1990 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Meksikalı şair Octavio Paz, “Yalnızlık Dolambacı” adlı romanında hem bireyin varoluşsal yalnızlığını hem de sömürgeleştirilerek kendi köklerinden koparılan ülkesinin tarihi ve kültürel yalnızlığını iç içe işler.

Octavio Paz’ın bu kıymetli eserini Türkçeye kazandıran Bozkurt Güvenç kitabı şöyle tanımlar: “Kendi kültürünün bilinçaltı katmanlarını çözümleyen bir inceleme olması yanında bu kitap, insan yalnızlığının evrensel gizini araştıran bir belgeseldir.”
Latin edebiyatının en güzel eserlerinden biri olan Yalnızlık Dolambacı’ndan altını çizdiğimiz satırlar:

Yaşamın bir döneminde varlığımızın sadece kendimize özgü ve çok değerli bir şey olduğunu anlarız. Bu uyanma, çoğu kez, ergenlik çağında olur. İnsanoğlu’nun kendini arayıp bulması, yalnızlığının bilincine varması; kendisiyle dünya arasındaki o algılanamayacak kadar saydam bilinç perdesini çekip kaldırmasıyla gerçekleşir.

Kişinin kendi yalnızlığını duyması, kendini aşağı gördüğü anlamına gelmez; olsa olsa kendi varlığını ötekilerden ayrı gördüğü gibi yorumlanabilir. Aşağılık duygusu bir sangı olabilirse de yalnızlık acı bir gerçektir. Çok başkayız gerçekten ve o kadar da yalnızız.

Yalnızız. Kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlığımız, anamızın koruyuculuğundan yoksun bırakıldığımız ve şu yabancı ve düşman dünyaya düştüğümüz günden başlar. Evet düştük. Bu düşüş -ya da onun bilgisi ve bilinci- bize suçluluk duygusu veriyor. Neyin suçluluğu? Adı konmamış bir suç: Doğmuş olmak!

Bizler inanırız, Amerikalılarsa inanma eğilimindedir. Onlar peri masallarıyla polis öykülerini severler; biz söylencelerle destanları severiz.

Biz kuşkuluyuz, onlar güvençli! Biz alaycı ve üzgünüz; onlar, mutlu ve şen insanlar. Onlar anlamaya çalışır; biz derin derin düşünmeyi severiz. Onlar eylemden, biz suskunluktan yanayız. Biz acılarımızdan hoşlanırız, onlar buluşlarından.

Birbirine sır veren iki erkek arasındaki karşılıklı saygı ve güveni sağlayan, sürdüren uzaklık [ya da perde] ortadan kalkmış olur. Bir başkasına açılmakla, kendimizi onun eline, acımasına [acımasızlığına] bırakmış; daha kötüsü, başkalarının gözünde “erkeklik” tahtından inmiş sayılırız.

Aşk, başka bir varlığa katışma çabasıdır. Ama sevgiye boyun eğme ancak karşılıklı ise gerçekleşir bu bütünleşme. İnsanın kendini bütünüyle bir şeye, bir başka kişiye adaması zordur. Az kişi bunu başarır. Aşkın ne demek olduğunu öğrenecek kadar kendini sahip olma tutkusundan kurtarabilenlerin sayısı daha da azdır.

Aşk, kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı başkasında gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir.

Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an için de olsa insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur.

Günlerin güzelliği, parlaklığı ve gerilimi ile katılanların coşkusu ve kendinden geçmeye yatkın tavırları gösteriyor ki, fiesta’larımız iç gerilimimizi zaman zaman düşürmeseydi, toplumumuz kolaylıkla patlayabilirdi.

İktidar, düzen tanımayan bir güçtür; yüreği ve yörüngesi olmayan paşa gönlü nasıl çekerse öyle davranan güç!

“Meksika’nın görkemi” bakıp algılamaktan başka görevi kalmamış, tam tepede duran öğle güneşine benziyordu: Kımıldadığı anda alçalmak -giderek batmak- zorundaydı.

İnsan, bütün zamanların tek olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu, ölçüsü, hesabı belli olan zamanın) ve saatin kölesi oldu.

Avrupalı aydınlara hiç benzemeyen özel bir durumumuz var. Avrupalı ve Amerikalı aydınlar yönetimde güçlü değildir. Devlet felsefesi açısından Batılı aydın, sürgünde yaşayıp borusunu dışarıdan öttüren, başlıca silahı olan eleştirileriyle düzeni dıştan etkilemeye çalışan kişidir. Meksikalı aydın, ülkesine aydın olarak hizmet ettiği gibi, gerektiğinde onu savunmak uğruna ölmekten ve yoluna baş koymaktan geri durmamıştır…

Biçim, nadir durumlarda özgün bir yaratı, içgüdü ve isteklerimizle ulaştığımız bir denge durumu olmuştur. Ahlaksal, değersel ve yargısal kurallarımız çoğu zaman kişiliğimizle çatışır; düşündüklerimizi söylemekten, isteklerimizi gerçekleştirmekten alıkoyar bizi.

Herkesin ağrısı kendinedir. Ağrı, paylaşılmaz, aktarılamaz. Bu yüzden, 'dayanılması en kolay ağrı, başkasının ağrısıdır' sözü iyi bilinir.
Görme, işitme gibi duyular için ışık ve ses gibi uyaranlar belirlenebildiği halde, ağrı algısına denk düşen belli bir uyaran yoktur. Ağrının kaynağı ayrı ayrıdır. Her insanın ağrısı ayrıdır. Aynı olsa bile, her insan ağrısını diğerlerinden farklı şiddette, tamamen ayrı bir tepki vererek deneyimler. Bu yüzden ağrı, bir tür 'yalnızlık dolambacı'dır. Uzun ve karışık bir labirent gibidir; herkes aynı kapıdan girse de farklı yerlere çıkar.

Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik topluluklarının çoğaldığı dönemde, insan her zamankinden daha yalnızdır.