2022'nin sonunda yayınevlerinin neşriyatlarını taradığımız çalışmamızda, Şule Yayınları'nın Aralık ayında her türden yayımladığı özel bir seçkiyi sizler için derledik.

A. Ali Ural, Kana Karışan isimli toplu şiirlerinde bugüne kadar yayımladığı beş şiir kitabını bir arada sunuyor okuruna. Üstelik poetikasıyla birlikte. A. Ali Ural şiirini anlamak, bütün veçheleriyle görmek için eşsiz bir fırsat.

İnsan sözüne benzemez şiir. “Bir başka lügat tekellüm ettim,” demesi boşuna değildir Şeyh Galib’in. Bir başka dil konuşmaktır şiir, meleksi bir dil. Şair ve okuru arasında yazılmamış bir sözleşme vardır; şair okuruna şiirinden ne anladığını, okur da şairden şiiriyle ne söylemek istediğini sormayacaktır. Bu altın balık şairin avı gibi görünse de bir türlü sepetine atamaz. Bu yüzden okur bedelini ödeyip mülkiyetine geçiremez şiiri. Havadaki kuş satılamayacağı gibi denizdeki balık da satılamaz. Şairin kısmeti de okurun kısmeti de balık değil balığın sıçramasıdır. Bir serapla suya kandırır şair, bir balıkla denizin üzerinde yürütür okuru.

Sonra da dönüp acaba hafızamdan bu yüzü silmek istediğimden emin miyim, diye sık sık kendinize sorduğunuz bile olur. Bir insan olarak İsmail de benim için böyle hayat boyu izlerini silemediğim hatıralar, cevaplayamadığım sorular, kurtulamadığım bir yüz, belki de hiçbir zaman hikmetini anlayamadığım derin bir muamma olarak kaldı. Peki, ben memnun muydum bundan, evet!.. Huzursuz muydum, evet!.. O yaşlarda taşınabilir bir yük müydü benim için bu, nasıl taşıdığımı bilmesem de evet!.. Çünkü insanın bu hayatta taşıyamayacağı bir yük yoktur. Dahası da var, yükünü seviyor insan... Sevecek bir tarafını buluyor. Hayatımın daha sonraki yıllarında, bazı soruların illa cevaplanması gerekmediğini de öğrendim. Sadece birer soru olarak önemli ve anlamlıydı onlar benim için.

Kırılma anlarının hikâyelerini anlatıyor Hüseyin Su. Nahif bakışıyla kalemini kahvehane camlarındaki yazıların arasında silikleşenlerden rızkını çer çöp içinde arayan mültecilere, delilerden dünyaya tamah etmeyenlere, doktorlardan sözünü yemeyenlere gözümüze batmayan, batmadığı için rahatsız olmadığımız, rahatsız olmadığımız için bir şey yapmadığımız; kendimize yaklaştırmadığımız, yakınlığımızı fark etmediğimiz insanların hikâyelerinde gezdiriyor. Nahif bir ruh için sızısı geçmeyen ağır bir yükü sırtından indiriyor Kırık Sızısı’nda.

Nisan hayal kurmayı çok seviyor. Çünkü biliyor ki hayaller, çok istersek ve çok çalışırsak bir gün gerçek olur. Nisan’ın canı hiç sıkılmıyor. Hemen bir şeyler yapmaya, yaparken de hayal kurmaya başlıyor. Sonrası mı; Yemek Perisi geliyor, yeşil saçlı Orman Prensesi flüt çalıyor ya da çikolata ve oyuncaklar dolu bir sepet gökten sarkıveriyor. Sen de Nisan’la birlikte hayallerinde Pancarbaykuş’la tanışmaya, mavi puding yapıp kahkaha attıkça değişen ve seni mutlu eden aynalara bakmaya var mısın?

Ayasofya’nın konuştuğunu, anlattıklarını, işaret ettiklerini uzun süredir dinleyen, gören bir göz Hasan Akay. Bütün varlığıyla, oluşuyla, tarih boyu temsil ettiğiyle her şeyini şiire dönüştürmüş bir isim. Ayasofya’nın ne söylediğini, neyi işaret ettiğini duymak, görmek, anlamak için anahtar. Bu kitaptakiler yalnız şiir değil, varlık belgesi.

Belli ki taşlarında sonsuz merhametin ve adaletin
Devletli sesi var
Belli ki boşluğunu dolduran ışıktan sözcüklerin bir mucizesi
Belli ki müminlerin Rahmânî nefesi derinden hissettiği
Ve insanlığın yüreğini test ettiği yer…

Gülümseyin ey müminler!
Ey kalbinde umuttan
Ve mutluluktan iz taşıyanlar!
Ayasofya kalbini açıyor size, sonuna kadar…

Gücünü, kasırgaya boyun eğmeyen bir ağaçtan alıyordu kulübe. Kökleri yerin derinliğindeki kayalara uzanıyordu. Bir yuva arayan herkesi göğsüne çağıran ulu ağaç ona da ikramda bulunmuştu. Kovuğu bir annenin göğsü gibi geniş ve merhametli, gövdesi bir babanın sarsılmaz bedeni gibi güçlüydü. Yaşlılar yapraklarının hışırtısını yorumlayarak bilgiye ulaşıyor, palamutlarının içindeki pelitler kimdir diye ayırt etmeden mahlûkâtı besliyordu. Fırtına bütün ağaçların belini bükerken meşe, kırılan dallarının yarasını sarmakla meşgul, yas tutarken bile dimdikti. Ona lazım olan işte böyle bir ağaçtı.
Dört duvar arasına sığmayan karakterlerin kulübesi bu; dört mevsime; yaza, sonbahara, kışa, bahara; dört elemente; havaya, suya, ateşe, toprağa; dört felakete; yangına, fırtınaya, sele ve zelzeleye; dört sığınağa; çadıra, kulübeye, beşiğe ve tabuta; dört duyguya; huzura, coşkuya, öfkeye ve aşka… Sığmazsa insan bir yere, cemre olup düşer, havaya, suya ve toprağa. Fakat dördüncü bir cemre daha var kayıtlarda görünmeyen: Ateşe Düşen Cemre.
Hümeyra Yabar, “Bir Kulübe”de ateşe düşen cemreyi Vivaldi’nin “Dört Mevsim”i derinliğinde anlatıyor.

Küçük yerlerde dışarıdan gelen memur kızları pek kıymetlidir. Gençler bir gelincik tarlasının ortasında gördükleri o yabancı çiçeğe bakmak için kırk gelinciği çiğneyip geçtiklerini bilmezler. Elime batan iğnenin geride bıraktığı sızı, kurduğum hayalle arama girinceye kadar gözümü patiskadaki güllerden çekip rüzgârda titreşen uçsuz bucaksız gelincik tarlasına diktim. Parmağımın ucunda biriken minik kızıllığı eteğime bastırırken annemin gözü yine bendeydi. “Hah,” dedi. “Tam da böyle işte, hem kanatır hem sızlatır!” Parmağımı avucumda sıkarken annem dantelini örmeye devam etti.
Aşk insana ne öğretir? İnsanı harekete geçiren en güçlü duygudur aşk. Günümüze gelene kadar nice savaşlara, yıkılışlara, çöküşlere, kavgalara, engellere, ayrılıklara ve tabii kuruluşlara, doğumlara, yükselmeye, gelişime, sanata vesile olmuştur. Anadolu’da kendi kuralları vardır. Kendini hemen belli etmez, ruhtan tene geçmez. Gizli bir hazine gibi taşınır kozasında. Dönüşür günbegün kelimeden şiire, sözden türküye, iplikten desene, taştan sanata… Nahif bir aşk hikâyesi, bir genç kızı dönüştürüyor taş ustasına. Mavi Koza’da.