Geçtiğimiz yıllarda yazar, şair ve Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç, İstanbul İl Merkezinde yapılan bayramlaşma toplantısında bir konuşma yapmıştı. İşte bu konuşmanın tam metni:
“Allah’a hamdler olsun. Bir Ramazanı tamamladık, orucumuzu tuttuk, vazifemizi yerine getirdik. Oruç, doğrudan doğruya karşılıksız, yalnız Allah’ın rızasına yönelik bir ibadettir. Ve bu bakımdan insanoğlu için manevi bir değere, hazineye kavuşmaktır oruç. Oruç aynı zamanda bir ibadetler bütünüdür. Namazlar kılınır, zekâtlar verilir, birlikte iftar yapılarak dostluklar pekiştirilir. Yani bütünüyle saymakla bitmeyecek kadar biz Müslümanlara insanlığa yakışır hasletler getiren bir ay, bir dönem ve bir süreçtir oruç. Bu bakımdan hiçbir din mensubunun malik olmadığı Allah’ın bir nimetidir. Sadece ferdi yani bir kişiye ait bir hadise değildir, bir topluma hatta bir millete, İslam milletinin tümüne ait bir kaynaşma, birleşme, uyanma ve diriliş sürecidir oruç. Bu bakımdan her yıl gelerek İslam âlemini yeniden dirilten oruca neler borçlu olduğumuzu ne kadar düşünsek azdır. 1400 yıl hatta daha da fazla oldu. Her yıl gelerek İslam milletini yeniden kendini muhasebeye çekme, düşünme, en metafizik konudan en güncel konuya kadar bizi düşündürme ayı olarak oruç bu sene de benim müşahedem ve hislerimle diyebilirim ki, her yıl gibi her yıldan daha fazla İslam âlemini etkilemiş, onu duygulandırmış, uyandırmış ve düşündürmüştür. Oruç ayını idrak ettik, tamamladık. Şimdi onun bayramını yapıyoruz. Hepinizin bayramı mübarek olsun!
İslam bir yanıyla da yani psikolojik cephesiyle olsun, sosyolojik ve tarihi cepheleriyle olsun, aslında bir Diriliş hareketidir. İnsanın, insan ruhunun Dirilişi hareketidir. Onun için biz Diriliş hareketini başlattığımız zaman ona bu ismi verdik. Çünkü bu İslam’dan geliyor, Kur’an-ı Kerim’i bu gözle okursanız, içinde hep dirilişi görürsünüz. Mesnevi okursanız, içinde hep diriliş görülür. Çünkü mesele şudur: Allah bizi yarattı ve bize bir bilinç verdi, şuur verdi. Ama insanoğlu alışkanlıklar sebebiyle bir dalgınlığa düşer ve bu bilinci bir nevi kaybeder. Yani her an bilinçli olması gerektiği halde bu bilinç, alışkanlık sebebiyle sanki sıradan bir duruma düşmüş olur. Onun için tasavvufta da her nefeste Allah derken tekrar o bilinci, diriliş bilincini yakalamak isteriz. Bu bakımdan İslam âlemi olsun, fert olarak Müslüman olsun, İslam toplumu olsun, her zaman sahip olduğu İslamı, tam bir bilinçle yaşaması için, bu bilinç, bu diriliş şuurunu kaybetmemesi gerekir. Bunu kaybettiği zaman, din sıradan bir alışkanlık haline dönüştüğü vakit, zaman içinde onu kaybeder. Onun gereğini yerine getiremez ve tarihte de bu böyle olmuştur. Geçmişte kayıplarımızın sebebi diriliş şuurunu kaybetmemizdir. Bu bakımdan Ramazan geldi tekrar bizi uyandırdı, diriltti. Diriliş mevsimi, diriliş çağı geldi. Bunu düşünerek, yeniden zamanımızı diri olarak yaşamak, bir Müslümanın zamanını hep diri olarak, ruhen, manen diri olarak yaşaması için gereken bilince kavuşup onu bir daha kaybetmememiz lazım. Bu bakımdan her birimiz geçmiş zamanımızı düşünmeliyiz. Müslümanların geçmişi neydi, neler oldu, neler bitti, kazançlarımız neydi? Nereden nereye geldik? Şu anda neyi yaşıyoruz? Şu anda İslam âlemi neyi yaşıyor? Ve gelecek için umudumuz nedir? Bu üç zamanı bilinçli olarak düşünmek ve değerlendirmek her Müslümanın borcu. Bunu kaybettiğimiz zaman kazanacağımız bir şey kalmamış demektir. Asıl kaybedilmemesi gereken özellik budur.
Şimdi, içinde bulunduğumuz devre baktığımız zaman, İslam âleminin iyi bir durumda, iç açıcı bir durumda olmadığını görüyoruz. Evet, her Müslüman ayrı ayrı aynı durumda olmayabilir. İslamı iyi ve tam yaşayan insan da olabilir. Ama toplum olarak ve İslam dünyası olarak ki, biz ona İslam milleti diyoruz. Çünkü Müslümanlar tek bir millettir. İslam milleti bugün iyi bir döneminde değil, çok sancılı, çok acılı, çok ıstıraplı bir hayat içinde ve sıkıntılarını giderecek çarelerden adeta mahrum, meçhul bir geleceğe doğru gider görünümündedir. Bu durumda eğer umudumuzu kaybedersek, işte en büyük felaket odur. İçinde bulunduğumuz durumdan daha kötüsü umudumuzu kaybetmektir. Şartlar ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz durum ne kadar kötü olursa olsun umudumuzu kaybetmememiz lazım. Çünkü biz Müslümanız. Müslüman Allah’tan umut kesmeyen insandır. Allah her şeye kadirdir. En kötü şartlar içinde de olsak, hiçbir umut kalmamış da olsa Allah onu değiştirir ve bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir yere yine getirebilir. Onun için bizim hiçbir şart altında umudumuzu yitirmememiz gerekir. Umudunu yitiren artık her şeyi yitirmiştir. Geleceğinde bir umut bulmayan insan, bugününü de, haysiyetini de, şerefini de kaybetmiştir. Onun için biz, her hal ve şartta umudumuzu kaybetmeyeceğiz.
İslam âlemi çok kötü durumda olabilir, yöneticileri beceremeyebilir, bir şeyler yapmayabilir, istediğimiz vaziyeti göremeyebiliriz. Düşman saldırmış, içimize girmiş, bizi birbirimize düşürmüş olabilir. Hep öyledir zaten şu andaki durum. Ama bunlardan daha kötüsü, artık bir ümit kalmamıştır, bir ümit yoktur, ben en iyisi şu andaki duruma uyum sağlayayım diye düşünmek en kötüsüdür. Çünkü uyum sağlanacak bir durum yoktur. Müslümanlar hür ve bağımsız olmalıdır. Hür ve bağımsız olmayan Müslümanın, gidip de başkasına tabi olan Müslümanın, görünüşte durumu ne olursa olsun, isterse günde kırk defa namaz kılsın, o eğer, Müslüman olmayanlara tabi ise, onların kendisine verdiği izinle bunu yapıyorsa, o makbul değildir. Bizim için hür ve bağımsız olarak, kendi irademiz ve kendi tercihimizle Müslüman olmalıyız ve onu öyle yaşatmalıyız. Başkalarının, Müslüman olmayanların izni, müsaadesi veya siyasi veya şu sebeple bizim Müslümanlığımıza izin vermeleriyle eğer biz Müslümanlığımızı devam ettiriyorsak, o Müslümanlık, Müslümanlık değildir. Çünkü, Müslüman hürdür, bağımsızdır, yalnız Allah’a tabidir. Müslüman teslim olmuş anlamına gelir yani Allah’a teslim olmuştur. Allah’a teslim olan başkasına teslim olmaz. Başka kullara, heveslere, şeytana, kendi nefsine de tabi olmaz. Bunu gayrimüslimler, Avrupalılar öyle zanneder, hani yumuşaktır, yumuşak başlıdır, teslim olmuştur. Ama Allah’tan başkasına teslim olmaz.
Bunun için bizim sanki sıfırdan başlıyor gibi, madem umut görünmüyor, Allahtan umudu kesemeyiz. Ona buna tabi olup, uyum sağlama diye bir olay yoktur. O zaman biz sıfırdan başlıyormuşuz gibi İslam’ın gereğini yeniden yerine getirmek ve yeniden, eskiden olduğu gibi İslam’ın gücünü, büyüklüğünü, medeniyetini, ihya etmek, diriltmek zorundayız. 1960’tan itibaren ‘İslamın Dirilişi’ dedik. Bu rastgele söylenmiş bir şey değildir. Hatta o zaman bazıları dedi ki: “İslam ölmüş mü ki, İslam’ın dirilişi diyor?” Eski Diriliş dergilerinde de, kitaplarımda da bu vardır. Burada İslam’ın dirilişi derken (İslam elbette ebedidir, ölmez) Müslümanların ölmüş gibi bir duruma geldikleri kastediliyor. İslam inancının, fikirlerinin değil, Müslümanların ruhen ölmüş gibi bir duruma geldiğini, dirilişe ermeleri gerektiğini belirttik. Yani İslam’ı ruhunda gerçeğiyle yaşaması lazımdır. Zaten gerçeğiyle yaşadığı zaman o dirilecektir.
Bunun geçmişle de bağlantısı vardır. Mesela İmam-ı Gazalî, bakmış, bir takım filozoflar çıkmış, insanlar onlardan etkileniyorlar, İslam’ı neredeyse bırakacaklar. O zaman “İslam İlimlerinin Dirilişi” demek olan “İhyau Ulumi’ddin”i yazmış. Yani din ilimlerinin, inançlarının, din bilgilerinin dirilişinin nasıl olması gerektiğini yazmış. İşte diriliş böyle bir geçmişe, böyle bir köke sahiptir. Bundan hareketle Müslümanlar her zaman yeniden dirilişe kavuşabilirler. Bunu geçmişte yaptılar. Moğollar geldi, taş üstünde taş bırakmadılar. İslam âleminde o kadar ümitsiz bir durum olmuş ki, bir Moğol askeri gelmiş, karşısında onsekiz kişi var. Hepsini tek tek öldürmüş, bir şey yapamamışlar ona. Neden? Çünkü, umutları kırık. Hâlbuki onsekizi birden hücum etse onu hemen devirirler. Fakat umutları kalmamış, Moğol geldi mi her şey bitti, her şeyi yapar diye düşünmüşler.
Her zaman, en kötü durum, umudu kaybetmektir. Ondan sonra içlerinde bulunan bilinçli insanlar, yeniden, tekrar çalışarak o Moğolları bile Müslüman yapmışlar ve hizmet ettirmişlerdir. Sonraki Moğol devletleri Müslüman devletlerdir. Mevlana gibi ve daha diğer büyüklerimiz, en umutsuz durumda çalışarak, yeniden dirilişi sağlamışlar, İslam âlemi yeniden kendini bulmuş ve o Moğollar da Müslüman olmuşlar ve hizmet etmişlerdir.
Sonra, Haçlılar gelmiş İslam âlemini hiçbir kural tanımadan kesmişler, biçmişler, öldürmüşler. Evet, çok acı şeyler yaşanmış. O kadar vahşidirler ki, Kudüs’te Müslüman çocukları öldürüp, pişirip yemişler. Bu bir iftira değil, yalan değil, tarihen sabittir. Bu kadar vahşet görülmüş fakat yine Müslümanlar umutsuzluğa kapılmamışlar. Birçoğu kapılsa da tabii ki bazıları kapılmamış. Önderler, şuurlu olanlar, başlarımız, imamlarımız, büyüklerimiz o şartlarda dahi çalışarak, yeniden örgütlenip, çoğalıp, bu Haçlıları da geldikleri yere göndermişlerdir. Ve onlar da öğrendikleri bazı bilgilerle Avrupa medeniyetini yapmışlardır.
Şimdi biz son bir fetret dönemini yaşıyoruz. Yüzyıldır, hatta daha fazla belki iki yüz yıl oldu. Ama son yüzyıl bilhassa son büyük İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin bitişinin 100. yılını işte geçen yıl yaşadık. Onun için ben diyorum ki; asıl siz 2018’i esas alın, 2023’e falan bakmayın. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı değil önemli olan, önemli olan 2018’de dirilişin işaretini vermeliydik, vermeliyiz. Bir yıl önce, yüzyıl oldu Osmanlı Devleti batalı. Müslümanlar, onun yerine yine büyük bir İslam devleti kurmalıydılar. Daha büyüğünü, daha güçlüsünü her zaman kurmaya güçleri yeterdi. Yeter ki umutlarını yitirmesinler. Ama ne yazık ki düşman, en büyük kötülüğü insana yapar, önce umudunu kaybettirir.
Benim, “Kurt ve Lamba” diye bir yazım vardır. Bu bizzat dedem tarafından yaşanmış bir olaydır: “Bir ara ahırda bir gürültü olmuş ve dedem bir lamba almış -o zaman petrol lambası vardı- lambayla ahıra bakmaya gitmiş. Bakmış ki bir kurt gelmiş, ahıra girmiş, tabii ki hayvanlar kaçıyorlar. Kurt, dedemi görünce dedeme değil elindeki lambaya saldırıyor, bir insan gibi lambaya üfürüyormuş, söndürmek için. Onu söndürdükten sonra iş kolay. Çünkü lamba söndükten sonra insanın gözü görmez ama kurdun gözü görür o karanlıkta. Önce lambayı söndürmeye çalışıyor.” Bunun gibi Batı gelmiş, önce lambamız olan İslam’ı, inancımızı, İslam’a bağlılığımızı, güvenimizi, umudumuzu bize kaybettirir. Bin dereden su getirir, şunu yapar, bunu yapar ve umudumuzu kırar. Ondan sonra, kendisi gelmek ister. Müslümanları birbirine kırdırır, bugün yaptıkları gibi… İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Libya’da ve İslam âleminin her tarafında bugün Müslümanları birbirine kırdırıyorlar. Efendim, Araplar İranlılar ile çarpışmalıymış, sana ne sen git kendin çarpış ırklarınla. Arap ile İranlıyı çarpıştıracak, siz Şiisiniz onlar ise Vahabi. Sanki bizim dinimiz, bizim mezhebimizle ilgileri varmış gibi, sana ne, sen kimsin demesi lazım Müslümanların.
Benim bir problemim varsa ben hallederim, sen kimsin? Nereden geldin? Siz birbirinizi kırın, yok edin. Ben, sonra geleyim üzerine oturayım. Böyle bir durumda Müslümanlar da tabii ki umutsuzluğa kapılıyor. Oysa en umutsuz bir zamanda bile umut vardır. Bunun misali de çok. Bu son dönemi söyleyeceğim: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni batırdılar ve Batılılar, İslam âlemini işgal ettiler. Hiçbir ümit yok gibi bir durum oldu ve bu yüzden de maalesef Müslümanlar umutsuzluğa kapıldıkları için uyum sağlamaya çalıştılar. Kim işgal ettiyse onun memleketini güya onunla anlaşacak, onunla uyum sağlayacak. Halbu ki umut doğar en ummadığımız zamanda. Allah size yardım gönderir. Yeter ki siz şuurunuzu kaybetmeyin, bilincinizi kaybetmeyin diyebilselerdi kendi kendilerine. En kötü şartlarda dahi o uyuşmayı kabul etmezler ve yeniden ümit belirirdi. Nitekim İkinci Dünya Savaşı Müslümanlar hiç beklemedikleri halde kendilerine büyük bir fırsat vermiştir. Eğer hazır olsalardı İkinci Dünya Savaşı en büyük fırsattı. Nitekim yine de biraz faydalanıldı. Bir takım bağımsızlıklar falan elde edildi fakat o şuur kaybedildiği için gereğince değerlendirilmedi. Hâlbuki eğer o şuuru kaybetmeselerdi mesela Türkiye o zaman Suriye’yi, Irak’ı yeniden alırdı. On iki adayı gelin alın dediler zaten gidip almadık. İslam âlemi yeniden dirilebilirdi. Fakat umudunu kaybettiği için böyle bir fırsatı kaçırdı. Nitekim Türkî Cumhuriyetler dediğimiz bölge yani Türklerin bölgesi komünist Rusya’nın boyunduruğu altındaydı. Hiçbir ümit yokmuş gibi bir durum vardı ama Allah yine lütfetti, komünizm çöktü, hepsi bağımsız kaldılar. Fakat o şuuru kaybettikleri için, o umudu yitirdikleri için bundan yararlanamadılar. Hâlbuki 1990 yılında bağımsız oldular. Hemen birleşmeleri lazımdı, büyük bir Müslüman Türk devleti kurmaları lazımdı. Fakat bekliyorlar ki, Rusya tekrar dirilsin ve tek tek kendilerini alsın. Demek ki, bu son yüz yıl içinde bile iki büyük fırsat çıkmış ama yeterince değerlendirilememiş.
Şimdi diyorum ki: Yine büyük bir umutsuz durum var. Bu yüzden her Müslüman devlet kendini bir yere dayandırmak istiyor. Mesela İran, tek çaresi İslam âlemiyle irtibat kurup, kurtulmak iken o, Rusya ile Çin’le falan ayakta durmaya çalışıyor. Diğerleri, Sudi Arabistan Amerika ile, Mısır Amerika ile, biz Amerika ve Avrupa ile… Bu şekilde hiçbir ümit yoktur. Genç adam, hiçbir zaman buna inanma, bunlardan bir ümit yoktur. Ha, bunu şu anlamda söylemiyorum, hepsine harp ilan edelim, herkesle savaşalım demek istemiyorum. Biz herkesin iyiliğini isteriz, kimseye düşman değiliz. Avrupa, birliğini kursun, yardımcı da oluruz. Ama yeter ki bize mani olmasın, bizim onunla bir işimiz yok, komşu olsun, insanca hareket etsin.
Amerika ile de iyi geçiniriz, yeter ki İslam âleminden elini çeksin. Çin ile de, Türkistan ve diğerlerini işgalden vazgeçsin. Kimseyle savaşmaktan bahsetmiyorum. Bütün insanlığın iyiliğini istiyoruz. Kimseye düşman değiliz. Hiçbir halka düşman değiliz. Zaten o halklar değil, onları yönetenler yanlışlık yapıyor. Biz isteriz ki, insanlık huzur içinde olsun, barış içinde olsun. Ancak, bunu esaretimiz pahasına, inancımıza, dinimize, medeniyetimize hakaret, ülkemizi işgal pahasına kabul edemeyiz.
Biz de İslam âlemi olarak kendi birliğimizi kuracağız, bunu kurduğumuz zaman yalnız biz değil, insanlık huzura kavuşacak. Çünkü, Doğudan ve Batıdan iki güç birbiriyle bir gün kapışacak ve bütün dünya yere serilecek, mahvolacaklar veya en evvel biz, ortalarında olduğumuz için ayakaltında kalacağız. İşte İslam âlemi buna karşı dirilip, birliğini kurmalı ve Doğuya, “sen yerinde dur”, Batıya, “sen de yerinde dur” demelidir.
Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn olayı vardır: Güneşin doğduğu yere gitti ve oradaki halka ‘siz burada durun’ dedi. Güneşin battığı yere gitti ve oradakilere ‘siz burada durun’ dedi. Hepsine bir sur yaptı, onları kendi ülkesinin sınırları dışında tuttu. Bu, aynı zamanda sembolik bir olaydır. Müslümanlar, gelecekte bunu yapacaklardır. Doğuya ve batıya dur diyecek, bütün insanlık da huzura kavuşacak. Ama bunun için önce umudumuzu kaybetmememiz lazımdır. Çünkü onu kaybettiniz mi, bunların hiçbirini düşünemez mevcut durumlara uyum sağlarsınız.
Şimdi, mevcut idareciler, yöneticiler niçin bunu yapmıyor dersiniz, bu kadar açık bir gerçek, niçin yapmıyorlar? Yöneticiler yapamaz, çünkü yöneticiler belli bir eğitimle oraya gelmiş, belli bir destekle oraya gelmiş, imtihandan geçmişler. Yani onlar farkında bile değiller, onları tarta, tarta bir yere gelmelerini sağlamışlar, farkında bile değiller veya az farkındadırlar, tam farkında değil. Farkında da olsa yapacağı bir şey kalmamıştır. Onun için diriliş yöneticilerde değil. Aydınların birbirine kenetlenip, İslam âleminin tümünde bütün hareketleri birleştirip tek bir hareket yapmak gerekir. Diriliş hareketi güçlü bir aydın inisiyatifi doğurmaktır… İşte o zaman yönetici iki şey arasında kalır. Yönetici, tabi olduğu adama mı uysun, yoksa milletin aydını uyanmış, halkı da yanına almış, hangisine uysun? Mecburen, sonunda öyle de olsa güçlüğü göze alarak tabi olur. Aydınların inisiyatifi de yönetimleri birleştirebilir.
Şimdiye kadar hep yöneticilerden bekledik. Hayır, onlardan beklememek lazımdır. Aydınlar hareketi çoğalıp, büyüyüp hepsini kapsaması lazım. Tabii ki İslam âleminde yer yer hareketler çıkmıştır, fakat bunlar yerel kalmışlardır veya yeterli değildir. Zaten onları da hemen boğuyorlar, onun için bir diriliş hareketi gereklidir.
Biz, bir Diriliş hareketi kurduk, ama maalesef millet bunu anlayamadı. Bu insiyatif büyüseydi önce Türkiye’de sonra da İslam âleminde dirilişi sağlardık. Bir misal vereyim: Mısır’da bu son harekette Müslüman Kardeşler bir oyuna geldiler. ‘Seçime gir, Cumhurbaşkanı ol’ dediler. Bunun bir oyun olduğunu söyledim. Ama bunu onlara duyurmak lazım. Buna kapılmasınlar, geçmişte bir iki defa kapıldılar, hemen bir şey alalım diye, fakat sonunda çok zarar ettiler. Eğer bizim Diriliş hareketi büyümüş ve orada bir temsilciliğimiz olsaydı, biz onları uyarırdık ve bunu önlerdik. Şu anda Mursi içerde, idamlık ve Müslüman Kardeşler de çok kötü durumdadır.
İşte, hareket büyümüş, her tarafta temsilciliklerini kurmuş olsa, oradaki bu hareketleri de korumak, onları da bizimle birleştirmek bize düşen bir görev olurdu. Hâlbuki bugün bunu yapamıyoruz.
Bu partiyi yani Yüce Diriliş Partisi’ni benim şahsi partim olarak düşünmeyin. İnsanlar fanidir, yaşımızı almış durumdayız, her an gidebilirim. Bu, sizin partinizdir. Partiyi sadece parti olarak düşünmeyin, bu İslam hareketidir, Diriliş hareketidir. Dört kavrama dayanır, öbür hareketler bu kavramlardan mahrumdurlar.
Birincisi “İslam milleti”: Müslümanların hepsi bir millettir. Peki, ırklar ne olacak? Onlar ırklardır, kavimlerdir. Mesela, geçmişte, kavm-i necib-i Arab söylenmiş, millet-i Arap denmez, denirse yanlış olur. Şimdi onlar ümmet-i Arap diyorlar, o da yanlıştır. Müslümanlar tek millettir, sonra bir tek ülkesi vardır: İslam Ülkesi. Bir yerde bir şey oluyorsa o benim ülkemde oluyor demektir. Sadece Türkiye Cumhuriyeti hudutları içindeki benim ülkem değildir, tabi Türkiye Cumhuriyeti de o ülkenin, yani İslam ülkesinin içindedir.
Bir diğeri “medeniyettir”: medeniyet, yazını değiştiremezsin, peki dünya bir tek yazıya geçecek, bir yazıya geçecekse benim yazıma geçecek, ben onun yazısına geçmeyeceğim. Dünyada tek medeniyet olacaksa, o, İslam Medeniyeti olacaktır.
Bir de “İslam toplumu” vardır, camileriyle, çeşmeleriyle, hamamlarıyla, kütüphaneleriyle, yani toplumun kurumları, bunlarla ayakta duruyoruz. Bedavadan yaşıyoruz, farkında değiliz.
Bir de “Müslüman” kelimesi: Birey için, kişi için, kişiler Müslümandır. Ama toplum halinde Müslümanlar, İslam toplumunu kurarlar. Daha sonra İslam milletini oluştururlar. Onun ülkesi İslam ülkesidir ve bunlar bir medeniyet kurmuşlardır ve bu medeniyeti kıyamete kadar devam ettireceklerdir. Ve ilerde de tekrar büyüyüp, büyük İslam devletini kuracaklardır. Devlette İslam devletidir.
Bu kavramlardan mahrum hareketler, İslami hareket değildir. Bu kavramlarla bir hareket yürüyorsa o, İslam hareketidir.
Evet, hepinizin bayramı tekrar mübarek olsun, orucu yaşadık, Allah onun manevi mükâfatına hepimizi kavuştursun. Bu şuuru kaybetmeyelim, umudu da kaybetmeyelim. Yarın, en umutsuz dediğiniz anda yine umut çıkar. Bakın Avrupa Birliği’ni kuramıyorlar, birbirlerine düşmüşler, kuramayacaklar.
Yarın, Amerika’nın ne olacağı belli değil, Çin’in ne olacağı belli değil. Bunlar kıyamete kadar böyle kalırlar, biz de esir olmaya mahkûmuz diye düşünmeyin. Bunların hepsi ilerde birbirlerine düşerler. Ama bize fırsat doğduğu zaman, biz hazır değilsek neye yarar, biz hazır olursak ondan yararlanırız. Onun için, kimse gelmese de davaya sarılın, bu kavramlardan da fedakârlık yapmayın.
Türk halkı, Arap halkı, Türk kavmi, Arap kavmi, Kürt kavmi, İran kavmi, Hintli olabiliriz. Bunların hepsi muhteremdir. Ama hepimiz bir milletiz, bu da İslam milletidir. Bundan fedakârlık ederseniz, çıkış yolu yoktur.
Partiyi de bu amaçla kurduk, maksat parti değil, günlük siyaset değil, amacımız İslam âleminin dirilişidir. Bu harekete de sahip çıkın, büyütün, geliştirin, siyasetçiler size tabi olacaktır. Böyle bir gücünüz olmazsa, siyasetçi sizi okşar, hiçbir zaman size itibar etmez, sizin sözünüzü dinlemez.
Evet, hepinize hayırlı bayramlar, hayırlı ömürler, sağlıklar ve Allah yolunda yılmadan, dayanıklı olarak, umudu kaybetmeden çalışmaya devam.”
Kaynak: http://yucedirilis.org.tr/