İslam düşüncesi ve kültürü üzerine yaptığı ufuk açıcı çalışmalarıyla 20. yüzyılın büyük mütefekkirleri arasında anılmayı fazlasıyla hak eden Muhammed Âbid el-Câbiri’nin dilimize çevrilen mühim çalışmalarından biri de “İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet”tir. Mana Yayınları tarafından 2018 yılında yayınlanan kitabı Türkçeye Muhammet Çelik çevirmiş.
Kitabın giriş bölümünde yazdıklarından Câbiri’nin İbn Haldun ve Mukaddime üzerine on yıl kadar çalıştığını öğreniyoruz. Ona göre üzerinde çokça çalışılmış, çok söz söylenmiş bir konu olmasına rağmen İbn Haldun ve Mukaddime üzerine son söz söylenmiş değildir. Ve hatta söylenmesi gerekenler de henüz söylenmiş değildir. Konu üzerine ortaya çıkmış devasa literatür içinde birbiriyle çatışan, çelişen, abartılmış, anokrizme düşmüş yorumları aşan ve İbn Haldun’un görüşlerini yaşadığı dünyanın şartları içine oturtmayı amaçlamış kitabında Câbiri.
Bu bağlamda İbn Haldun’u doğru anlayabilmek için hayatı, yetiştiği ortam ve beslendiği kaynaklar üzerinde durduktan sonra meşhur eseri Mukaddime’de ortaya koyduğu sistemi incelemiş. Câbiri, İbn Haldun düşüncesini piramidal-sistemik yapı üzerinden açıklarken “Umran” teorisinin belkemiğini oluşturan asabiyet, devlet, bedavet-hadaret gibi kavramları da inceleyerek İbn Haldun’un sistemi içinde nasıl bir işleve sahip olduklarını da gösterir.
Câbiri’nin genç denilebilecek yaşlarda telif ettiği ve yaklaşık 400 sayfayı bulan “Asabiyet ve Devlet” kitabı, İbn Haldun ve Mukaddime üzerine çalışanlar için mutlaka başvurulması gereken kaynaklardan biri diyebiliriz. Kitaptan özellikle dikkatimizi çeken bir bölüm üzerinde durarak Câbiri’nin yorumlarına kulak verelim.
Câbiri sekizinci bölümde umran ilminin kimliği üzerinde durarak, geçmişte konu üzerine yapılmış tartışmalara yer verir. Bu tartışmaların merkezinde Mukaddime’nin ve Umran ilminin hangi disiplin içinde değerlendirilmesi gerektiği meselesidir. Bazı araştırmacılar modern toplumsal araştırmalarla benzerlikleri dolayısıyla umran ilmini sosyoloji alanına dahil ederek İbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ilan etmişlerdir.
Bu konuda Câbiri şunları söyler: “İşin doğrusu, İbn Haldun’un yeni ilmini tarif edişi, toplumsal meseleleri ele alırken izlediği yöntem ve yine konularını tasarlarken izlediği yöntem, bütün bunlar İbn Haldun’a ait umran ilminin bugünkü sosyoloji olduğunu dile getiren bir söylemi kışkırtacak niteliktedir. Fakat birçoğu biçimsel olan bu görünümlerin ötesine geçip İbn Haldun’un umran ilmi tasavvurunun hakikatini tanımak amacıyla düşüncesinin derinliklerine nüfuz ettiğimizde, o zaman umran ilmiyle sosyolojinin ‘ikiz’ olup olmadığı hususunda tereddüt etmek zorunda kalıyoruz.”
Câbiri’ye göre İbn Haldun’un Mukaddime’de problem edindiği ve çözmeye çalıştığı asıl mesele toplumsal değişim ve dönüşümler değildir. Onun anlamaya ve açıklamaya çalıştığı asıl mesele, Câbiri’nin ifadesiyle, “aynı anda mevcut bulunan devletler arasındaki rekabet durumu, devletlerin arka arkaya gelme sebepleri”dir. İbn Haldun’un araştırmalarının ana eksenini devlet oluşturur, tabii kendi tasavvur ettiği şekliyle ve kendi asrının tanıdığı haliyle… Diğer meseleler ise tali konulardır. Asıl problemin bir parçası olan unsurlardır. Câbiri’ye göre İbn Haldun toplumsal konuları ancak üzerinde durduğu problemi ilgilendiği kadar önemsemiştir.
Câbiri’ye göre, “İbn Haldun’a ait umran ilmi, yatay açıdan bakıldığında sosyolojiden daha dar, dikey açıdan veya tarihsel yönden bakıldığında ondan daha derinliklidir. Çünkü modern ve çağdaş toplumbilim araştırmalarının zaman ve mekanla çok fazla sınırlamaksızın tedahül ve örtüşme noktaları içinde incelemek amacıyla toplumsal hayatın farklı görünümlerine uzandığı kadar, umran ilmi de belli bir toplumsal fenomenin yani devlet fenomeninin doğuş ve gelişim evrelerinin takip edilmesine ve ona eşlik eden tarihi ve toplumsal olayların incelenmesine yoğunlaşıyor. Bu açıdan bakıldığında umran ilmi sosyolojiden çok tarihe yakın görünüyor.”
Câbiri bir sonraki başlıkta İbn Haldun’un umran teorisinin bir tarih felsefesi olarak değerlendirmenin mümkün olup olmadığı konusunu ele alıyor. Önce literatürde bu konu üzerine öne sürülen görüşlere değiniyor. Başta İngiliz tarihçi Arnold Toynbee olmak üzere pek çok ismin bu konudaki yorumlarına atıfta bulunuyor.
Câbiri’ye göre “İbn Haldun nazariyelerinin ya da en azından bu nazariyelerden bir kısmının, araştırmacıya, sosyal disiplinler arasında diğer türlerden ziyade tarih felsefesine daha yakın görünmesi tartışmasızdır. Zaten İbn Haldun’un kendisi de, geride gördüğümüz üzere, yeni ilmi ile felsefe arasındaki sağlam ilişkiyi vurgulamıştır.”
Bu açıklamanın hemen ardından Câbiri şu can alıcı soruyu sorar: “Fakat buna rağmen, geride tavsif ettiğimiz haliyle İbn Haldun’a ait umran ilmini, kelimenin gerçek anlamıyla bir tarih felsefesi saymamız mümkün müdür?”
Câbiri açısından –İbn Haldun’un umran teorisi modern bilimler arasında en fazla tarih felsefesine yakın olsa da- bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir. Kitapta bunun gerekçelerini şu şekilde sıralar:
1) İbn Haldun, tarihi bir bütün olarak açıklamayı hedeflemiş değildi. O, genel olarak insanoğlunun bütün zaman ve mekanlardaki gidişatı sorununu gündeme getirmemişti. Onun hedeflediği şey, ancak belli bir tarihi döneme tahakküm eden amilleri açıklamaktı, bu muayyen dönem genel itibariyle İslam tarihi ve özel olarak da Mağrib bölgesinin tarihiydi.
2) İbn Haldun’un hareket noktası olarak aldığı temel, felsefi bir temel değil siyasi ve içtimai bir temeldi. Yaşadığı felaketin ertesinde kendinde uyanan tarihsel bilinç, bir bütün olarak insanoğlunun gidişatını, özgürlüğünü ve özneliğini kapsamıyordu. Kendisi problemi ortaya attığında tarihin sınırlarını aşarak ötesine geçmemişti. Aksine İbn Haldun belli bir tarihi dönemin sınırları içinde devletlerin kurulması ve yıkılması sorununu bir problem olarak ortaya atmıştı. Bu açıdan bakıldığında umran ilminin, tarihi olarak “çerçevelenmiş” bir ilim olduğunu görürüz. Bu ilimde İbn Haldun, genel bir felsefi ilkeye değil, belli tarihi vakıalara dayanmıştır.
Kendi açısından onun bu tutumu, bilgi ve bilginin sınırları konulu teorileriyle de tamamen uyuşmaktadır. Çünkü İbn Haldun’a göre beşeri akıl tecrübeyle sınırlandırılmıştır ve o sağlıklı bir şekilde bu sınırların ötesine geçemez. O ancak tabii ve zahiri olanın sebeplerini öğrenebilir.
3) Bunun üzerindeki alan ise ancak sonsuz ilim sahibinin, ilm-i ilahinin ihata edebileceği bir alandır. Bu yüzden onun nazarında beşeri akıl “vakıî imkan” ile mukayyettir. Buradaki imkan, mutlak aklî imkan değildir; çünkü mutlak aklî imkan, “vakıalar arasındaki sınırları çizmede çok fazla ısrarcı değildir.” Tarihe veya beşeri umrana dair araştırma yapmak, her şeyden önce ve bizzat bu vakıalardan bahsetmektir, tıpkı aynı anda mevcut bulunan devletlerin nasıl rekabet halinde çekiştiklerinden veya devletlerin birbiri ardına nasıl geldiklerinden bahsetmek gibi.
4) Ve son olarak, İbn Haldun’daki umranın tabiatları kavramı, felsefi açıdan dar bir kavramdır; çünkü o bu kavramla beşeri hayatın bütün fenomenlerini kapsayan genel bir kanunu kastetmiyor. Aksine bununla o, belli bazı toplumsal fenomenlere tahakküm eden “zati özelliklerden” bir kısmına birer birer işaret etmek istiyor. Örneğin bedevî umranın kendine mahsus tabiatları olduğu gibi, mülkün de, medeniyetin ve medeniyetle ilgili fenomenlerin de kendilerine mahsus tabiatları vardır. Evet, tüm bu tabiatların bazen açık bazen gizli bir şekilde beşerî umranın genel “tabiatıyla” yani asabiyetle bir alakası vardır.
Fakat bu asabiyet kavramı, insanoğlunun gidişatına tahakküm eden genel bir kanun değildir; aksine o toplumsal bağlar arasındaki bir türdür ve bu bağın etkisi başka diğer bağlar üzerinde belli bazı şartlar altında belirgin bir şekilde ortaya çıkarken belli bazı şartlar altında ise gözden kaybolur.
Câbiri’nin yukarıda sıraladığı hakikatler ışığında İbn Haldun’un umran teorisini tam olarak bir tarih felsefi olarak görmek mümkün değildir. Tarih felsefi, felsefe kelimesinin içerdiği bütün boyutlarıyla birlikte, bir felsefedir. Oysa “İbn Haldun’un tasavvur edip kaleme aldığı şekliyle umran ilmi, vakıî imkanla ve belli bir tarihsel tecrübeyle yani İslam medeniyeti tecrübesiyle mukayyettir.”
Bu açıklamalardan sonra Câbiri şunları söyler: “İbn Haldun’a ait umran ilmini modern toplum araştırmaları kapsamında bir çerçeveye oturtmak zordur. Gördüğümüz gibi umran ilmi, sosyoloji ile tarih felsefesi arasında bir yerde duruyor. Acaba o, mesela “tarih sosyolojisi” diye adlandırabileceğimiz “yeni” bir disiplin türü olabilir mi?”
Hazırlayan: Munise Şimşek