“Durmuş saat gibiydi durup geçmiyen zaman.
Donmuş sükût içinde güneş görmiyen cihân.”
Yahya Kemal Beyatlı
Rivayet odur ki:
Michelangelo, Musa heykelini bitirince elindeki çekici fırlatıp “Konuş!” diye seslenir şâheserine; “Haydi, kalk gidelim.” der.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün karakterleri öylesine canlıdır ki Ahmet Hamdi Tanpınar, tıpkı ince ince işlenmiş Musa heykeli gibi âdeta gerçeklik algımızla oynuyor.
Ah Hayri İrdal! Ayaklı bir saatin âdeta büyü gibi zapt ettiği bir evde yaşadığından mıydı çocukluğundan beri saatlere merak sarışı?.. Zaman gibi izafî bir şeyle iştigal edip mutlak’ın peşinde koşuşu?.. Bir parça iyi ve dürüst yanı kaldıysa bunu yanında çalıştığı Muvakkit Nuri Efendiye borçluydu.
Doktor Ramiz mi? Viyana’da tahsil görüp Freud’un büyüsünde kalandır. Hayri İrdal’ın rüyalarında baba kompleksinin izini süren. Psikanalizi, bütün dünyayı ıslah edecek bir din gibi hayat muammasının biricik anahtarı görendi; bu tedavi metoduyla aklı başında Hayri İrdal’ı delirten.
Peki, Seyit Lütfullah? “Esrarkeş ve meczup” taifesinden… Define arayıcısı… Gaipler âlemiyle münasebet kurandı, meşin gibi esmer, çarpık yüzü ile uzun boyu yüzünden daha fazla göze batan kamburu ile ecinniye benzeyen… Felçli, frengili…
Ve Nuri Efendi… Aslen Rumelili olup, orta boylu, zayıf, kuru, ömründe hiç hastalık, hatta ufak bir diş ağrısı çekmediğini söyleyen dinç bir saat ustası. Saatle insanı birbirinden ayırmayışı, saatlere bile karşı oldukça şefkatli oluşuyla gönüllere girmiş halim selim ihtiyardı.
Ya Halit Ayarcı? Ayarcı, bir yığın insanı akla hayale sığmayacak şeylere inandırıp onları harekete geçirendir. İrdal’ı onursuz, yalan dolan, sahte işlere sürükleyen…
Eriyip tükenmiş servetinin telafisi için bir gün Kayser Andronikos’un hazinelerini bulacağına inanan Abdüsselâm Bey… Sinemayı seven, kâinata beyaz perdeden bakan, modernliğin timsali, İrdal’ın yeni karısı Pâkîze; kendisini hep bir operet ya da vodvilde sanan kızı Zehra ve diğerleri; Tanpınar’ın safranlı mürekkebinden sıyrılıp kanlı canlı var oluyor aramızda.
“Karım delidir, evlendiğim günlerde beni bir akşam evvel gördüğü filmin artistleri zanneder, sabahleyin yataktan kalkınca Bağdat Hırsızı filminde giydiği incili terliklerini arardı.” (s. 95)
Romanlarında sosyoloji, psikoloji, felsefe, resim, hat, tasavvuf, tarih, mimarî dallarındaki derin kültür bilgisini sergileyen Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türk modernleşmesinin ironik portresi. Trajikomik hallerin resmigeçidi. Dalga geçiyor Tanpınar; bürokratik ritüellerimizle, yenilik takıntımızla, çağdaşlaşma saplantımızla...
Mehmet Kaplan’a “Benim bir gözüm ağlasa bir gözüm güler.” diyen Tanpınar, ironinin düşünen adamıdır. Sosyal çarpıklıkları, eski-yeni ve Doğu- Batı ikilemini istihza ile verir. Toplumumuzun yenileşme ve modernlik iptilasını, alaya alır.
“Bu modern bir müessesedir. Genç hanım lazım. Şimdi de genci ihtiyârı pek belli olmuyor ya... Eteklerinizi biraz kısaltıp saçlarınızı da kısa kestirdiniz mi... Hele başınıza bir de bere koyarsanız... Benim arkadaşlarımdan birinin kocası küçük kızlara meraklıymış. Zavallı ne yapacağını bilmiyordu. Nihayet akıl öğrettim. Kardeş, sırtına bir orta mektep önlüğü geçiriver, dedim. Başına da bir kasket... İlk önce olmaz filan dedi ama şimdi de adamcağız evden çıkmıyor.” (s. 236)
“Bu donmuş veya parçalanan bir saat gibi çığırından çıkmış zamanın esas kahramanı Türk cemiyetidir.” Define peşinde koşma, miras yahut piyango yoluyla servete sahip olma gibi mucizevî yoldan zengin olma çabaları; bitmez tükenmez vidolu tavla partileri, öte dünyayla temasa geçen İspritizma cemiyeti, zamanı öğüten kıraathaneler mizahî şekilde hicvedilir. Modernin karşısına geleneği çıkarır Tanpınar, yeninin karşısına eskiyi. Geleneği muvakkithane; moderni enstitü temsil eder.
Romanın ana teması “zaman”… Zaman değişimin simgesi… Zaman “saat”, saat değişen medeniyete ayna.
Goethe’nin sesi yankılanır âdeta satır aralarında:
“Ey zaman! Dur, geçme! Ne güzelsin.”
Eskiden “saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.” Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Bu yüzden adım başında muvakkithane vardı. Bu yüzden toplumla iç içe geçmişti muvakkithaneler. Bir taraftan günü ve o günün vazifelerini tayin ediyor, öbür taraftan da peşinde koşulan ebedî saadeti, onun lekesiz ve arızasız yollarını açıyordu.
Kayıp zaman, ey kayıp giden zaman! Ah ey kayıp giden zamanın izini süren! Ve cemiyetle saat, saatle insan arasında münasebet kuran!
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur.” (s. 33)
Her evde ayaklı bir duvar saatinin bulunuşu nasıl bir saadetti? Düşünün! Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi Müslümanlardı. Sesler, sesler… Ruha iksir olup içimize damlayan sesler… Saat sesi, şadırvanlardaki su sesi gibi iç âlemin, büyük ve ebedi inançların sesi.
“Evde bir saat vurdu... Hangi evde?”
“Nuri Efendi gün boyunca bu saatlerle meşgul olur, gözleri yorulunca ‘Yap bir kahve!’ diyerek sedire uzanır, bu taş oda içinde kabaran saat seslerinin içinde, belki de görmediği, hiç göremeyeceği, el dokunduramayacağı, sesini dinleyemeyeceği, dünyadaki bütün saatleri düşünerek dinlenirdi.” (s. 31)
Geleneksel yaşamda ayar, Hakk’ı bulmanın yolu, modern düşüncede ise daha fazla kazancın... Tane tane, kelimelerine dikkat ederek, onları âdeta seçerek saatçilik üzerine tatlı tatlı konuşmayı yeğleyen Muvakkit Nuri Efendi’nin nezdinde ayarsız saat; içtimaî cürüm, korkunç bir günahtır; vaktin israfıyla insanı Hak yolundan alıkoyan.
“Bizler maziyi aramıyoruz, mazide var olup da kaybettiğimiz ve yerine koyamadığımızı arıyoruz.” diyen Tanpınar’a göre terakki, saatin tekâmülüyle başlıyor. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları vakit, medeniyet en büyük adımını atmıştı. Tabiattan kopmuş, müstakil bir zamanı saymaya başlamıştı.
Eserde muvakkithanelerin yerini saatleri ayarlama enstitüsü alıyor. Halit Ayarcı, “her şeyin zıddıyla maruf ve mümkün olduğunu” söyleyen Muvakkit Nuri Efendi’nin modern versiyonu.
Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı, her şeyin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünya mıydı modern dünya? Bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği… Doğu’nun elinde tuttuğu hazineyi yağmalamaya gelen Batı’nın kaypak oyunu…
“Bir dostum, günlerce gazetesinde ‘Yeni, başından sonuna kadar, akıl almayacak kadar yeni! Yaşasın yenilik!’ diye bağırdı. Bir başkası, ‘Kokmuş ve klasik şekillerden ayrıldığımız için’ bahtiyar olduğumuzu söylüyordu.” (s. 384)
Ah! Evet, enkazdan yapılmış bu panayırda yenilik adına değişime ayak uydurmak, çağı yakalamakmış meğer. İşte tam da bu nedenle nabzı tutulmalı dakikaların, ayar verilmeli tüm saatlere birer birer. “Yeni ve modern” kelimelerin rehberliğinde derhal bir enstitü kurulmalı.
“Bu şark fatalizminden kurtulmalı!” (s. 148)
Neydi ayar? Tuhaf, zıtlarla dolu bu âlemde ayar; yapay, sahte, absürt ve manasız olan. Ayar, değişim! Ayar, köksüzleşme! Ayar, kimliksizleşme! Kendinden uzaklaşma, başkalaşma! Ayar, değerler manzumesinin birer ikişer silinişi… Ayar, kültürel mirası yağmalama!
“Her şey bir hokkabaz şapkasından çıkar gibi birbirinin peşinden, birbirine takıp geliyordu. Bu yaşanırken çok rahat, sonradan üzerinde düşünülünce bir kâbus gibi sıkıcı bir şeydi.” (s. 147-148)
“Üstadım” dediği Nuri Efendi ile “velinimetim” dediği Halit Ayarcı arasında çırpınıp duran başkahraman Hayri İrdal…
“İşte benim hayat mekiğim bu iki kutup arasında dolaştı.” (s. 35)
Hayri İrdal… Huzursuzdur önceleri. Nasıl duyulmaz ki yitip gidenlerin hüznü? Sonra… Sonra çağdaşlık sendromu, onu da savurur. Halit Ayarcı ile tanışmanın hemen akabinde düzenin adamı olmakta tereddüt etmez.
“Halit Ayarcı hayatıma girdiği andan itibaren ben büsbütün başka bir insan oldum. Realitenin içinde yaşamağa, onunla mücadeleye alıştım. Evet, o bana yeni bir hayat buldu. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım. İçimde, kendi mazim olsa bile o günlere karşı katılaşmış bir taraf var.” (s. 53-54)
Sanki bir deniz altı kovuğunda yürüyormuş gibi bir türlü kavrayamadığı fikirler, bilgi kırıntıları ayaklarına dolaşıyor, her kımıldandıkça köksüz asabiyetler, süreksiz ümitler, yersiz inançlar çürümüş yosunlar gibi kollarına ve vücuduna sarılıyordu. Derinlere çekiyordu onu. Derinlere… Daha derinlere doğru.
Halit Ayarcı, Mefisto! Hayri İrdal, ruhunu Mefisto’ya satan “bîçare hayat artığı”… Savrulan… İkbâl uğruna, refah uğruna, saadet uğruna savrulan… Ve aldanış! İnsan iblise nasıl yenilir ki içindeki şeytan olmasa.
“Düşün bir kere, Halit Ayarcı’yı tanımadan evvel hayatın ne idi? Şimdi nesin? Düşün, Edirnekapı’daki evi, her gün kapını yoklayan yahut yolunu kesen alacaklıları, bir dilim ekmeğin peşindeki çırpınışlarını… Sonra bugünkü rahat ve saadetini düşün!..” (s. 12)
Mefisto ruhunu alıp dünya hazlarını vaat eder Faust’a. Sonsuz bilgiye ulaşma ve varoluş muammasını çözme gayretinde olan, aklın, ilmin timsali Faust, eğer zamanın geçmemesini dilerse benliği Mefisto’nun olacaktır. Mefistofeles, Faust’a yaşarken bilgi, zenginlik, gençlik iksiri ve büyü yapma yeteneği verecektir. Buna mukabil Faust da ölüm anında, ruhunu şeytana teslim edecektir. Anlaşmayı kanıyla imzalayan Faust’un sesi ünlenir en nihayetinde:
“Ey zaman! Dur, geçme! Ne güzelsin.”
Mefisto Tanrıyla girdiği bahsi kazanmıştır. Ayağının sendelediğini gören Mefistofeles, bilgi ihtirası içinde kıvranan Faust’u buhranlı bir gecede, en zayıf anında yakalamıştır; Hayri İrdal da en çaresiz ve sefil olduğu bir dönemde düşmüştür Halit Ayarcı’nın ağına.
“Ben tek çare olarak yalnız evcek bizi alıp götürecek bir salgın, bir felaketle bu işler hallolur sanıyor, onu bekliyordum” (s. 229)
Evet, diyordu Doktor Ramiz, “Hayri İrdal, bu şark Faust’unun modern hayatımızda yeni baştan görünüşünden başka bir şey değildi.” İrdal, kendini Ayarcı’nın iradesine bırakır ve tüm dertlerinin çözümünü ona havale eder.
“Kendi kendime, yatağımda uzun zaman düşündüm: Hayri İrdal, dedim, çok şey gördün, geçirdin. Yaşın ancak altmış olduğu halde birkaç insanın ömrünü birden yaşadın. Sefaletin, bir köşeye atılmış olmanın her türlü acısını tattın. İkbâlin merdivenlerinden çevik ve çapak çıktın. Hiçbir zaman ve hiçbir kuvvetin halledemeyeceği meselelerin halloldu. Bütün bunlar hep onun Halit Ayarcı’nın sayesinde oldu. Seni mezbeleden o çekip çıkarttı.” (s. 11-12)
Halit Ayarcı, “saat sevgisi bir nevi ahlâk” olmuş ve köklü bir gelenekten beslenmiş bir kurumun içinden gelen Muvakkit Nuri Efendi’nin “Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır!” fikrini çarpıtarak bunu çalışma felsefesine dönüştürür ve modern bir müessese olan enstitüyü bu düşünce üzerine inşa eder.
İkna ve pazarlama kabiliyeti o kadar yüksektir ki Ayarcı’nın, enstitü için türlü sloganlar üretir, kampanyalar düzenler. Müesseseyi; bu sloganlar, imajlar, reklamlarla duyurur. Sahte bir algı oluşturur. Hiç olmaması gereken müessese, dünyanın en mühim işini yürüten bir kurum gibi gösterilir.
“Etrafımıza zaman şuurunu vereceğiz. İçinde yaşadığımız havaya bir yığın kelime ve fikir atacağız. İnsan her şeyden evvel iştir, iş ise zamandır diyeceğiz. Bu müspet bir hareket değil midir?” (s. 259)
Kurumun reklamını yapmak için aslında hiç yaşamayan birinin hayat hikâyesini yazdırır İrdal’a. “Şeyh Ahmet Zamanî ve Eseri” diye bir kitap yazdığını ileri sürer ve adına merasimler yapar, yıl dönümleri düzenler. Öyle ileri gider ki bir de Ahmet Zamanî büstü konulmasını planlar.
“Azîzim Hayri İrdal, diyordu, sevgili dostum, göreceksin ki bu kitap çok sevilecek. Siz yalan diye bir şey mevcuttur, sanıyorsunuz. Hayır, yalan yoktur. Böyle meselede yalan olamaz. Ahmet Zamanî bugün için yalan olamaz, bilakis hakikatin ta kendisi olur.” (s. 314)
Seyit Lütfullah, Avcı Naşit Efendi, Abdüsselam Bey ve Doktor Ramiz’le değer kaybı yaşayan ve Türk cemiyetindeki çözülmeleri temsil eden Hayri İrdal’ın ahlaki olarak iflası; öz varlığını Ayarcı’ya teslim etmesiyle hızlanıyor.
“Ne garipti, hepimiz Halit Ayarcı’nın elinde birer kukla gibiydik. O bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu. Ve biz o zaman, sanki evvelden rolümüzü ezberlemiş gibi oynuyorduk. İçimde ona karşı hiddet, kin, isyan ve hayranlık birbirine karışıyordu” (s. 344-345)
Gittikçe kendine yabancılaşır Hayri İrdal, gittikçe kıymet hükümlerini yitirir. “Azîz velinimetim, büyük dostum, beni hiçten bugünkü şahsiyetime eriştiren” dediği Halit Ayarcı’nın karısı Pâkîze ile dost hayatı yaşamasını bile umursamaz.
“Bu çocuğa Pâkîze’nin arzusu üzerine rahmetli Halit Ayarcı’nın adını verdiğime ne kadar isâbet etmişim. Gün geçtikçe ona benziyor.” (s. 59)
Kaynak:
Tanpınar, A. H. (2012). Saatleri Ayarlama Enstitüsü, (18. baskı). İstanbul: Dergâh Yayınları