Bana, “İslâm dünyasıyla ilgilenmeye ne zaman başladın?” diye sorulduğunda, cevabım şöyle oluyor: “Bu meselelerin içine doğdum. Filistin’i, Suriye’yi, Mısır’ı, Afganistan’ı, Bosna’yı vs. ilk defa kaç yaşımda duyduğumu hatırlamıyorum bile. Çünkü bebekliğimden beri etrafımdaki büyüklerimden hep bu beldeleri ve oralardaki Müslümanların ahvâlini işittim. Yetiştiğim atmosferde, her sohbetin bir ucu muhakkak Âlem-i İslâm’a bağlanırdı.”

Seksenli yılların Türkiye gerçeğine işaret eden yukarıdaki paragrafın sahibi; geçtiğimiz pazar günü ilimizde misafir ettiğimiz değerli yazar Taha Kılınç.

Seyahat ettiği bölgelere ait gözlem notları çarpıcıydı. İslam beldelerine defalarca yaptığı seyahatlerde biriken tecrübelerini bizlerle paylaştığı “gerçekçi tespitler” takdire şayandı. Sanki uzun süredir kalbimizde biriken ortak duyguları dile getirdi.

Kendisini rû be rû tanımaktan dolayı mutlu olduğum Taha Kılınç Bey’in gazeteci kimliği yanında, Derin Tarih Dergisi Genel Yayın Yönetmeni olması, konusundaki uzmanlık birikimi dikkate değer.

İngiltere, yakın tarihte İslam coğrafyasını -tabiri caizse- harita üzerinden cetvelle çizerek bölüp parçaladı. Sömürgeci batı, sadece bununla kalmadı. Daha da önemlisi, en büyük tahribatı kültürel anlamda “zihinlerimizi dönüştürerek” yaptı. 

İngiliz siyasetiyle o kadar bölündük ki ufkumuz daraldı. “Ümmet coğrafyası” yerine misak-ı milli sınırlarına mahkûm olduk. Önce “Kapitalist Batı” karşısında eziklik kompleksinden zihnimizi kurtarmalıyız. Aslında “Türkiye Yüzyılı” hedefi, asırlarca Osmanlı yönetimi altında yaşayan irili ufaklı İslam ülkeleri için manifesto niteliğindedir. Modern zamanda kendisini yeniden inşa edebilmek için Türkiye’nin ortaya koyduğu öz güvene dayalı liderlik vizyonu, İslam âleminin “izzeti” için değerli bir adımdır.

  

Taha Kılınç’ın “İslam Milleti’nin Yeniden Dirilişi” konusunda özellikle altını çizdiği başlıkları arz edeyim:

Muhabbet ehli olmak. Dava şuuru konusunda en önemli ihtiyacımız; kendi değerlerimize, kendi insanımıza, kendi coğrafyamıza sahip çıkmak, sevgiyle muhabbetle bakmak.

Bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmek. İslam kimliğimizi kuşatan sembollere ve hakikatlerimize, her şeyiyle aidiyet hissetmek. Kurumlarımızla birlikte maddi/manevi İslam kardeşliğini yüceltmek. Yalan haber ve fitneye karşı batı dünyasının zihnimize kodladığı –olumlu/olumsuz- önyargılardan kurtulmak.

Hamasî, romantik veya hayalci olmamak. Tarihimizin kırılma noktaları üzerinden hareketle, geçmişte yaptığımız hatalarla yüzleşmek. Yaşadığımız zaman ve coğrafyaya ait; sosyal, siyasal, stratejik gerçekleri akl-ı selîm ile tahlil etmek. “İfrat ve tefrit” sapmasına karşı duygularımızı kontrol ederek, “basîret ve ferâset”  sahibi olmak. Geleceğe dönük planlarımızı “zan veya tahmin” yerine ilmî ve ictimâi kesin bilgilerle pratiğe dönüştürmek.    

Çokluk içinde birliği görmek. Âlemdeki zıtları bir arada tutan Allah’tır. Renkleri, dilleri ve kavimleri yaratan O’dur. Âlemdeki hikmetler, olup duran her şey Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının sanat ve kudretinin tecellisidir.  Âlem, siyah/beyazdan ibaret değildir. İslam dünyasındaki “çeşitliliği” görmek ve olduğu gibi kabul etmek, rahmettir. Tevhîdi zedelemeyen sanat, kültür, kıyafet, örf ve gelenek farklılıkları İslam Ümmetinin renkleridir.  

Resmin tamamına bütüncül bakmak. 1400 yıllık İslam tarihinde nice devletler geldi geçti. İslam tarihi; mimarisiyle, sanatıyla, kültürüyle sadece Osmanlı’ya ait değildir... Abbasî, Emevî, Memlûk, Fâtımî, Endülüs, Bâbür devletleri hep İslam medeniyetinin birer parçasıydı. Osmanlı bakiyesi olarak sahip olduğumuz “irfan medeniyeti”; tarih boyunca kökleriyle, dallarıyla devraldığımız bir bütündür. Üstün ırkmış gibi davranmak vahim hatadır.

İlk olarak (Arap) Hz. Ömer’in; sonrasında (Kürt) Selahaddin Eyyûbi’nin ve en sonunda (Türk) Yavuz Sultan Selim’in 1516’da fethettiği Filistin topraklarının bir kısmını, Endülüs’ün tamamını, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan’ı ve dolayısıyla Balkanların tamamını kaybettiysek; bilelim ki günün birinde her İslam toprağının kaybedilme ihtimali vardır. Tarihi tek coğrafyadan okumamak lazım.

Tefessüh etmiş Vatikan Kilisesi’nin “engizisyon” rejimine karşı Fransız Rönesansının temelini oluşturan Endülüs Medeniyeti; iç çatışmalar, konfor ve rehavet sebebiyle Güney Haçlı Ordusu (Reconquista) tarafından adım adım yok edildi. Son Endülüs beyliği yıkılırken inşâ edilen meşhur “El Hamra” Sarayı, sefahat sonucu yıkılışın eseridir… Asr-ı saadet sonrasında Ashab-ı Kiram’ın (r.ahnum) İslam’ı dünyaya ulaştırma çabası, Müslüman bilinç olarak kıyamete kadar tefekkür edilmeli, iyi okunmalıdır.

Batılıların bizi isimlendirmesi önemli bir “zihinsel yanıltma” argümanı. Coğrafi olarak isimlendirilen “Ortadoğu”, Kapitalist Batının kendi bulunduğu noktadan bizi tanımlamasıdır. “Ortadoğu cehennemi, Ortadoğu Çölleri, Ortadoğu bataklığı” ifadeleri, “negatif imge” üzerinden İslam ve Müslümanların aşağılanması amacını taşıyor.

Unutulmasın ki, dünyanın merkezi olarak tüm Peygamberlerin gönderildiği kutsal bir bölgeden, (Mekke, Medine, Kudüs) bahsediyoruz. Geniş manasıyla İslam dininin ve Kur’an ayetlerinin yirmi iki yıl boyunca Peygamberimize (s.a.) nazil olduğu kutsal topraklarımızdan bahsediyoruz. Cümle peygamberlerin (a.s) hayat sürdüğü, kadem bastığı topraklara Ortadoğu cehennemi, Ortadoğu bataklığı diyerek hakaret etmek, Kâfirlerin “kasıtlı” jargonudur.  

Kuzeyde Kırım ve İstanbul’dan, güneyde Yemen’e; batıda Kahire’den, doğuda Basra Körfezi’ne kadar uzanan bölge bizim yaşam bölgemizdir. Dünyanın merkezi aslında biziz. İstanbul, Mekke boylamına göre “merkez” biz olduğumuza göre Orta Çağ zihniyetli yaşlı Kıta Avrupası, yakın batıdır. ABD ise uzak batıdan ibarettir. ABD, burnumuzun dibine kadar gelmişse kabahati kendimizde arayalım…

Bendeniz, Taha Kılınç’ı dinlerken Bilâdüşşâm, Filistin, Arabistan, MağribBalkanlar, Afrika ve Asya haritası üzerinde Müslümanların ayak izlerini takip ettim. Saydığım ana başlıklar üzerinden yapılan ayrıntılı gözlem, anı ve tespitler bendenizi zihinsel bir yolculuğa çıkardı. 

Tasavvur dünyamızı besleyen “Âlem-i İslâm” üzerine seminer veren Taha Kılınç Bey’e, ev sahipliği yapan Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi’ne özellikle teşekkür etmek isterim.

Yaklaşan kış sezonunda böylesine ufuk açıcı “fikir ve kültür” etkinliklerinin kesintisiz devam etmesi isabet olur. Bir dönem sonra gençlerin vatan mefkûresinin mayalanmasına, kasten daraltılmış zihin dünyasının genişlemesine vesile olur.   

Taha Kılınç’ın işaret ettiği “Kudüs bizim neyimiz olur?” sorusunun cevabını bir başka yazıda konuşalım.