Memlekette muhabbet, merhamet ve adaletin azaldığından söz ediliyor. Buna aklı erenlerin çare araması icab eder. İki mahalle olmuşuz epey uzun zamandır. Özellikle gençlerin ufkunu genişletmek için yakın geçmişte yazılmış bazı vicdanlı-insaflı yazılar derledik. İnşaallah örnek alanlar, ibret alanlar, zevkiyâb olanlar olur.
Nevi şahsına münhasır bir gazeteci-televizyoncumuz vardı. Mehmed Ali Birand. Haberler ve 32. Gün programlarında çok dinleyeni olurdu. Dünyadan göçeli 12 yıldan ziyade zaman olmuş. Vefatı üzerine samimi dindar Müslüman bilinen 2 yazar hissiyatını dile getirmiş, kaleme almış. Birisi merhum Ahmet Kekeç (1961-2020) dindar dürüst, cesur bilinirdi. Star Gazetesindeki 19.01.2013 tarihli yazısı şöyle
BİRAND
Klasik ifadesiyle, mesleğimizin duayeniydi. Önemli bir gazeteciydi. Böylesi kaç yüzyılda bir gelir bilmiyorum ama haber için deli olan, her an ve her şeraitte haberi düşünen müstesna bir gazeteciydi.
Bu yazıya oturmadan önce, arkasından yazılanları okudum. Ameliyata girerken bile "dışarıda neler olduğunu" soruyormuş.
Dışarıda ne olacaktı ki?
Tıpkı, Birand'ın yazdığı (temenni ettiği) gibi geçmişti her şey.
Diyarbakır'daki sulh ve sükûnet egemendi.
İnsanlar müthiş bir iyimserlik içindeydi.
Polis de, tıpkı Birand'ın temenni ettiği gibi, hassas ve rakik davranmıştı.
Bir badireyi daha atlatmıştık.
Hem de, müthiş bir moral motivasyon yakalamıştık "Türkiyeliler" olarak.
İstersek "meselelerimizi" çözebilirdik.
Bunu kanıtlamıştık.
Doğrusu, bir gün Birand hakkında yazabileceğimi tahmin etmezdim.
Buna ölüm hali de dahil...
Beni bu yazıya, biraz da, haber saatinde yaptığı "veda konuşması" icbar etti. Dua bekliyordu izleyicilerinden. Bir ameliyata girecekti. Basit bir operasyondu. Daha ağırlarını da yaşamıştı. Bu vartayı da kazasız belasız atlatacaktı. Buna imanı tamdı. Ama yine de dua istiyordu.
Kendisiyle yapılan bir röportajda, "Duanın önemine çok inanırım" demişti.
Sarsılmaz bir inancı vardı bu konuda. Biliyorum ve eminim ki, hastalığı süresince çok da dua almıştı.
Haber saatindeki "veda konuşmasını" bir kez daha izledim. Bir kez daha...
Bildiğimiz "Mehmet Ali Birand sempatisi" ve "sevimliliğiyle" üzerine basa basa "döneceğini" söylüyordu ve "dua" istiyordu. Yüzünden yorgun bir gölge mi geçti? Bana mı öyle geldi?
Birden içimde bir şey "tik" etti.
Malum olduğu için mi bizleri (izleyenlerini) "özleyeceğini" söylüyordu ve sabırsızca yeniden buluşabilme isteğini tekrarlıyordu.
Küçük bir dehşet yaşadığımı itiraf edeyim.
Klavyenin başına geçerken şöyle düşündüm: "Bir yazı yazmalıyım ama bu bir Mehmet Ali Birand güzellemesi olmamalı..."
Rahatlıkla şunu söyleyebilirim: İyi bir insandı.
Mesleki başarıları, müthiş kariyeri, şunlar bunlar bir yana.
İyi ve son derece saygılı bir insandı...
Kendisini üzenlere karşı bile saygısını yitirmedi.
Düşünceleriniz kesişsin ya da kesişmesin, yanında kendinizi rahat hissederdiniz.
Dilinden emin olurdunuz. Huzursuzluk duymazdınız. İki kez karşılaşabildik.
Bir toplantıda (belki de resepsiyonda) burun buruna gelmiştik. Selamlaşmıştık ama konuşmamıştık.
Nazlı Ilıcak'ın evindeki davette (Başbakan Erdoğan da vardı), hem konuşmuş, hem kaynaşmış, hem de ufaktan atışmıştık. Ama öyle sempatikti ki, kızamamıştım. Tanımlanamaz bir "masuniyete" sahipti ve hemen bir dokunulmazlık halesi oluşturuyordu etrafında. İsteseniz de kızamıyordunuz.
Kaybına üzüldüm. Bu kadar üzülebileceğimi düşünmezdim ama üzüldüm.
Başta Cemre Birand olmak üzere, tüm yakınlarına ve dostlarına Allah'tan sabır diliyorum. Başımız sağ olsun.
***
Bir başka gazetede 20.01.2013 tarihinde A.Taşgetiren (Maraş-1948 Vicdan sahibi bilinir) şunları yazmış:
BİRAND İÇİN
Yunus ne diyor? Kim umar senden vefâyı, Yalan dünyâ değil misin? Muhammed-ül Mustafâyı, Alan dünyâ değil misin?"
O (s.a.) gittikten sonra, Allah'ın Habibi, kim kalır, kalabilir ki diyor Yunus.
Onun için Mevlâna "Şeb-i Arus" diye nitelemiş ölüm gününü. "Düğün gecesi" yani. Sevgili ile buluşma zamanı. Rabbin huzuruna varış ya da Muhammed Mustafa ile vuslat zamanı.
Necip Fazıl'da bir başka güzelleme var: Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?.. Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun! Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!"
Ya Cahit Sıtkı ne demiş:
"N'eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında."
Ölümü yazıyor herkes ama sanki ona bir umudu da eklemeyi ihmal etmiyor: Ölümden sonra bir hayat olsun. Bir yokluk olmasın. Burada ölüm kesintisiyle araya giren hasretin yakıcılığı, orada bir ebedi buluşmada dinsin. Orada sevdiklerimizle buluşacağımız bir iklim olsun. Hem mutlu bir iklim olsun.
Mehmet Ali Birand göçtü bu dünyadan. İki gün önce ekranlardaydı, kendine özgü canlılığı ile haberlerin, yani hayatın içindeydi. Uçtu gitti. Bu kadar. Bir varmış bir yokmuş. "Medyatik ölüm." Yani medyanın herkesin aile ortamına soktuğu karakterlerin vedası.
Herkesi ölüm gerçeği ile buluşturuyor. Ve herkesi, eminim, bir hayat muhasebesi gerçeğine çekiyor. Bütün gülücükler sönüyor çünkü çekilip gitmek var bir gün. Ne kalıyor geride?
Sanıyorum, hep iyi şeyler arayışı kalıyor. Birand'ın ölümü üzerine yazılan-söylenenlerden beni en çok etkileyen ne oldu derseniz...
Başbakan'ın duası oldu derim. İlk ameliyatından önceki gece yaşanıyor anlatılanlar. Başbakan Birand'a anlatıyor: "Gece yarısı uyandım" diyor Başbakan. "Zorladım uyku tutmadı. Baktım, Emine Hanım da uyumuyor. Kalktık. Kızımızı da aldık. Gecenin o saatinde Eyüp Sultan'a gittik. Orada sana dua ettim."
Bir ülkenin başbakanı, gecenin bir vaktinde kalkacak, sizin hiç haberinizin olmadığı bir zamanda, sizin sağlığınız için dua edecek. Bu, Başbakan değil, tipik bizim insanımız. "Mü'minin mü'mine gıyabında yaptığı dua en makbul duadır" terbiyesi ile yetişmiş bir kalp adamlığının davranışı.
Birand bir gazeteci, belki ondan daha çok bir televizyoncuydu. Medya dünyamızda böyle çok gazeteci, televizyoncu var. Ama sizce de Mehmet Ali Birand'ın ölümü, toplumun duygu dünyasında herhangi bir gazeteciden daha farklı bir yankı uyandırmadı mı? Nedendir peki?
Belki fikren onunla buluşmayanların dünyasında bile bir burukluk oluşması nedendir? Herhalde, her şeye bir insani boyut katması, insanlığının, keskin fikri çerçevesinden daha çok öne çıkmasındandır. Buna "Birand iletişim tekniği" denebilir. Muhtemel ki, insanların duygu dünyasında karşılık bulması gibi, gazetecilik başarısında da bu iletişim yönteminin büyük etkisi olmuştur.
O yüzden içimden son söz olarak "Ne olursan ol ama insan ol" demek geçiyor. Birand'a Allah'tan rahmet, saygıdeğer eşine, oğluna, torununa, dostlarına başsağlığı diliyorum.
****
Barış Terkoğlu: İstanbul 1980 doğumlu. İTÜ Makine Mühendisliği ve Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst. Mezunu. CNN Türk ve Oda TV’de çalıştı. Halen Cumhuriyet Gazetesi yazarıdır. Evli, Ali Derya adlı bir oğlu ve birçok kitabı var.
Barış Terkoğlu’nun 21.10.2021 tarihli Cumhuriyet’teki “Özdemir Beyin Cenazesindeki Pankartlar” başlıklı yazısından alıntılar yapalım.
ÖZDEMİR BEY’İN CENAZESİNDEKİ PANKARTLAR
“Nasıl bilirdiniz” diye sorulduğunda aklıma Paris’teki o mezarlık geldi. 15. Louis, Aziz Genevieve’in adını yaşatmak için kilise olarak inşa etmeye başlamıştı. Gelgelelim Pantheon, Fransız Devrimi’nin şafağında tamamlandı. Cumhuriyetçiler, yapıyı laikleştirdi. Anıtmezara çevirdi. Birbirinden başka görüşte, başta renkte, başka inançta ama hepsi vatana sadık... Kimi birbiriyle kavgalı, kimi ezeli düşman, kimi karşıt görüşte ama hepsi Cumhuriyete sadık... Entelektüeller, bilim adamları, yazarlar yan yana gömülüdür. Victor Hugo’dan Sadi Carnot’a, Emile Zola’dan Alexandre Dumas’a, Voltaire’den Rousseau’ya.
Özdemir Bey, bizim kitapta kendisini ilgilendiren bölümü okumuştu. “Sizce doğru mu” dedim. “Doğrunun yüzde 99’u” dedi. Güldüm, Raşomon filmini anlattım. Filmde, aynı olayın tanıkları, meseleyi başka bakış açılarıyla anlatıyordu.
“Yüzde 1’lik eksiği” Özdemir Bey tamamladı. Ergin Saygun fenalaştığında, bazı doktorlar ameliyatı göze alamamıştı. İhsan Bakır’ı Özdemir Bey bulmuştu. Bakır “Elbette” demişti. Ameliyat sırasında, Özdemir Bey saatlerce kapının önünde beklemişti.
Özdemir Bey’le yaşamının son bir yılındaki arkadaşlığımız böylece başladı. Zaman zaman saatlerce telefonla konuştuk. Bir gün konuşma uzayınca, “Neredesin, geliyorum” dedi. Buluştuk. O nedenle, salı günü, cenaze namazını kıldıran Ali Erbaş, gıyabında tanıdığını söylediği Özdemir Bayraktar için, “dünür” ifadesini kullanınca, “hiç tanımamış” dedim.
Neden mi? Özdemir Bey anlattığı için. Bir gün seyahatten dönüşte, havaalanında uçak bekliyormuş. Yanına onun deyimiyle “bir kodaman” gelmiş. “Siz Cumhurbaşkanımızın damadının babası değil misiniz” diye sormuş. Özdemir Bey, hikâyeyi anlattıktan sonra, Karadeniz aksanıyla, “40 yıllık Özdemir Bayraktar oldu mu sana ‘damadın babası’ ha” demişti.
Özdemir Bey, Milli Görüşçüydü
Kimi eski kimi yeni dönemin komutanları, kimi yandaş kimi muhalif siyasetçiler, kimi forslu kimi halktan insanlar, Fatih Camii’ni doldurmuştu. Kuşkusuz daha kalabalık cenazeler vardır. Ancak birbirinden farklı bunca insanı aynı avluda buluşturan Özdemir Bey’in karakteriydi. Açık söyleyeyim ki oğlu Selçuk’un içten ve duygusal sözleri dışında, cenazedeki soğuk protokol konuşmaları Özdemir Bey’in yaşamının canlılığını yansıtmıyordu. Zira Özdemir Bey, aslında protokolden pek de hazzetmeyen, Karadenizli samimiyetinden vazgeçmeyen bir insandı. Onu anlatan bir hikâyeyi, cenaze sonrası yürürken dinledim. Askeri teknolojilerin anlatıldığı bir toplantıda, mükemmel sunum yapan bir askerin ardından komutana dönmüş, “Bu çocuk evli mi” diye sormuştu. Bekâr olduğunu duyunca, “Hemen kız bulalım” demiş ve herkesi güldürmüştü.
Özdemir Bey ile aynı okuldandık. Bir süre akademide de görev yapmış iyi bir mühendisti. İTÜ Makine’deki Erbakan ekolündendi. İkisi de motorlar üzerine çalışmıştı. Erbakan tanklar üzerinde yoğunlaşırken, o havacılığa yönelmişti.
Erbakan’la yakınlıkları yalnız meslekten değil. Benim tanıdığım Özdemir Bey, Milli Görüşçüydü. Caminin duvarlarına asılmış, Saadet Partisi’nin gençlik kolları sayabileceğimiz AGD’nin pankartları, onun bu kimliğinin altını çiziyordu. Bir pankarttaki “teknolojiyi Allah’ın nimeti bilen”, “Özdemir Bayraktar Ağabey” ifadeleri, öbüründe Erbakan’la birlikte göründüğü fotoğraf, bu tarafını unutturmuyordu. Özdemir Bey, cenazede oğlu Selçuk’un anlattığı gibi, fabrikasında yatıp kalkıyordu. Son görüşmemizde, vedalaşmadan önce, “Gel sana odamı göstereyim” dedi. Benim hapishane hücresiyle aynı büyüklükteydi. Bir yatak, bir bilgisayar masası zor sığmıştı. Özdemir Bey, Fatih Camii’nden odası kadar küçük bir mezarlığa, doğduğu köyün toprağına uğurlandı.
Özdemir Bey ile bir kez tanışmış küçük oğluma ölümünü anlattım. O da üzüldü.
***
Engin Ardıç merhum Robert Kolaj, Galatasaray Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi mezunu renkli bir zat idi. Nükteli, latifli yazıları kolay okunurdu. 22.11.2018 tarihli Sabah Gazetesindeki Kılık Kıyafet Devrimi başlıklı yazısı da dikkate değer. Mekteplerimizin, hariciyemizin hasılı memleketin ahvalini anlamak için manidar bir yazı. Engin Ardıç’a bir fatiha göndermeye vesile olsun.
Uganda'nın başkenti Kampala'da düzenlenen cumhuriyet bayramı resepsiyonunda "Truvalı Helen" kıyafetine bürünen Büyükelçi Sedef Yavuzalp merkeze alındı.
İnsanın aklına ister istemez bazı sorular geliyor... Kendisine ceza mı verildi, yoksa Kampala gibi bir yerden "kurtarılmış" mı oluyor?
Bundan sonra acaba "daha fiyakalı" bir yere gönderilir mi? Şöyle Paris, Londra falan... Yoksa büsbütün beter bir yere mi çıkar kurası?
Riyad'a gitse hangi kılığa girecektir, kara çarşafa mı?
Peki Sedef Hanım Ankara'da ne olacaktır? Nene Hatun mu, Halide Edib mi?
Hani Çanakkale'yi "ikinci bir İstanbul" yapacak, adını da Troya koyacaktık ya...
En iyisi oraya vali tayin edilsin.
"Mana ve ehemmiyetine" uyar.
Bendeniz bir de yanındaki "Zeus" kılıklı adama da ceza verildi mi, onu merak ederim.
Bari adamcağızı ya Paris ya da Menelaos kılığına soksaydı... Biri Helen'in dostu postu, öteki nikâhlı kocası.
Olmadı, "kaynı" var, Agamemnon.
Onu da Ertuğrul oynasın.
***
Bu yazıların tefekkür, muhakeme, niyet ve kabiliyetimizi arttırması, şuurumuzun uyanmasına vesile olması ümid olunur. İnsanlık tarihinde şaşma ve yanılma zamanları oluyor. Lâzım olan bunu erken farketmek ve halâs çareleri bulmaktır.
Az sayıdaki numune-i imtisalleri çoğaltmak vazifemize şevkle devam etmeliyiz. Bu yazılarda ismi geçip de bekâ âlemine göçenlere rahmet ve mağfiret, hayatta olanlara da sıhhat, âfiyet ve gönül ferahlığı temenni ederiz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Dünya Bizim'in editöryal politikasını yansıtmayabilir.