet kendinden menkul ahlaki üstünlüğünü kaybettiği bir dönem oldu.”

Artık görmezden gelemeyeceğimiz bir şekilde bugün, dünya için önemli bir dönüşümün kıyısındayız. Alıştığımız kavramların içi boşalıyor, güvenli limanlarımız olan idealler nahif birer temenniye dönüşüyor. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor; bu düzen ne adil ne de arzuladığımız gibi olmayabilir fakat bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Direnmek de mümkün, görmezden gelmek de. Ama belki en makul yol, anlamaya çalışmak.

Yaşanan birçok gelişmeye bu gözle bakmak gerekiyor. Dünyayı geride kalan yüzyılın kavram setiyle okuyan, geçen yüzyılın refleksleriyle anlamaya çalışanlar, yeni dünya düzenini anlamlandırmakta çok zor anlar yaşıyor.

EVRENSEL DEĞERLERİN EROZYONU

7 Ekim 2023’ten bu yana, Gazze’de tüm dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor. İsrail’in saldırılarında 50 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti; bunların 17 binden fazlası çocuk, 12 bini kadın. Bu rakamlar her geçen gün artıyor, öyle ki kesin rakam vermek mümkün olmuyor, artık rakamların anlamını yitirdiği bir noktadayız. Gazze’de “un bitti” ve 2 milyon insan abluka altında, kelimenin tam anlamıyla yaşam mücadelesi veriyor. İsrail bölgeye insani yardım gitmesini dahi engelliyor, elektrik ve suyu kesmeye kalkıyor, insanları toplu ölüme mahkûm ediyor.

Bölgede 145’ten fazla gazeteci öldürüldü; bu gazetecilerin en az 35’inin ölümünden doğrudan İsrail ordusu sorumlu, yani kaza, belirsizlik gibi bahaneler yok, hedef alarak öldürdükleri 35 gazeteci var. Yine benzer şekilde 220’den fazla insani yardım kuruluşu çalışanı öldürüldü. Yani aslında Avrupa idealinin kutsal değerleri Gazze’de insanlık adına çoktan yerle bir oldu, biz sadece Avrupa’nın meseleye kendi adına uyanmasını bekliyoruz. Canlı yayında gerçekleşen bu soykırıma karşı dünya bir şey yapamıyor; öyle ki sivillere yönelik saldırılara bahane bulmaktan başka çareleri kalmıyor. Batı’nın kendince kutsallaştırdığı iki başlığa bakalım: “İfade özgürlüğü” ve Avrupa idealinin temeli olan “barış toplumu”…

İLK UYANAN İNGİLİZLER

İfade özgürlüğü bir zamanlar yalnızca bir hak değil, bir ahlaki duruştu. 20. yüzyıl boyunca, özellikle Soğuk Savaş döneminde, özgürlük ve baskı arasındaki çizgiyi belirleyen temel değerlerden biriydi. Batı, ifade özgürlüğünü yalnızca yasal bir çerçeve olarak değil, medeniyetinin özü olarak savundu. Fakat bugün, bu kavramın içi hızla boşalıyor. Artık ifade özgürlüğü, yalnızca “bizden” olanlar için korunan, “ötekiler”in ise susturulmasında sorun görülmeyen bir seçiciliğe teslim olmuş durumda.

Bu tespitler aslında, İngilizlerin köklü gazetesi The Times’ta yayımlanan iki önemli yazıdan birine ait; James Marriott, yazısında, insanların genel anlamda özgürlükten yana olduklarını fakat ifade özgürlüğünü düşündüklerinden çok daha az önemsediklerini söylüyor. Marriott’a göre, söylemde genel olarak özgürlükçü olan insanların meseleler daha spesifik hale geldiğinde, örneğin ulusal sembollere hakaret ya da dini inançlara eleştiri gibi konularda bu destek buharlaşıyor. İfade özgürlüğü, ilkeli bir duruş olmaktan çıkıp, faydacı bir tavra bürünüyor: Benim fikrim serbest olmalı ama seninki çok ileri gidiyor!

Yazar bu tespitinde çok haklı değil mi? Son dönemde çok belirgin bir şekilde gördüğümüz bir tavır değil mi bu?

Kudüs bizim neyimiz olur? Kudüs bizim neyimiz olur?

FİKİR ÇATIŞMASI DUYGUSAL KONFORU BOZAR

Sosyal medya, bu dönüşümün en görünür sahnesi. Bir yandan bireylere kendilerini ifade etme alanı açarken, diğer yandan da cancel culture yani “iptal kültürü”nün yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. İnsanlar artık fikirlerini özgürce söylemekten değil, yanlış bir kelimeyle “linç edilmekten” korkuyor. Üniversitelerde konuşmalar iptal ediliyor, eleştirel düşünce “rahatsız edici” bulunuyor, bazı kelimeler “tetikleyici” ilan ediliyor.

Bu durumu yalnızca kültürel bir değişim olarak değerlendirmek de yetersiz olur. Daha derinde, insan doğasına dair bir hakikat var: Fikir çatışması, duygusal konforu bozar. Evrimsel psikologlar, insanların binlerce yıl boyunca hayatta kalabilmek için gruba uyum göstermeye, çatışmadan kaçınmaya programlandığını söylüyor. Eski dünyada grup içinde farklı fikirde olmak, hayatta kalmayı tehlikeye atmakla eşdeğerdi. Bugün bu içgüdü, sosyal medyada yüz binlerce kişinin saldırısına uğrama korkusuyla yeniden yüzeye çıkıyor.

Türkiye’de son yaşadığımız süreç bunun en güzel örneği oldu; fikir beyan etmediği için linç edilen ünlüler; ifade özgürlüğünü kullanan ama muhalif kesimin istediği şeyleri söylemediği için bunun ifade özgürlüğünden sayılmadığı durumlar, bu mesele için adeta bir laboratuvar denebilir. Bir süre önce bazı sanatçıların konserlerini iptal eden belediyeler yerden yere vurulurken, son yaşanan süreçte “muhalif” olduğu varsayılan bazı sanatçıların sosyal medya paylaşımı yapmaması nedeniyle konserleri, gösterileri sosyal medya linçleri sonrası bazı belediyeler tarafından iptal edildi.

Yani acı da olsa şunu kabul etmek zorunda kalıyoruz: İfade özgürlüğü, doğal bir refleks değil, kültürel olarak inşa edilmiş bir istisna, bir temenniydi. Şimdi o istisna, giderek kutsallığını ve anlamını kaybediyor. Batı da yavaş yavaş bu noktaları görüyor, önemli farkındalıklar bunlar…

SAVAŞÇI ULUSU GERİ ÇAĞIRMAK

Dikkatimi çeken bir diğer önemli yazı da yine The Times’ta yayımlanan Melanie Phillips’in, İngiltere’yi “savaşçı ulus” kimliğini yeniden hatırlamaya çağırdığı yazısıydı. Phillips toplumların yaşadıkları çağın tehlikelerine göre şekillendiğini söylüyor. Bugünün tehlikesinin yalnızca dış düşmanlar değil kendi içine kapanan, sorumluluk almaktan kaçınan, konforuna düşkün bireylerden oluşan kırılgan bir toplumsal yapısı olduğunu söylüyor.

Bir toplumun güvenlik anlayışı yalnızca askeri stratejilerle değil, o toplumun kendini nasıl gördüğüyle de ilgilidir. Uzun süren barış yılları, batı toplumlarını bir tür tarihsel sersemliğe sürükledi. Savaş, yalnızca ekranlarda izlenen uzak bir felaket, disiplin, otorite ya da kolektif dayanışma ise çağdışı kavramlar olarak görülmeye başlandı. Fakat hepimizin şahit olduğu gibi, dünyada bir şeyler oluyor, bildiğimiz kavram setlerinin açıklayamadığı bir şeyler… Eski güvenlik algısı çökerken, yerine yenisi inşa ediliyor. Bu inşa sürecinde bireyden beklenen yalnızca korunmak değil aynı zamanda güvenliğe aktif katkı sunmak. Bu yeni düzende pasif yurttaşlık yetmiyor, aktif bir varoluş talep ediliyor.

Phillips’in yazısı bu noktada bir çağrıda bulunuyor: İngiltere için savaş yeteneklerinin kaybının varoluşsal bir risk taşıdığını ifade ediyor ve yeni dünya düzeninde güçlü kalmak için İngiltere’nin kaybettiği reflekslere yeniden dönmesi gerektiğini söylüyor. Aslında bir anlamda İngiltere’nin “Avrupa ideali” sürecinde yaşadığı illüzyondan çıkması gerektiğine işaret ediyor.

TARİH TEMENNİLERLE AKMAZ

Bugün içinde yaşadığımız dünya ne tam anlamıyla yeni ne de bildiğimiz eski dünya gibi; bugün bir eşikteyiz. Eski düzenin tanımlama şekliyle “kutsal kavramlar” olan özgürlük, ifade hürriyeti gibi daha birçok kavram artık bildiğimiz anlamlarını taşımıyor. Yeni dünya düzeni, bu kavramları yeniden tanımlarken, eski kavram ve söylemlere tutunmaya çalışanları bir anlamda çağın dışına itiyor. Zira önceki yüzyılın kavramlarıyla, bu yeni dünyayı okumak mümkün değil.

Yeni düzenin ruhunun en belirgin özelliği “belirsizlik” ve bu belirsizlik içinde değerler akışkan, meşruiyetler koşullu, aidiyetler mutlak bağlayıcı değil. Bu yeni kültürde haklar, bağlamına göre anlam kazanıyor, ilkeler değil hassasiyetler öncelik taşıyor. Bu yüzden ifade özgürlüğü artık ne evrensel bir değer ne de güvenli bir liman. Aynı şekilde, barış da artık pasif bir huzur hali değil aktif bir direnç, hazırlıklı olma hâli ve farkındalıkla korunması gereken bir şey. Yani o kadim deyimle, barış istiyorsanız gerçekten de savaşmaya hazır olmalısınız.

Bu yazı boyunca tartıştığımız iki ayrı mesele, ifade özgürlüğünün erozyonu ve “savaşçı ulus”un geri çağrılması, birbirinden kopuk değil, aynı eksen üzerinde gelişen iki farklı tepki biçimi. Her ikisi de değişen dünyanın getirdiği kırılmalar karşısında, toplumsal bağları yeniden kurmaya çalışan savunma refleksleri. Filistin’de yaşananlar tüm bu “kutsal değerler” safsatasının çöküşünü dünyaya ilan edeli çok oluyor ama Avrupa özellikle Soğuk Savaş sonrasında ilahlaştırdığı bazı romantik değerlerin çöküşünü kabullenmekte direniyor. Fakat başta dediğim gibi, yine ilk uyanan İngilizler oldu…

Yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız derken, bu düzenin istediğimiz, temenni ettiğimiz gibi bir düzen olmayabileceğini de görmemiz gerekiyor. Tarih bizim temennilerimize göre akmıyor, olan biteni görmezden gelmek tarihe geçecek trajedilerin kahramanı olma sonucunu doğurur.

Dünyada son dönemde yaşanan türbülansa bu gözle bakmak lazım. Yeni düzen işimize gelmiyor olabilir, onu meşrulaştırmamız da gerekmiyor fakat eski kavram setlerine saplanmak tarihi bir hata olur. Kutsal değerler safsatasını bir kenara bırakıp, bizim de “savaşçı ulus”u yeniden çağırmamız icap ediyor…

Kaynak: Yeni Şafak