Derler ki delilik ile velilik arasında ince bir çizgi vardır. Bir de her semtin, her köyün bir delisi. Halk arasında ince, hassas, mana tadını almış, tevekkül ehli insanlar mahallede bir meczup, bir deli-divane ile karşılaştıklarında farklı gözle bakmaya, anlam çıkarmaya çalışırlar. Ondan aldıkları bir işaret, bir söz, bir bakışın esrarını anlamak isterler. Soru soran da olur ama kimisi manalı cevabını alır, kimisi de okkalı bir fırçasını.
Meczup kelimesi için; Allah aşkıyla kendinden geçmiş, cezbedilmiş, bir yöne çekilmiş, ilahi aşkın coşkusuyla alışılmış davranışların dışında kalan, akli dengesi değişmiş, cezbeye tutulmuş, divane diyor sözlüklerde.
Bir kitap aşığı, ömrünün çoğunu kütüphanelerde geçiren “Dahiler ve Deliler” kitabının da yazarı merhum Mehmet Niyazi Özdemir, seneler önce Sakarya’da bulunan İl Özel İdaresi Kütüphanemizi ziyaret etmişti. “Bir deliniz oldu mu?” diye sormuştu. Her kütüphanenin bir delisi olurmuş. Bu mekâna gün boyu sığınmak için gelenler de var, bütün gün kitaptan başını kaldırmayanlar da. Bir de kitap delisi olanlar var ki, onlar da kazandığını son kuruşuna kadar kitaba verir cebinde yol parası kalmaz. Ne demişler, “Ya deliden ya veliden adam olur evladım, bu yüzden ya aşk ile ya ilim ile yol alınır”
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’ne yazdığı “Deliler” maddesinde şunları söylüyor: “Azgın, câniyâne tecavüzleri olmayan delileri İstanbullular İslâmiyet’in şefkat kaynağından gelen duygunun altında gayetle hoş tutmuş, hatta halkın büyük bir kısmı onların hâlinde ilahi bir cezbe görerek birbirini tutmaz sözlerine, çıkardıkları acayip seslere, naralara, garip garip tavır ve hareketlerine bir mana, bir haber, bir gizli işaret diye bakmışlardır. Asırlar boyunca sınırsız mutlakiyet devrinde vezirlerin hayatı bile padişahın iki dudağı arasından çıkan bir emir ile ifnâ (yok) edilirken, deliler padişahlara karşı bile bi-perva (pervasızca) konuşmalar yapmışlar ve onlara en küçük bir zararı erişmemiştir.”
Bir zamanlar genellikle Eyüp Camii-i Şerifi avlusunda bulunan Yatalak Efendi derler bir zat varmış. Ahvalini kitaptan nakledelim: “Yatalak Efendi oldukça güzel söz söyler, maneviyattan bahseder; bu meczupların hangisi ne gibi fezaili haiz (hangisinin ne fazileti) olduğunu ve kerametlerine müteallik (ilişkin) menkıbelerini naklederdi. Beyanına göre, bunlar asrın kutbu (zamanının uluları ve yüceleri) imişler. İnsanların umûr-ı dünyevilerini (dünyaya ait işlerini) bunlar idare ederlermiş. Her şey onların yed-i idaresinde olduğundan, zevahir-i ahvale (dış görünüşlerine) bakıp mükedder ve müteessir olmak câiz değilmiş. İşte bu gibi sözlere kanaat getiren o mütevekkil adamlar dâima müsterihü’l-bâl (gönül rahatlığında) olarak yaşarlar ve bu meczubların himmet ve ilhâmât-ı kudsiyyelerinden istianeye (yardım almaya) çalışırlar. Celb-i hoşnûdîleri (sevgilerini kazanmak) için onları it’âm (besler) ve ikram ederlerdi”. (Pazarola Hasan Bey, Y. Selim Karakışla)
“Didiler bu deliden tiz alalım
Bunu kurtaralım hürmet kılalım” (Halilnâme)
“Coşkun gönüllü bir meczup vardı. Herkes giyimli kuşamlı, o ise çıplaktı. Bir gün şöyle yakardı: Ya Rabbi! Bana güzel bir hırka ver, başkaları gibi beni de sevindir!
Gaipten seslenildi: Baksana! Sıcacık bir güneş vermişim, yararlan işte ondan!
Meczup haykırdı: Ya Rabbi! Bana daha ne kadar böyle azap edeceksin? Güneşten daha iyi bir hırkan yok mu?
Gaipten cevap geldi: Haydi, on gün sabret! Sana bir hırka vereceğim, söz!
On gün geçince bir eskici kendisine yamalı bir hırka getirdi. Yüz bin hatta daha fazla yaması vardı, çünkü bağışlayan kişi yoksulun tekiydi.
Meczup şöyle seslendi: Ey sırları bilen! Hayli zaman bu paçavraları mı dikiyordun? Hazinendeki bütün elbiseler yandı mı da sen bunca paçavrayı bir araya getirip diktin? Yüz bin paçavrayı dikip bir araya getirmişsin, sen bu tür terziliği kimden öğrendin?” (Mantıku’t Tayr-Kuşların İlahisi)
Bu gibi zevatta, yamalı ve paçavradan oluşan elbiseler, fakirliğin ve Allah’a teslimiyetin bir nişanesi. Bir zamanlar Kayseri Talas’ta Mavi Boncuklu Cemil Baba (v.1980) isminde yaşayan biri olduğu anlatılır. Sırlara vâkıf imiş. Fukaradan Elvan Usta’ya sık sık uğrar ona yardım eder, köylülerin getirdiklerinden ona da getirirmiş.
“Bir gün de Elvan’ın evine, terzi elinde özel olarak dikilmiş, yepyeni bir elbiseyle gelir Cemil Emmi. Bir köşeye oturur, iğne, iplik ister evin hanımından. Kadın, 'Cemil Baba dikilecek bir şey varsa izin ver ben dikeyim' diye rica etse de:
'Yok' der Cemil Emmi. Ve yepyeni elbiseyi omuzlarından, sırtından söker, sağından solundan yırtar ve bir çuvaldıza geçirdiği kalın, beyaz bir iple, söktüğü yerleri yeniden alelusul diker. Ve oradakilere; 'Ne güzel oldu değil mi!' der. Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş böyle güzel olur işte.”
Emir Kalkan, Kanatsız Kuşlar Şehri kitabında (Ötüken Neşr.) kendisinden uzun uzadıya bahsetmiş. İnsanların da severek itibar ettiği bu zata Cemil Emmi, onlara yüzük ve mavi boncuk hediye ettiği için de “Mavi Boncuklu Cemil Baba” da diyorlar. Talas sokaklarında sırtında boya sandığı, ayağında şalvarı, lastik ayakkabıları ve yaz kış aynı elbiseyle dolaşan bir meczup. Boylu poslu, güçlü, kuvvetli, sağlıklı bir adam. Keramet gösterdiği de halk arasında dolaşan rivayetlerden anlaşılıyor. Görmek isteyenler onu Hunat Camii’nin önünde buluyor genellikle. Ancak hanımlardan da ‘aslandan kaçar gibi’ kaçıyor. Fakire fukaraya çok cömert. Anlatılanlara göre, hacca gitmediği halde onu Kâbe’de görmüş olmaları, otobüse almadıkları halde şehre herkesten önce varması, karşısındaki insanın niyetini onlar söylemeden dile getirmesi gibi kerametleri var. Senede iki kez İstanbul’a gidermiş. Orada da sevenleri varmış. Halen dahi İstanbul’dan bir grup Cemil Emmi’nin yaşadığı yerleri ve mezarını ziyaret edermiş.
“Yine aynı gruptan bir bey de Cemil Emmi için şöyle diyor: İnsan doğduğu yerde bir deli, bir meczup sanılabilir veya böyle görünebilir ama bilenler bilir k, o zamanımızın sultan velilerindendi.”
Bayburdî Dede Paşa’nın (v.1973) bir gün Kayseri’ye yolu düşer. Mavi Boncuklu Cemil Baba ile karşılaşır. Cemil Baba elini kaşına siper ederek, dikkatle hazrete bakar ve şöyle der; “Sen büyük evliyasın değil mi loo”.
Bir köşeye çekilmiş yoksul bir meczup vardı. Bir gün namlı bir sultan karşısına dikildi.
Meczuba sordu: Ben sende müthiş bir yetenek görüyorum! Keyif çatmayı iyi biliyorsun!
Meczup cevap verdi: Pirelerle sineklerden yakasını bir türlü kurtaramayan ben keyif çatıyorum ha?
Bütün gün sinekler beni yer bitirir, bütün geceyse pireler ne uyku uyutur ne rahat bırakır! Küçücük bir sinek Nemrut’un burnundan girdi de o kâfirde ne rahat bıraktı ne beyin!
Ben de bu zamanın Nemrut’u muyum acaba ki Sevgili beni sinek, sivrisinek ve pirelerle ödüllendiriyor? (Mantıku’t Tayr-Kuşların İlahisi)
Sadettin Ökten hocamız da radyo sohbetlerinden birinde buna benzer bir meczup hikâyesi anlatmıştı. Aynen nakledelim:
“Sultan Mahmud Moskof’la başı dertte. Demişler, ‘Mecazipten bir zat var Ayasofya kurbünde oturur, git sen onunla bir görüş.’ O da gitmiş, bakıyor bir kulübede oturuyor. İçerisi sinek dolu. Sultan Mahmud gelince 'Buyur otur padişahım' diyor. Oturuyor padişah. E diyor, 'Sen kimsin?' 'Ben Osmanlı padişahıyım, cihana hükmederim.' diyor. 'Şu sinekleri çıkar bakayım şu odadan.' diyor. Tabi padişah ne yapsın yani. 'Haa, sen cihana hükmedersin öyle mi?' Sineklere ‘çıkın bakayım’ diyor meczup. Pencerede böyle delik varmış, vızzzt oradan gidiyorlar. 'Şimdi konuş anlat meseleyi!' diyor. Böyle bir şey.”
Sadettin Hocamız nutk-u şerifleri şerh ederken de aklı tutulmuşlara mecazip diyor. Şemsettin Sivasi’nin nutk-u şeriflerinden;
“Pek bağla aşkın zincîrin boşanmasın dîvâneler” mısraını şerh ederken şöyle söylüyor: Sırları fâş eyleyenler. Eskiden toplumda böyle insanlar vardı. Söylerler, duramazlar söylemeden yaşayamazlar. İnsanlar da söyledikleri şey; aklın sınırlarını zorladığı için onlara deli demezlerdi de meczup yani cezbedilmiş ama sırları saklayamıyor yük ağır geliyor. -Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ-, Allah hiç kimseye nefsinin taşıyabileceğinden yükten fazla yük yüklemez. Ancak nasıl oluyor o yüklememe işi? aşkın zincirini sağlam bağlarsa sen bir yere gidemiyorsun. Mühim olan şu dil ve şu el. ‘El ve dil’ Aman Yarabbi, her iş bunlarda. Divâne-ra kalem nîst’dir, divane için kalem yoktur diyor yâni, ne söylerse kanar olmaz, insanlara diyor ki, ‘aklı başından gidenler olabilir – mecazip taifesi- onları da kınamayın’ diyor yarın öbür gün sizin de başınıza gelebilir.
Yine kendisinden dinlediğimiz bir başka mecazip hikâyesi:
“Bir hikâye anlatırdı eskiler. Hz. Peygamber irtihal ettiği zaman meczup minareye çıkmış bağırıyormuş: 'Ey Allah’ım Muhammed’i aldın, biz şimdi onsuz ne yapacağız, senle nasıl başa çıkacağız. O aramızda bizi yeden, bize yol gösteren, yanlış yaptığımız zaman müsamaha ile karşılayan, doğruyu gösteren, doğruyu sevdiren, seni bize anlatandı.' Bir şeyh efendi de demiş ki: 'Evladım öyle söyleme, onun varisleri var. Sen şimdi onların peşinden gideceksin.'”
“Deme sen gaflet ile Ferhâd ile Mecnûna deli
Eyle sen halka nazar her biri bir gûna deli”
“Leyla’nın kabilesi, Mecnun’un kabileye bir an olsun gelmesine asla izin vermiyordu. Ovada koyunlarını otlatan bir çoban vardı. Aşk sarhoşu Mecnun ondan bir koyun postu ödünç aldı. Postu üstüne büründü, iki büklüm olup bir koyun kılığına girdi. Sonra da çobana yalvardı: Allah aşkına koyunlarının arasına girmeme müsaade et! Sürüyü ben içindeyken Leyla’nın yanına doğru sür de bir anlık da olsa Leyla’nın kokusunu alayım! Bu postun altında saklanarak sevgiliyi kısa bir an olsun görebileyim!”
Mecnun dediği gibi yapar ancak sevgiliye yaklaştıkça heyecanı artar ve kendinden geçer. Çoban yüzüne su serper, onu oradan alıp ovaya götürür. Çölde başka insanlar ve akrabaları ile karşılaşır.
“Akrabalarından biri kendisine şöyle dedi: Üstünde başında bir şey kalmamış ey himmet sahibi kişi! Söyle istediğin elbiseyi de hemen gidip getireyim!
Mecnun cevap verdi: Herhangi bir elbise benim sevgilime lâyık olmaz ki! Benim için koyun postundan daha iyisi yok! Üzerimde koyu postu olsun isterim ki beni kem nazardan saklasın! Mecnun için atlas ve dibâ, koyun postudur. Leylâ’yı seven bu postu ister. Ben sevgilimin kokusunu bu postun altında almışım, bundan başka elbise ister miyim hiç? Benim gönlüm bu postun altındayken sevgiliden haber aldı, öyleyse bir başka elbiseye niye bürüneyim ben? “ (Mant. Tayr-K.İlahisi)
***
Pazarola Hasan Bey (1885-1926) eski İstanbul’un meczuplarındandır. O dönemin hem esnafının hem de gazeteci ve yazarların gözdesi olmuştur. Akseki Ormanalı Abdulgaffar Mehmed Kemâlî Efendi, 54 kıt’alık “Pazarola Hasan Bey Destanı” yazmıştır. Birkaç kıt’asını nakledelim:
Üç yüz otuz sekiz tarih-i destân
Hasan Bey: “Pazarola!”, “Yaşa Hasan Bey!”
Zilkâde tahrîr-i yâdigâr-ı ihvân
“-Beyim, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
Kişizâde evlâdı arslan
Esnâfın göz bebeği Hasan Kahraman
Başka lakırdı bilmez Bey’de bu lisân
“Tramvaycıbaşı, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
Umum esnâfda samimi muhabbet
Sırasıyla “Pazarola “kazandı şöhret
Büyük küçüğe bundan ülfet
“Ekmekçibaşı, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
“Pazarola!” oldu bu derde mübtelâ
Rûy-ı muhabbeti oldu âleme nümâ
Alicenâbdır ol melek-simâ
“Baklavacıbaşı, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
Ahbâbın ülfeti hep cana safâ
Her letâfetleri hep rûha eda
Her sabah erkenden pîrîne duâ
“Kunduracıbaşı, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
Giydi başına aşk-ı sâadet haydarî
Mülk-i aşkın serdâr ü serveri
Aliyyü’l- murtezâ imâm-ı Ca’ferî
“Sakabaşı, pazarola!” “Yaşa Hasan Bey!”
***
Editörlüğünü Hasan A. Kaya’nın yaptığı Çizgi ile Yazgı (İz Yay.) adlı kitapta Üstat Hasan Aycın’ın her bir çizgisine birer hikâye yazılmış. Bir çizgisinde, ensesine silah dayanmış bir adam var. Hasan A. Kaya’ya ait hikâyenin başlığı ‘Esnek Hikâye’. Burada Burhan adlı bir divane var. Kısa bir alıntı yapalım:
“Senin adın İsmail mi?” dedim. Yok aslında değilmiş. Onu buralarda bu isimle tanırlarmış. Burhan genel bir isimmiş onlarda. Hangi deliye bu isimle seslensen dönüp bakarmış. Hikâyeye göre, ejderha eti yediği için bir türlü ölemeyen bir adam sonunda yapayalnız kalmış. Şehrin delileri ile arkadaş olmuş, onların reisi, ustası olmuş. Bir teşkilat kurmuşlar. Nerede bir yanlışlık varsa müdahale edip, zayıf, güçsüz, mazlumların yanında olmuşlar. Haksızlığa karşı çıkmışlar. Taşlanmışlar, horlanmışlar, kovulmuşlar, dayak yemişler ama yine de vazgeçmemişler.
Derler ki her bir beldenin meczubuna bir görev verilmiştir. Bazıları temizlik yapar, çöp ve yerdeki izmaritleri toplar, bazıları insanları ikaz edip uyarır. Bazıları da iyi insanların, kimsesizlerin cenazesini defnederler.
Cezbeli âşıklara, ismi geçenlere selam olsun, göçenlere rahmet olsun.
İstifade edilen eserler:
- Kuşların İlahisi Matıku’t Tayr, Attar, Türk Ed. Vak. Yay.
- Eski İstanbul’un Delileri, Y.Selim Karakışla, Akılfikir Yay.
- Kanatsız Kuşlar Şehri, Emir Kalkan, Ötüken Neşr.
- Çizgi ile Yazgı, Ed. H.Akif Kaya, İz Yayıncılık